Uykuların Doğusu Romanının Tahlili
Uykuların Doğusu, Hasan Ali Toptaş’ın
romanıdır.
Uykuların
Doğusu romanında ilk dikkati çeken husus üstkurmacadır. Uykuların
Doğusu,
ilk cümle ile son cümlenin örtüştüğü bir yapıda kurgulanmıştır. Anlatının
yazar-anlatıcısı Hasan Ali, daha ilk bölümden okuru ile hikâyesinin yazılış
sürecini paylaşmaktadır. Hatta zaman zaman okuru ile dertleşir bir tutumu
vardır:
“O
sırada hâlâ sana anlatacağım hikâyenin nereden
başlayacağını
bilemediğim için, tuttum, bıkkın bir ifadeyle
caddedeki
sokak köşelerine de baktım.” (s. 7)
Uykuların
Doğusu romanındaki yazar-anlatıcı Hasan Ali’ye yazdığı hikâyeyi
hatırlatan ve onu tutup “şimdi”ye getiren kişi tıpkı Bin
Hüzünlü Haz’daki Alaaddin gibi hayalet kahramandır; ancak hikâyenin
ruhunu Hasan Ali ve okur kadar bilmektedir. Burada “hikâyenin ruhu” dediğimiz
şey, eserin anlatmak istediği hikâyeyi bir türlü anlatamamasının doğurduğu
tedirginlik hâlidir.
Uykuların Doğusu,
anlatılamamış bir hikâyenin etrafında şekillendiğinden, okura metnin yaratım
sürecini anlatmak yerine, metnin yaratılamayış evresini sunmaktadır. Bu da,
yazar-anlatıcının okuruna, şimdiye kadar geldiği noktadan geriye dönerek
niyetini yeniden hatırlatması suretiyle gerçekleşir.
Şimdi,
Bin Hüzünlü Haz’da geçen, “[s]onra,
bakarsınız, yeni yeni kendi soluğuna kavuşan anlatının hızı anlatacaklarımın
önüne geçti diye, kafanızda oluşan sorularla birlikte sizi o mahşerî
kalabalığın yanı başında bırakıp ansızın geriye döner ve bu yolculuk boyunca
olup bitenleri yeniden anlatmaya başlarım” sözlerinin Uykuların Doğusu
’nda uygulandığı görülmektedir. Şöyle ki: “Daha doğrusu, sadece sana anlattığım hikâyenin
içindeki mezarlığı düşündüm o sırada. [ ] Biraz daha geriye
gidip ata yadigârı denen o netameli yeri de düşündüm hatta; oradan ayrılıp
kalabalık tarafından kovalanan hokkabazın kayıplara karıştığı noktayı, oradan
uzaklaşıp sırtlarındaki siyah kâküllü çocuklarla birlikte sürüler halinde
kayalıklara tırmanmaya çalışan yarı çıplak insanları, o insanlardan önce
yukarıya ulaşıp surları, sonra bir çırpıda kemerlerin üstüne çıkıp bu şehri ve
şehrin öteki ucundaki dağlan da düşündüm. Sonra, birdenbire, gene dayımın tek
katlı evi geldi aklıma. Ev gelince bahçe, bahçe gelince ot hışırtıları, ot
hışırtıları gelince çocuklar, çocuklar gelince toz bulutları da geldi tabii ve
ben zihnimde uğuldayıp duran bütün bu görüntülere, içimi parçalayan bir kıymık
yığınına bakar gibi acıyla baktım.” (s. 78)
Burada
yazar-anlatıcı, hikâyenin geldiği noktadan geriye dönerek hikâyesini
(kuramayışını) yeniden kurmaktadır. Okur da bu süreci bir kez daha yaşamış ve
bir kez daha yazar-anlatıcının yazamadığı metne tanıklık etmiş olur. Anlatının
bu yapısı, onun hikâyesini sonsuz olasılıklar düzlemine taşımakta ve
tüketilebilirliğine engel olmaktadır.
