Edebiyat Araştırmaları: Amat Özeti
Son Başlıklar
Loading...
Amat Özeti etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Amat Özeti etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Ağustos 2020 Salı

Amat Romanının Tahlili


Amat, İhsan Oktay Anar’ın eseridir. Bu eser, 1670 yılında, İstanbul’dan yola çıkıp, Ege denizi üzerinden Navarin’e doğru yol alan Amat adlı bir Osmanlı kalyonunun seferi sırasında karşılaştığı maceralardan hareketle, yaratılıştan beri süregelen insan ve şeytan arasındaki mücadeleyi konu edinmektedir.

Amat  romanında yer alan metindeki olaylar, başta Kurşunlu Mahzen Kâtibi Hamamcı Musa Efendi’nin Tezâkirü’l Mücrimin adlı eseri ile birlikte çeşitli şahıs ve kaynaklardan yapılan rivayetler doğrultusunda anlatılmaktadır. Buna göre 58 toplu büyük bir kalyon, uzun ve kanlı bir sefer için hazırlanmaktadır. Gemiyi yaptıran, aynı zamanda kaptanlığını da yürüten Diyavol Paşa “ayakçısından gabyarına, topçusundan zâbitine kadar herkes(i)” kendisi seçmiş, ancak “Kırbaç” lakaplı Süleyman, gemiye yüksek bir makam veya yerden gelen özel bir emirle atanmıştır.

Gemide yaşanan bazı gerçeküstü olaylardan sonra, Kaptan Diyavol, Süleyman Reis’in odasına istediği zaman girip, bir kitap dışında kütüphanesindeki bütün kitapları okuyabilir hale gelmiştir. Ancak kara kaplı kitaptan uzak durmasını istenmiştir. Bir süre sonra ikinci kaptan Kırbaç Süleyman kontrolünde ilerleyen Amat, Adriya ile Ege Denizi’nin birleştiği yerdeki Çuha Adası açıklarında şiddetli bir fırtınaya yakalanır.

Mürettebatın “gaipten haberler verdiğine, abdest alıp iki rekat namaz kıldıktan sonra en karmaşık rüyaları bile tâbir ettiğine” (s. 101) inandığı Nuh Usta, o zamana kadar gemideki 21 kişinin falına bakmış ve hepsinin de bir vakitler cinayet işlediğini söylemiştir. Bununla kalmayan yaşlı adam, öldürdükleri şahsın adını unutan kişilere, onların adını da söyleyerek gemidekileri şaşırtmış ve ürkütmüştür. Üstelik bu 21 kişinin falında da “nahs-ı dahil” (s. 103) denilen, ölüm ve zulmü simgelediğine inanılan en uğursuz şekil çıkmıştır.

Kırbaç Süleyman ve seyir zâbiti Abuzer Reis, yaptıkları ölçümler sonucunda kendilerine en yakın kara parçasının Saint Jean Şövalyeleri’nin kontrolü altındaki Malta Adası olduğunu tespit eder. (s. 126) Bunca tehlikeli çarpışmaların yapıldığı bir sırada ortadan kaybolan Diyavol’u, Koca Reis “pruvadan pupaya, sancaktan iskeleye, zifostan sintineye kadar bütün gemiyi fellik fellik ara(tmış)” (s. 125); ancak Kaptan Efendi’ye ulaşılamamıştır. Bu durumda geminin ikinci kaptanı Süleyman, yetkisini kullanmış, riskli ve tehlikeli olmasına rağmen Malta Adası’na gitmeye karar vermiştir. (s. 127)

Amat tekrar denize açıldıktan sonra, güneşin batmasına az bir vakit kala, Saint Jean Şövalyeleri’ne ait üç büyük geminin kendilerini takip ettiğinin görülmesi herkesi şaşırtır ve korkutur. Kaptan Efendi Abuzer Reis’e “Senin denizcilik yeteneğini işte şimdi göreceğiz!” (s. 160) diyerek güverteyi ona teslim eder ve kamarasına çekilir.

