Amat, İhsan
Oktay Anar’ın eseridir. Bu eser, 1670 yılında, İstanbul’dan yola çıkıp, Ege
denizi üzerinden Navarin’e doğru yol alan Amat adlı bir
Osmanlı kalyonunun seferi sırasında karşılaştığı maceralardan hareketle,
yaratılıştan beri süregelen insan ve şeytan arasındaki mücadeleyi konu
edinmektedir.
Amat romanında yer alan metindeki olaylar, başta
Kurşunlu Mahzen Kâtibi Hamamcı Musa Efendi’nin Tezâkirü’l
Mücrimin
adlı eseri ile birlikte çeşitli şahıs ve kaynaklardan yapılan rivayetler
doğrultusunda anlatılmaktadır. Buna göre 58 toplu büyük bir kalyon, uzun ve
kanlı bir sefer için hazırlanmaktadır. Gemiyi yaptıran, aynı zamanda kaptanlığını
da yürüten Diyavol Paşa “ayakçısından gabyarına, topçusundan zâbitine kadar
herkes(i)” kendisi seçmiş, ancak “Kırbaç” lakaplı Süleyman, gemiye yüksek bir
makam veya yerden gelen özel bir emirle atanmıştır.
Gemide yaşanan
bazı gerçeküstü olaylardan sonra, Kaptan Diyavol, Süleyman Reis’in odasına
istediği zaman girip, bir kitap dışında kütüphanesindeki bütün kitapları
okuyabilir hale gelmiştir. Ancak kara kaplı kitaptan uzak durmasını
istenmiştir. Bir süre sonra ikinci kaptan Kırbaç Süleyman kontrolünde ilerleyen
Amat, Adriya ile Ege
Denizi’nin birleştiği yerdeki Çuha Adası açıklarında şiddetli bir fırtınaya
yakalanır.
Mürettebatın
“gaipten haberler verdiğine, abdest alıp iki rekat namaz kıldıktan sonra en
karmaşık rüyaları bile tâbir ettiğine” (s. 101) inandığı Nuh Usta, o zamana
kadar gemideki 21 kişinin falına
bakmış ve hepsinin de bir vakitler cinayet işlediğini söylemiştir. Bununla
kalmayan yaşlı adam, öldürdükleri şahsın adını unutan kişilere, onların adını
da söyleyerek gemidekileri şaşırtmış ve ürkütmüştür. Üstelik bu 21 kişinin
falında da “nahs-ı dahil” (s. 103) denilen, ölüm ve zulmü simgelediğine
inanılan en uğursuz şekil çıkmıştır.
Kırbaç Süleyman
ve seyir zâbiti Abuzer Reis, yaptıkları ölçümler sonucunda kendilerine en yakın
kara parçasının Saint Jean Şövalyeleri’nin kontrolü altındaki Malta Adası
olduğunu tespit eder. (s. 126) Bunca tehlikeli çarpışmaların yapıldığı bir
sırada ortadan kaybolan Diyavol’u, Koca Reis “pruvadan pupaya, sancaktan
iskeleye, zifostan sintineye kadar bütün gemiyi fellik fellik ara(tmış)” (s.
125); ancak Kaptan Efendi’ye ulaşılamamıştır. Bu durumda geminin ikinci kaptanı
Süleyman, yetkisini kullanmış, riskli ve tehlikeli olmasına rağmen Malta
Adası’na gitmeye karar vermiştir. (s. 127)
Amat tekrar denize
açıldıktan sonra, güneşin batmasına az bir vakit kala, Saint Jean
Şövalyeleri’ne ait üç büyük geminin kendilerini takip ettiğinin görülmesi
herkesi şaşırtır ve korkutur. Kaptan Efendi Abuzer Reis’e “Senin denizcilik
yeteneğini işte şimdi göreceğiz!” (s. 160) diyerek güverteyi ona teslim eder ve
kamarasına çekilir.
Kaptan
Diyavol’un emriyle gemiye kara bir sancak asılır. Bu, günahı ve günahkârları
temsil etmektedir; zira Navarin’deki bir gemici mezarlığından kesilen tam 247
meşe ağacından yapılan bu gemi, içerisinde 247 günahkâr taşımaktadır.