“Bir
hikâye sonsuzmuş gibi göründüğünde, kendine ulaşmış demektir çünkü. Bu da, az
şey değildir hikâye açısından. Bilirsin, ne kadar çırpınırsa çırpınsın, kendine
ulaşamayan bir hikâye başka noktalara da ulaşamaz” (s. 131) denmektedir. Bu
bağlamda metnin sürekli yazılışına vurgu yapılmaktadır.
Uykuların
Doğusu romanında görülen bir diğer husus da gerçek-kurmaca
ilişkisidir. Okurun kafasında sürekli dağılan reel algısı, anlatının sonuna
kadar kuşku ile sürer. Anlatıda ısrarla bir netlikten kaçınılmakta ve bir tanım
yapılamamaktadır. Hasan Ali’nin dayısının hikâyesi hep “bilinemezliğin”
belirsizliği içinde kalmaktadır.
Buradan
yola çıkarak Toptaş anlatılarındaki devinim ve söylem durumlarına bakıldığında,
evrenin ifade edilemezliği, nesnellikten fazlasıyla uzak olunduğu içindir.
Toptaş da bu durumun farkında olduğundan olsa gerek, eserlerinde masal üslubunu
kullanarak evrenlerinin, yeni tabirle, “sanal” olduğunun altını çizmektedir.
Uykuların Doğusu,
“yokluklarla, olasılıklarla belirsizliklerle” dolu evrenler yaratmaktadır. Bunu
da masal üslubu ile zenginleştirirken aynı zamanda söz konusu dokuların da
birer kurmaca olduğu yorumuyla aşkın bir boyuta vardırmaktadır okurunu.
Uykuların
Doğusu, Toptaş’ın diğer eserlerindeki gibi bir evren yaratmamaktadır.
Hatta bu metin, bir evren yaratamayışın anlatısıdır. Şöyle ki, eserin son
cümlesi ile ilk cümlesi, yazar-anlatıcı Hasan Ali’nin dayısının hikâyesini
yazmak üzere birleşmektedir; ancak dayının hikâyesi, metne eklemli duran ve
aslında anlatılamayan bir hikâyedir. Yazar-anlatıcı Hasan Ali, bildiği her şeyi
dayısından öğrenmiştir. Dayısına hayrandır ve büyüyünce ona benzemek
istemektedir. Ona olan düşkünlüğü ve dayısının bedeninin günden güne eksilerek,
“dünyanın şeklini alması” Hasan Ali’yi etkiler ve o da bunu yazmak ister. Ancak
yazmaya başlayacağı sırada şunları düşünür:
“İlkin,
ya dayımın hikâyeler hakkında verdiği bilgileri unuttuysam, diye korktum. Sonra
düşündüm ve unutmayıp ya hepsini aklımda tuttuysam, diye korktum. Ardından
hikâyesini yazmakla dayımın hayatını hem daraltmış hem de yanlış okumalara
maruz bırakmış olmaz mıyım, diye korktum. Sonra, yazmak da bir yanlış okumak
değil midir, evet öyledir, diye korktum.” (s. 229)
Sonra
anlatının başına dönüyoruz ve Hasan Ali’nin, dayısının hikâyesini yazma
niyetiyle yazının başına oturduğunu görüyoruz. Ancak son iki bölüme dek bir
türlü dayının hikâyesi anlatılmamaktadır. Daha önce de belirtildiği gibi Hasan
Ali, önce dedelerinin hikâyelerini, sonra babasının ve babası ile annesinin
evlilik serüvenini anlatır. Bu hikâyeleri Hasan Ali muhtemelen dayısından
dinlemiştir. Öğrenilen geçmiş zaman kipi ile masalsı bir dille anlatılan bu
hikâyelerin yaratıcısı Hasan Ali değildir; Hasan Ali, aktaran kişidir. Cebrail
dedesinin cenaze törenini Hasan Ali şöyle aktarır:
“[D]ayımın
dediğine göre, bir çesit şakaya benzemiş Cebrail dedemin cenaze töreni” (s.