Kaptan Diyavol’un emriyle gemiye kara bir sancak asılır. Bu, günahı ve günahkârları temsil etmektedir; zira Navarin’deki bir gemici mezarlığından kesilen tam 247 meşe ağacından yapılan bu gemi, içerisinde 247 günahkâr taşımaktadır.

Osmanlı’ya ait iki firkateyne acımasızca saldıran gemiciler, bu iki gemiyi de batırarak bütün mürettebatını öldürürler. Çatışma esnasında gözüne isabet eden bir kurşun sebebiyle ölen Abuzer Reis, Kaptan Efendi’nin emri ile ağzına meşe tohumu konularak gizli bir biçimde geminin ambarına bırakılır. O günün akşamında, rotasını Kaptan Diyavol’dan başka kimsenin bilmediği Amat, uğursuz bir sisin içine girer. (s. 185)

Bu durumda bile ölümsüzlüğün peşinde olan Navarinli Süleyman, seyir güvertesine çıkmak üzereyken perişan haldeki Ali Reis ile karşılaşır. Bu adam ona ölümsüz olmak için bir kitap okumanın yeterli olduğunu, onun da Diyavol Paşa’nın dokunulmasını dahi istemediği “Yasak kitap” (s. 220) olduğunu söyler. Bunun üzerine kaptan kamarasına çıkan Kırbaç Süleyman, Diyavol’un içeride olmadığını görünce “Yasak kitab”ı bularak fırsattan istifade okumaya başlar. “Fakat kamaradaki aynanın üstüne örtülmüş o kumaştaki delikten bakan kızıl gözü fark ede(meyen)” (s. 221) Koca Reis suçüstü yakalanır.

Diyavol kendisine ihanet ettiğinden ötürü onu feci bir biçimde cezalandırarak gemideki vebalıların bulunduğu yere hapsettirir. Kendisini kara illetten ölenlerin üzerinde bulan Süleyman, elindeki mumla ölülerin yüzüne baktığında onların alınlarında birtakım harfler görür. Evet, bütün ölülerin alınlarında “AMAT’ yazmaktadır. Gördükleri karşısında irkilen Koca Reis, bu sırada geminin borucusu İsrafil’in cesedini görür. Aynı yazı vebaya kurban giden bu çocuğun alnında da görülmektedir. Birden gözlerini açan İsrafil, kulakları sağır edercesine borusunu öttürür.

Kuyruklu Rıza Çelebi’nin Kitâbü’l-İber’de anlattığına göre bir haham çamurdan bir insan yaparak alnına “EMET” yani “gerçek” yazmış; böylece bu “insan” canlanıp her emri yerine getirmiştir. Ancak kelimenin başındaki “Alef ’ harfi silindiği için “EMET”, “MET”e; yani “ölüm”e dönüşmüş ve çamurdan yapılmış bu beden de hayatını kaybetmiştir. Ayrıca bu eserde Navarinli Yahudilerin “EMET” kelimesini “AMAT" diye telaffuz ettikleri belirtilmiştir. Aynen bu şekilde Kaptan Diyavol (Azazil/Şeytan) da, gemisindeki ölülerin alnına “AMAT" yazarak onları tekrar diriltmeyi amaçlar. Bu şekilde her istediğini yapan, yalnızca kendisine itaat eden bir günahkârlar ordusu kurmak arzusundadır. Ancak yasak kitabı okuyarak hakikati öğrenen Kırbaç Süleyman, kaldığı ambardan kurtularak topun başına geçer. Geminin kıç aynalığında bulunan “AMAT" isminin “A” harfini düşürdükten sonra geriye “MAT” kalır. Bu kelime ölüm anlamına geldiği için gemi bir anda paramparça olur. Böylece kendisini ve mürettebatı sonsuza kadar şeytanın esiri olmaktan kurtaran Süleyman, iyilerin ödülü olan sonsuz ahiret hayatının güzelliklerini (s. 29­90) de hak etmiş olur.