Osmanlı’ya ait
iki firkateyne acımasızca saldıran gemiciler, bu iki gemiyi de batırarak bütün
mürettebatını öldürürler. Çatışma esnasında gözüne isabet eden bir kurşun
sebebiyle ölen Abuzer Reis, Kaptan Efendi’nin emri ile ağzına meşe tohumu
konularak gizli bir biçimde geminin ambarına bırakılır. O günün akşamında,
rotasını Kaptan Diyavol’dan başka kimsenin bilmediği Amat, uğursuz bir
sisin içine girer. (s. 185)
Bu durumda bile
ölümsüzlüğün peşinde olan Navarinli Süleyman, seyir güvertesine çıkmak
üzereyken perişan haldeki Ali Reis ile karşılaşır. Bu adam ona ölümsüz olmak
için bir kitap okumanın yeterli olduğunu, onun da Diyavol Paşa’nın
dokunulmasını dahi istemediği “Yasak kitap” (s. 220) olduğunu söyler. Bunun
üzerine kaptan kamarasına çıkan Kırbaç Süleyman, Diyavol’un içeride olmadığını
görünce “Yasak kitab”ı bularak fırsattan istifade okumaya başlar. “Fakat
kamaradaki aynanın üstüne örtülmüş o kumaştaki delikten bakan kızıl gözü fark
ede(meyen)” (s. 221) Koca Reis suçüstü yakalanır.
Diyavol
kendisine ihanet ettiğinden ötürü onu feci bir biçimde cezalandırarak gemideki
vebalıların bulunduğu yere hapsettirir. Kendisini kara illetten ölenlerin
üzerinde bulan Süleyman, elindeki mumla ölülerin yüzüne baktığında onların
alınlarında birtakım harfler görür. Evet, bütün ölülerin alınlarında “AMAT’ yazmaktadır.
Gördükleri karşısında irkilen Koca Reis, bu sırada geminin borucusu İsrafil’in
cesedini görür. Aynı yazı vebaya kurban giden bu çocuğun alnında da
görülmektedir. Birden gözlerini açan İsrafil, kulakları sağır edercesine
borusunu öttürür.
Kuyruklu Rıza
Çelebi’nin Kitâbü’l-İber’de anlattığına göre bir haham çamurdan
bir insan yaparak alnına “EMET” yani “gerçek” yazmış; böylece bu “insan”
canlanıp her emri yerine getirmiştir. Ancak kelimenin başındaki “Alef ’ harfi
silindiği için “EMET”, “MET”e; yani “ölüm”e dönüşmüş ve çamurdan yapılmış bu
beden de hayatını kaybetmiştir. Ayrıca bu eserde Navarinli Yahudilerin “EMET”
kelimesini “AMAT" diye telaffuz ettikleri
belirtilmiştir. Aynen bu şekilde Kaptan Diyavol (Azazil/Şeytan) da, gemisindeki
ölülerin alnına “AMAT" yazarak onları
tekrar diriltmeyi amaçlar. Bu şekilde her istediğini yapan, yalnızca kendisine
itaat eden bir günahkârlar ordusu kurmak arzusundadır. Ancak yasak kitabı
okuyarak hakikati öğrenen Kırbaç Süleyman, kaldığı ambardan kurtularak topun
başına geçer. Geminin kıç aynalığında bulunan “AMAT" isminin “A”
harfini düşürdükten sonra geriye “MAT” kalır. Bu kelime ölüm anlamına geldiği
için gemi bir anda paramparça olur. Böylece kendisini ve mürettebatı sonsuza
kadar şeytanın esiri olmaktan kurtaran Süleyman, iyilerin ödülü olan sonsuz
ahiret hayatının güzelliklerini (s. 2990) de hak etmiş olur.
Amat
romanında
anlatıcının kendisini gizlemeyen, etkin bir fonksiyonu olduğunu söyleyebiliriz.