207). Daha sonra babasının sürekli radyo başında oturduğunu ve radyonun
sinyalleri arasından baktığını anlatırken de, “[ö]yle ki, ne zaman bizim eve
gelse, o yıllarda dayım hep oradan öylece bakarken bulmuş onu” (s. 208)
demektedir. Görüldüğü üzere, metnin gizli anlatıcısı Hasan Ali’nin dayısıdır.
Zira her şeyi bilen ve Hasan Ali’ye öğreten odur. Hasan Ali, hikâye yazarken
arada bir görünüp ona yazdığı hikâyenin neresinde olduğunu soran, şekli arada
değişen ve ne olduğuna dair net bir bilgi verilmeyen, hayali varsayılan
Haydar’ı da bilmektedir dayı.
Hasan
Ali, Haydar’ın yaptığı tuhaf hareketleri anlatırken “yıllar önce de ölü
numarası yapardı zaten”(s. 21) der. Hasan Ali’nin dayısı da yeğenini
hırpalayarak sevdiği bir sırada, “kuşların bana getirdiği habere göre, sizin
mahallede yaşayan o haşan çocuk gene asfaltın ortasına yatıp ölü taklidi
yapıyormuş” (s. 211) der. Burada dayının “kuşlardan haber aldığını”
söylemesiyle, Hasan Ali’nin dayısına, Haydar hakkında bir şey anlatmadığı
sonucu çıkmaktadır. Dayı, bir biçimde Haydar’ı da bilmektedir ama Hasan Ali bir
yerde Haydar’ı Bin Hüzünlü Haz
adlı metnindeki “yokluğuyla var olan Alaaddin’e benzet[ir].” (s. 132)
Haydar
da, Hasan Ali’nin dayısının hikâyeler hakkında söylediklerini hatırlatmaktadır.
(s. 204) Hasan Ali’nin aktardığı hikâyelerde bazı yerleri “bilmiyor” oluşu da
bunların yaratıcısının o olmadığı sonucunu çıkarmamıza neden olmaktadır. Öte
yandan dayı, Hasan Ali’nin zihninde var olan, kimse tarafından görülmeyen, bir
bakıma hayalî arkadaşından bile haberdardır. Dolayısıyla Uykuların Doğusu’nda
Hasan Ali kâtip, yaratıcı ise dayıdır. Yani, bu anlatıdaki evreni
kurabilecek yetkinlikte olan kişi dayıdır. Ancak, yazar-anlatıcı dayı olmadığı
için, bir evren kurulamamaktadır.
Uykuların
Doğusu romanında, Hasan Ali’nin dayısının anlattığı
hikâyelerde ne gibi bir kurmaca evren tasarısı olduğuna bakılacak olursa,
dayının kişiliği ile örtüşür biçimde “tuhaf” ve “komik” sayılabilecek
hikâyelere rastlanmaktadır. Radyoevindeki adam, kendisine iş verilmesi için o
kadar uzun zaman bekler ve işinin başına gelebilmek için o kadar çok uğraşır ki
sonunda kuyruğu çıkar sözgelimi. Cebrail Dede, hayalî bir kuş uğruna,
Çingenelerin, etraftaki insanların alay konusu olur. Ayrıca yıllarca her gece,
Hasan Ali’nin babasını evin etrafında kuşu bulması için koşturur. Nihayetinde
de o kuşun düşüncesiyle ölür.
Hasan
Ali’nin kâtipliğini yaptığı hikâyelerin içinde dinî göndermeleri olanlar da yer
almaktadır. Bunlardan biri, “haziran sopası”dır örneğin. Haziran sopasını şu
şekilde anlatır sahibi:
“[K]imi
zaman Kudüs’e, kimi zaman Mekke’ye, kimi zaman da Kahire’ye yakın bir yerde
ancak bin yılda bir yetişirmiş bu haziran. [....] Tevatürler tevatürü bir
şeydi. İnsanı alıp her yere götüren, insanı alıp her yerden getiren bir şeydi.