Amat romanında anlatıcının kendisini gizlemeyen, etkin bir fonksiyonu olduğunu söyleyebiliriz.
“Cenk boyunca kamarasından çıkmayan kaptana Amat'takiler ne korkak ne de ödlek dedi. Tam tersi. Putperestler, güçleri olduğu kadar zaafları da olan ilahlarına nasıl bakıyorlarsa öyle baktılar ona. Diyavol Paşa Hazretleri en azından o anda, Amat’ın mürettebatı için şımarık bir yarı tanrıdan başka bir şey değildi. Paşa Efendimizin yaptığını reisler yahut zabitlerden biri yapsaydı ödleğin teki oluverirdi; çünkü onlar da başaltından yetiştikleri için tayfadan pek o kadar farklı değildiler. Ama Efendimiz, tayfanın yaşadığı baş kasaraya adımını bile atmamıştı. Ortalıkta kan gövdeyi götürürken istifini bozmaksızın kamarasında keman çalabilen asil biri, tabiatüstü bir varlıktı o.” (s. 109-110)

Amat  romanından alınan yukarıdaki bölümde de görüldüğü gibi yazar, metnin akışı içerisinde âdeta gemi mürettebatından biriymişçesine kendi düşüncelerini belirterek, anlatı içerisinde etkin bir rol üstlenmiştir. Dolayısı ile Anar’ın (diğer eserlerindeki kadar bariz olmasa da)  Amat’ta da anlatıcıyı etkin bir biçimde kullanıldığını görmekteyiz.

Amat romanında, olayların başlıca kaynağının Kurşunlu Mahzen Kâtibi Hamamcı Musa Efendi’nin “Galata’nın Karaköy Kapısı civarındaki Balyozdağıtan Hanı’na bitişik, Arap İmam’ın” (s. 224) kahvehanesinin “müdavimleri arasında geçen konuşmalardan ilham(la)” (s. 226) yazdığı Tezâkirü’l Mücrimin adlı eser olduğu belirtilmektedir. Hatta olayların bir çoğu zikredilen eserin ikinci bâbında tafsilatlı bir biçimde anlatılmıştır. (s. 226) Dolayısı ile anlatılan olayların arka planında kalsa da metnin yazılış sürecinin eserin konusu haline geldiğini söyleyebiliriz. Özellikle 45. bölümde (s. 223-235) bu durum daha açık bir biçimde hissedilmektedir.

Amat  romanı üstkurmacayı vurgulayan bu unsurların yanında anlatı, fantastik unsurlarla bezenmesi yönüyle de postmodern bir yaklaşımı içerir. Süleyman Reis’in rüzgâra hükmetmesi (s. 100), Diyavol’un gizli saklı bütün günahlardan haberdâr olması (s. 177-178), devlerin, cadıların ve cinlerin sesinin duyulması (s. 191) ya da balta ile vurulan meşe ağaçlarının acı ile feryat etmesi okuyucunun algısında bir kırılmaya neden olmaktadır. Dolayısı ile bu kırılma okuyucunun zihninde gerçek ile kurmaca ilişkisini ortaya koyarken bir taraftan da bu olguları sorunsallaştırmaktadır.

Amat romanında tarih, zaman, çevre, kişiler ve hatta dil ve anlatım burada da herhangi bir gerçekliği “yansıtma” kaygısından çok, bir “atmosfer” yaratma, dekor oluşturma işlevi görür. Sanatçı bu eserinde de okuyucusuna dinî, mistik, mitolojik ve masalsı unsurlardan hareketle fantastik bir dünya kurmaktadır. Aslında Amat tarihî-fantastik bir atmosfer içinde geçen dinî- felsefî bir ana öykü üzerine kurgulanmıştır. Bu bağlamda eserin üzerine bina edildiği konunun insan-şeytan arasındaki mücadelesi olduğu söylenebilir. Yazar, kültürel birikim ve motiflerimizden de istifade ederek evrensel nitelikli, fantastik bir eser ortaya koymuştur, diyebiliriz.