“Cenk boyunca
kamarasından çıkmayan kaptana Amat'takiler ne korkak ne de ödlek dedi. Tam
tersi. Putperestler, güçleri olduğu kadar zaafları da olan ilahlarına nasıl
bakıyorlarsa öyle baktılar ona. Diyavol Paşa Hazretleri en azından o anda, Amat’ın mürettebatı için şımarık bir
yarı tanrıdan başka bir şey değildi. Paşa Efendimizin yaptığını reisler yahut
zabitlerden biri yapsaydı ödleğin teki oluverirdi; çünkü onlar da başaltından
yetiştikleri için tayfadan pek o kadar farklı değildiler. Ama Efendimiz,
tayfanın yaşadığı baş kasaraya adımını bile atmamıştı. Ortalıkta kan
gövdeyi götürürken istifini bozmaksızın kamarasında keman çalabilen asil biri,
tabiatüstü bir varlıktı o.” (s. 109-110)
Amat romanından alınan yukarıdaki bölümde de
görüldüğü gibi yazar, metnin akışı içerisinde âdeta gemi mürettebatından
biriymişçesine kendi düşüncelerini belirterek, anlatı içerisinde etkin bir rol
üstlenmiştir. Dolayısı ile Anar’ın (diğer eserlerindeki kadar bariz olmasa da) Amat’ta da anlatıcıyı
etkin bir biçimde kullanıldığını görmekteyiz.
Amat romanında,
olayların başlıca kaynağının Kurşunlu Mahzen Kâtibi Hamamcı Musa Efendi’nin “Galata’nın
Karaköy Kapısı civarındaki Balyozdağıtan Hanı’na bitişik, Arap İmam’ın” (s.
224) kahvehanesinin “müdavimleri arasında geçen konuşmalardan ilham(la)” (s.
226) yazdığı Tezâkirü’l Mücrimin adlı eser olduğu belirtilmektedir.
Hatta olayların bir çoğu zikredilen eserin ikinci bâbında tafsilatlı bir
biçimde anlatılmıştır. (s. 226) Dolayısı ile anlatılan olayların arka planında
kalsa da metnin yazılış sürecinin eserin konusu haline geldiğini
söyleyebiliriz. Özellikle 45. bölümde (s. 223-235) bu durum daha açık bir
biçimde hissedilmektedir.
Amat romanı üstkurmacayı vurgulayan bu unsurların
yanında anlatı, fantastik unsurlarla bezenmesi yönüyle de postmodern bir
yaklaşımı içerir. Süleyman Reis’in rüzgâra hükmetmesi (s. 100), Diyavol’un
gizli saklı bütün günahlardan haberdâr olması (s. 177-178), devlerin, cadıların
ve cinlerin sesinin duyulması (s. 191) ya da balta ile vurulan meşe ağaçlarının
acı ile feryat etmesi okuyucunun algısında bir kırılmaya neden olmaktadır.
Dolayısı ile bu kırılma okuyucunun zihninde gerçek ile kurmaca ilişkisini
ortaya koyarken bir taraftan da bu olguları sorunsallaştırmaktadır.
Amat
romanında tarih,
zaman, çevre, kişiler ve hatta dil ve anlatım burada da herhangi bir gerçekliği
“yansıtma” kaygısından çok, bir “atmosfer” yaratma, dekor oluşturma işlevi
görür. Sanatçı bu eserinde de okuyucusuna dinî, mistik, mitolojik ve masalsı
unsurlardan hareketle fantastik bir dünya kurmaktadır. Aslında Amat
tarihî-fantastik bir atmosfer içinde geçen dinî- felsefî bir ana öykü üzerine
kurgulanmıştır. Bu bağlamda eserin üzerine bina edildiği konunun insan-şeytan
arasındaki mücadelesi olduğu söylenebilir. Yazar, kültürel birikim ve
motiflerimizden de istifade ederek evrensel nitelikli, fantastik bir eser
ortaya koymuştur, diyebiliriz.