Dağın taşın, kurdun kuşun şeklini şemailini çizen ve onların ruhuna ruhundan
ruh üfleyen bir şeydi. Aklı içine alıp aklın dışında kalan bir şeydi.
Oluru
olmaza, olmazı olura bağlayan ve tutup bunları birbirine
çeviren
bir şeydi. Hatta, bir çesit lüzumsuzluk gibi görünmesine
rağmen,
elzem olan her şeyden daha elzem bir şeydi.” (s. 59-60)
Görüldüğü
üzere, “haziran sopası”, daha sonra öğrenileceği üzere, insanları düzene sokan
bir caydırıcı görevi de gördüğü ve kutsal şehirlere yakın yerlerde yetişerek
tıpkı dinlerin vaat ettiklerini yerine getirdiği için, onun bir tür din olduğu
yorumuna ulaştırmaktadır. Bu hayali metafor okurun gerçek algısını zedeler.
Görüldüğü
gibi, içinde bulunduğumuz evrende dinlediğimiz efsaneler, hikâyeler kurmaca
düzenin içinde de yer alabilmektedir. Böylece Tanrı’nın evreni ile
“anlatıcı”nın evreni arasında birebir ilişki kurulmaktadır.
Uykuların Doğusu
metinlerarasılık bağlamında da dikkati çeken bir eserdir. Burada Toptaş, diğer
anlatılarına oranla daha çok Batılı kaynağa göndermede bulunmuştur. Örneğin,
radyoevine girmeye çalışan memur ile Gogol’ün “Burun” öyküsü anıştırılmaktadır.
Burada beşinci dereceden memur olan Kovalev, devletin ve toplumun
yabancılaştırdığı, hayattan uzaklaşan bir tip olmasıyla dikkati çeker. Tıpkı
Toptaş’ın memuru gibi.
Uykuların
Doğusu romanında topluma ve düzene uyum sağlayamadığı için en
sonunda insandan hayvana doğru bir dönüşüm yaşayarak kuyruk çıkaran
radyoevindeki memur, Kafkaesk bir kurgunun ürünüdür. Zira Kafka’nın “Kovalı
Süvari” adlı öyküsünde soğuk bir havada uçarak kömür almaya giden insani
özelliklerin üzerinde vasıfları olan bir süvari görülür. Yine Dönüşüm
adlı eserinde de düzen mağduru Gregor Samsa kocaman bir hamam böceğine
dönüşecektir.
Kafka’nın
“Çiftlik Kapısına Vuruş”, “İmparatorun Habercisi”, Şato
gibi eserlerinde şatosundan dışarı çıkmayan kahraman izleğini de kullanan
Toptaş, kahramanı olan memura dışarıya çıkmayı yasaklamış gibidir. Karakter
genellikle radyoevindedir ve burası onun kendini gizlediği şatosu konumundadır.
Bununla
beraber dedelerin hikâyelerinin kesişmesi ve sonrasında bu iki adamın dünür
olmasıyla hayatın tesadüflerine vurgu yapan bu anlatının içine giren hikâyeler
ile de evrenin masal ve efsane ile kaynaşan düzeni kurulmaktadır. Metnin ancak
sonunda anlatılabilen hikâyesinde, dayının sırf bedenden ibaret kalması ve bir
silindir gibi çocukların oyuncağı olması ile de dünyanın şekline ve düzenine
ironik bir vurgu yapılmaktadır.
Uykuların Doğusu,
her zamanki gibi bir Hasan Ali Toptaş anlatısı olarak geleneksel tahkiye
bağlamında da birçok gönderme taşımaktadır. Evliya Çelebi’nin Seyahatnâme’si,
“Hz. Süleyman ile Belkıs”, “Leyla ile Mecnun”, “Aslı ile Kerem” hikâyeleri,
pastiş bağlamında masal ve efsanelere yapılan anıştırmalar, kukla ve
hokkabazlık ilgili detaylar eserin geleneğe bakan yüzünü simgeler.