Amat romanında, olaylar birbirlerine neden-sonuç ilişkisi içerisinde bağlanmaz. Dolayısı ile eserde çizgisel bir kurgu ve gerçekçi bir anlatımdan söz edemeyiz. Metne yön veren asıl etken, dinî metinlerdeki olayları göz önünde bulunduran yazarın, fantastik unsurlarla beslediği hayal dünyasıdır. Dolayısı ile metnin kendi gerçekliğini önceleyen, metinselliğini vurgulayan bir tavrı olduğunu söyleyebiliriz. Ayrıca eserin son bölümünde Rıdvan adlı bir softanın “Peki bu hikâye gerçek mi?” (s. 235) sorusuna Kurşunlu Mahzen Kâtibi Hamamcı Musa Efendi’nin “Amat ne kadar gerçekse bu hikâye de o kadar gerçek.” (s. 235) biçiminde cevap vermesi “gerçeklik” sorunsalını ortaya koymaktadır. Üst kurmacalı anlatıların, romanın “varlık” sorununu öne çıkardığını göz önünde bulundurursak, yazarın bu tavrıyla eserin ontolojik yapısı ile ilgili bir tartışma oluşturduğunu görürüz. Bu durum Anar’ın postmodernist tavrı ile koşuttur.

Amat romanında anlatılanların büyük bir bölümü, “Galata’nın Karaköy Kapısı civarındaki Balyozdağıtan Hanı’na bitişik, Arap İmam’ın” (s. 224) kahvehanesinin “müdavimleri arasında geçen konuşmalardan ilham” (s. 226) alınarak, Hamamcı Musa Efendi’nin Tezâkirü’l Mücrimin adlı eserinden rivayet edilmekle beraber, bu macerayla ilgili birtakım farklı rivayetler de ana öyküye eklenir. Söz konusu farklı rivayetlerin kaynağı yine Tezâkirü’l Mücrimin gibi, birtakım hayalî ya da gerçek Osmanlı dönemi dinî ya da tarihî eserlerdir. Örneğin Ölü Gözlü Cuma Bey’in Kamûsü’l Desâis’i, Kuyruklu Rıza Çelebi’nin Kitâbü’l-İber’i, Masraf Kâtibi Kuzgunî Halim Efendi’nin Silsiletü’l-Havadis’i, Vakanüvis Şaşı İkram Efendi’nin Kevâşifü’l-Melânet ve’l Habâset’i, Zindan Kâtibi Çapraz Recep Dede Efendi’nin El Müsvette fî Usulü’l Livâta’sı, Selâm Ağası Kekez İsmail Dede Hazretleri’nin Akaidü’r Rezâil’i vb. kısacası bu eserde Amat adlı bir Osmanlı kalyonunda yaşananlar, ana kaynak Tezâkirü’l Mücrimin (Günahkârlar Kitabı) olmak üzere, saydığımız diğer Osmanlıca eserlerden ve “rivayet öykü/öyküler”den oluşmaktadır. Yani eser kurmacanın kurmacası diyebileceğimiz bir biçimde kurgulanmıştır; zira yazar, kurgulanmış bir gerçekliği, tekrar kurgulayarak okuyucuya aktarmıştır. Anlatılanların büyük bir kısmı Tezâkirü’l Mücrimin’den aktarıldığına göre eserin de günah ve günahkârları konu edindiğini söyleyebiliriz.

Amat  romanında yazar “aslında, Kitâbü’l-İber’den rivayet edilen bir iç öyküde Amat’ın ana temasını açıklar. Bu rivayete göre, bir haham çamurdan bir insan yapıp alnına ‘gerçek’ anlamına gelen ‘Emet’ sözcüğünü yazar. Kendi yarattığı bu insan, canlanıp onun her emrimi yerine getirir. Ancak ‘Emet’ sözcüğünün başındaki elif harfi silindiğinde ‘met’ sözcüğü kalır. Met, ölüm demektir. Çamurdan yapılan ve alnına ‘Emet’ yazılı insan ölür ve hahamın buyruğundan kurtulur. (s. 230) Bu iç anlatıdaki adları değiştirip, hahamın yerine Diyavol’u (Şeytan), çamurdan yapılan insanın yerine de Amat’taki denizcileri koyduğumuzda, ‘Amat’ın âdeta bu iç öykünün bir açılımı olduğu görülecektir. Dolayısı ile alt anlatıların eserdeki ana temayı destekleyici bir biçimde kurgulandığını ifade edebiliriz.