Amat
romanında,
olaylar birbirlerine neden-sonuç ilişkisi içerisinde bağlanmaz. Dolayısı ile
eserde çizgisel bir kurgu ve gerçekçi bir anlatımdan söz edemeyiz. Metne yön
veren asıl etken, dinî metinlerdeki olayları göz önünde bulunduran yazarın,
fantastik unsurlarla beslediği hayal dünyasıdır. Dolayısı ile metnin kendi
gerçekliğini önceleyen, metinselliğini vurgulayan bir tavrı olduğunu
söyleyebiliriz. Ayrıca eserin son bölümünde Rıdvan adlı bir softanın “Peki bu
hikâye gerçek mi?” (s. 235) sorusuna Kurşunlu Mahzen Kâtibi Hamamcı Musa
Efendi’nin “Amat ne kadar gerçekse bu hikâye de o
kadar gerçek.” (s. 235) biçiminde cevap vermesi “gerçeklik” sorunsalını ortaya
koymaktadır. Üst kurmacalı anlatıların, romanın “varlık” sorununu öne
çıkardığını göz önünde bulundurursak, yazarın bu tavrıyla eserin ontolojik
yapısı ile ilgili bir tartışma oluşturduğunu görürüz. Bu durum Anar’ın postmodernist tavrı ile koşuttur.
Amat romanında anlatılanların
büyük bir bölümü, “Galata’nın Karaköy Kapısı civarındaki Balyozdağıtan Hanı’na
bitişik, Arap İmam’ın” (s. 224) kahvehanesinin “müdavimleri arasında geçen
konuşmalardan ilham” (s. 226) alınarak, Hamamcı Musa Efendi’nin Tezâkirü’l
Mücrimin
adlı eserinden rivayet edilmekle beraber, bu macerayla ilgili birtakım farklı
rivayetler de ana öyküye eklenir. Söz konusu farklı rivayetlerin kaynağı yine Tezâkirü’l
Mücrimin
gibi, birtakım hayalî ya da gerçek Osmanlı dönemi dinî ya da tarihî eserlerdir.
Örneğin Ölü Gözlü Cuma Bey’in Kamûsü’l Desâis’i, Kuyruklu Rıza
Çelebi’nin Kitâbü’l-İber’i, Masraf Kâtibi Kuzgunî Halim
Efendi’nin Silsiletü’l-Havadis’i, Vakanüvis Şaşı
İkram Efendi’nin Kevâşifü’l-Melânet
ve’l Habâset’i, Zindan Kâtibi Çapraz Recep Dede Efendi’nin El
Müsvette fî Usulü’l Livâta’sı, Selâm Ağası Kekez İsmail Dede
Hazretleri’nin Akaidü’r Rezâil’i vb. kısacası
bu eserde Amat adlı bir Osmanlı kalyonunda
yaşananlar, ana kaynak Tezâkirü’l Mücrimin (Günahkârlar
Kitabı) olmak üzere, saydığımız diğer Osmanlıca eserlerden ve “rivayet öykü/öyküler”den
oluşmaktadır. Yani eser kurmacanın kurmacası diyebileceğimiz bir biçimde
kurgulanmıştır; zira yazar, kurgulanmış bir gerçekliği, tekrar kurgulayarak
okuyucuya aktarmıştır. Anlatılanların büyük bir kısmı Tezâkirü’l
Mücrimin’den aktarıldığına göre eserin de günah ve günahkârları konu
edindiğini söyleyebiliriz.
Amat romanında yazar “aslında, Kitâbü’l-İber’den rivayet
edilen bir iç öyküde Amat’ın ana temasını
açıklar. Bu rivayete göre, bir haham çamurdan bir insan yapıp alnına ‘gerçek’
anlamına gelen ‘Emet’ sözcüğünü yazar. Kendi yarattığı bu insan, canlanıp onun
her emrimi yerine getirir. Ancak ‘Emet’ sözcüğünün başındaki elif harfi
silindiğinde ‘met’ sözcüğü kalır. Met, ölüm demektir. Çamurdan yapılan ve
alnına ‘Emet’ yazılı insan ölür ve hahamın buyruğundan kurtulur. (s. 230) Bu iç
anlatıdaki adları değiştirip, hahamın yerine Diyavol’u (Şeytan), çamurdan
yapılan insanın yerine de Amat’taki denizcileri koyduğumuzda, ‘Amat’ın âdeta bu iç
öykünün bir açılımı olduğu görülecektir. Dolayısı ile alt anlatıların eserdeki
ana temayı destekleyici bir biçimde kurgulandığını ifade edebiliriz.