Amat romanında insanın bilme ve ölümsüz olma tutkusu, şeytanın bu tutkuyu kullanarak insanları yoldan çıkarıp kendisine kul, köle etme çabası ele alınmıştır. Dolayısı ile Amat’ta dinsel ve felsefî bir temanın kullanıldığını söyleyebiliriz. Ancak yazar bu temayı örtük bir biçimde işlemektedir. Sanatçının olay akışında kullandığı simgeler, dinî ve mitolojik göndermeler âdeta şifreli bir metin oluşturmaktadır. Dolayısı ile eser bu şekilde simgesel ve alegorik bir yapıya bürünmektedir. Amat’ın tarihsel atmosferini oluşturan bu özelliklerinin yanında fantastik yönleri de dikkat çekicidir. Yazar bu anlatısında da tarihî atmosferle fantastiği karıştırarak, tarihsel-fantastik diyebileceğimiz bir eser ortaya koymuştur. 902 yaşındaki bir şeyhin varlığı (s. 30), Süleyman’ın “Ey rüzgâr! Dur artık dur!” diyerek fırtınayı durdurması (s. 100), Nuh Usta’nın falda insanların öldürdüğü kişilerin dahi isimlerini görebilmesi (s. 103), Kaptan Diyavol’un kırmızı atlasla örtülü boy aynasında gizlenerek kamarasında olup bitenleri oradan izlemesi (s. 26, 221, 233), Diyavol’un bayrağının bir tayfanın gözünü kör etmesi (s. 171-172), Diyavol Paşa’nın gemideki herkesin işlediği günahları en ince ayrıntılarına kadar bilmesi (s. 177-178), sis içerisinde devlerin, cadıların ve cinlerin sesinin duyulması (s. 191), vebadan ölmüş olan İsrafil adlı tayfanın gözlerini birden açarak borusunu öttürmesi (s. 223), denizci mezarlığındaki meşe ağaçlarına balta ile vurulduğunda acılı bir feryadın işitilmesi (s. 226) gibi olaylar eserde göze çarpan başlıca fantastik unsurlardır. Bu durum Amat’ın klasik gerçekçi bir roman olmadığını göstermekle birlikte eserin determinist bir yaklaşımla yazılmadığını da ortaya koymaktadır.

Amat romanının eserde anılan tarihî kaynakların rivayetinden oluşması metne anlatının anlatısı olma gibi bir özellik katmaktadır. Ayrıca eserin sonunda, Rıdvan adlı bir delikanlının, Amat hikâyesinin gerçek olup olmamasına dair sorduğu soruya Kurşunlu Mahzen Kâtibi Hamamcı Musa Efendi’nin “Amat ne kadar gerçekse bu hikâye de o kadar gerçek.” (s. 235) şeklinde cevaplaması, gerçek- kurmaca ilişkisini sorunsallaştırması açısından dikkat çekicidir.

Amat romanında metnin hayal atmosferini destekleyen önemli unsurlardan biri de kolaj tekniğidir. Bu durum zaman zaman doğrudan alıntılar, bazen herhangi bir söz ya da olayın sezdirilmesi, zaman zaman da metinde kullanılan farklı malzemeler yoluyla sağlanmaktadır. Bu bağlamda yazarın Amat’ta birçok ayet ve hadise gönderme yaptığı görülmektedir.

İlk olarak eserin başında ithaf olarak kullanılan ve Tevrat’tan direkt olarak alınmış olan ayetler dikkat çekicidir. (s. 7) Bununla birlikte Kaptan Diyavol’un kamarasındaki kişilerin “Gemide bozgunculuk edip kan dökecek birini mi kendine vekil seçiyordun” (s. 74) sözlerine karşılık Diyavol Paşa’nın “Ben sizin bilmediklerinizi de bilirim.” (s. 74) sözleri Kuran’daki “Hatırla ki Rabbin meleklere: Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım, dedi. Onlar: Bizler hamdinle seni tesbih ve seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun? dediler. Allah da onlara: Sizin bilemeyeceğinizi herhalde ben bilirim, dedi.” ifadeleri ile büyük benzerlik göstermektedir. Bununla birlikte eserdeki “Elbette ki her nefis ölümü tadacaktır” (s. 189) ifadesi ile Kuran’daki “Her nefis ölümü tadacaktır.” ayeti neredeyse bire bir aynıdır.

Amat romanında, sanatçı bu tekniği, sezdirmenin yanı sıra, ayetin Arapçasını Latin harfleriyle verdikten sonra, Türkçe anlamını belirterek de kullanmıştır. “Velisüleymânerrıyha âsıfeten tecriy biemrihî ilel’ardılletiy bâreknâ fiyha! (Enbiyâ, 81)/Kasırga gibi esen rüzgârı Süleyman’ın emrine verdik!” (s. 100) veya “Ve minennâsi men yekuûlü amenna billâhi ve bilyevmil’âhıri ve mâ hüm bimü’miniyn.” (Bakara, 14) ayetinin ardından “İnsanlardan öyleleri vardır ki, inanmadıkları hâlde, ‘Allah’a ve ahiret gününe inandık,’ derler.” (s. 151) şeklinde meali verilmiştir. Başka bir yerde de “Femeni’tedâ aleyküm fa’tedü aleyhi bimisli ma’tedâ aleyküm” (Bakara, 194) ayetinden sonra meal olarak “Kim size saldırırsa siz de tıpkı onun saldırdığı gibi ona saldırın.” (s. 176) ifadelerine yer verilmiştir.

Amat romanında, Hikmetü’l Lokman adlı bir eserden de montaj niteliğinde alıntılar yapılmıştır. (s. 188-190) Ayrıca anlatıda adı geçen bir başka eser olan Kebire’den de aşağıdaki şekil montajlanmıştır:
“ppöan
lösee
bioui
oduml
itöai” (s. 209)

Amat romanında buna benzer şekillerin kullanıldığını görmekteyiz. (s. 190, 210) Dolayısı ile yazar, metne ait olmayan bu şekil ya da grafikler aracılığı ile metnin kurgusallığını ön plana çıkarmış ve yazma eylemini postmodernist bir tutum çerçevesinde oyun haline getirmiştir. Bu tür uygulamaları da kolaj tekniği çerçevesinde değerlendirmek mümkündür.

Amat romanında sık sık karşılaştığımız tekniklerden biri olan parodi, aynı zamanda eserin metinlerarasılık tekniğinin temel dayanak noktalarından biridir.

Amat  romanında İbni Meymun, Galen (Câlinus) (s. 89), Eblus (s. 91), Hintli Sâmur, Mûras, Fisagor, Aristâtalis (s. 92), İbni Parmen (s. 113), Lokman Hekim (s. 187) gibi birçok ilim adamı ve düşünürün ölüm hakkındaki düşüncelerine yer verilmiştir. Bu bağlamda sanatçının fikir ve olaylara çoğulcu bir biçimde yaklaştığı görülür. Anar’ın bu tutumu postmodernizmin temel ilkesi olan çoğulculuk (pluralism) ile paraleldir; zira “değiştiremediği yaşam koşullarını ve ölümü yazgı ile koşutlayan insanın, metafizik bir dizgenin gücüne boyun eğişinden, onu olduğu gibi kabullenişinden izler taşır postmodern çoğulculuk düşüncesi.


Featured

[Featured][recentbylabel2]

Featured

[Featured][recentbylabel2]
Notification
This is just an example, you can fill it later with your own note.
Done