Amat romanında
insanın bilme ve ölümsüz olma tutkusu, şeytanın bu tutkuyu kullanarak insanları
yoldan çıkarıp kendisine kul, köle etme çabası ele alınmıştır. Dolayısı ile Amat’ta dinsel ve
felsefî bir temanın kullanıldığını söyleyebiliriz. Ancak yazar bu temayı örtük
bir biçimde işlemektedir. Sanatçının olay akışında kullandığı simgeler, dinî ve
mitolojik göndermeler âdeta şifreli bir metin oluşturmaktadır. Dolayısı ile
eser bu şekilde simgesel ve alegorik bir yapıya bürünmektedir. Amat’ın tarihsel
atmosferini oluşturan bu özelliklerinin yanında fantastik yönleri de dikkat
çekicidir. Yazar bu anlatısında da tarihî atmosferle fantastiği karıştırarak, tarihsel-fantastik diyebileceğimiz bir eser ortaya
koymuştur. 902 yaşındaki bir şeyhin varlığı (s. 30), Süleyman’ın “Ey rüzgâr!
Dur artık dur!” diyerek fırtınayı durdurması (s. 100), Nuh Usta’nın falda
insanların öldürdüğü kişilerin dahi isimlerini görebilmesi (s. 103),
Kaptan
Diyavol’un kırmızı atlasla örtülü boy aynasında gizlenerek kamarasında olup
bitenleri oradan izlemesi (s. 26, 221, 233), Diyavol’un bayrağının bir tayfanın
gözünü kör etmesi (s. 171-172), Diyavol Paşa’nın gemideki herkesin işlediği
günahları en ince ayrıntılarına kadar bilmesi (s. 177-178), sis içerisinde
devlerin, cadıların ve cinlerin sesinin duyulması (s. 191), vebadan ölmüş olan
İsrafil adlı tayfanın gözlerini birden açarak borusunu öttürmesi (s. 223),
denizci mezarlığındaki meşe ağaçlarına balta ile vurulduğunda acılı bir
feryadın işitilmesi (s. 226) gibi olaylar eserde göze çarpan başlıca fantastik
unsurlardır. Bu durum Amat’ın klasik
gerçekçi bir roman olmadığını göstermekle birlikte eserin determinist bir
yaklaşımla yazılmadığını da ortaya koymaktadır.
Amat romanının
eserde anılan tarihî kaynakların rivayetinden oluşması metne anlatının anlatısı
olma gibi bir özellik katmaktadır. Ayrıca eserin sonunda, Rıdvan adlı bir
delikanlının, Amat hikâyesinin gerçek olup olmamasına
dair sorduğu soruya Kurşunlu Mahzen Kâtibi Hamamcı Musa Efendi’nin “Amat ne kadar
gerçekse bu hikâye de o kadar gerçek.” (s. 235) şeklinde cevaplaması, gerçek-
kurmaca ilişkisini sorunsallaştırması açısından dikkat çekicidir.
Amat romanında
metnin hayal atmosferini destekleyen önemli unsurlardan biri de kolaj
tekniğidir. Bu durum zaman zaman doğrudan alıntılar, bazen herhangi bir söz ya
da olayın sezdirilmesi, zaman zaman da metinde kullanılan farklı malzemeler
yoluyla sağlanmaktadır. Bu bağlamda yazarın Amat’ta birçok ayet ve
hadise gönderme yaptığı görülmektedir.
İlk olarak
eserin başında ithaf olarak kullanılan ve Tevrat’tan direkt olarak
alınmış olan ayetler dikkat çekicidir. (s. 7) Bununla birlikte Kaptan
Diyavol’un kamarasındaki kişilerin “Gemide bozgunculuk edip kan dökecek birini
mi kendine vekil seçiyordun” (s. 74) sözlerine karşılık Diyavol Paşa’nın “Ben
sizin bilmediklerinizi de bilirim.” (s. 74) sözleri Kuran’daki “Hatırla ki
Rabbin meleklere: Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım, dedi. Onlar: Bizler
hamdinle seni tesbih ve seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak,
orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun? dediler. Allah da onlara: Sizin
bilemeyeceğinizi herhalde ben bilirim, dedi.” ifadeleri ile büyük benzerlik
göstermektedir. Bununla birlikte eserdeki “Elbette ki her nefis ölümü
tadacaktır” (s. 189) ifadesi ile
Kuran’daki
“Her nefis ölümü tadacaktır.” ayeti neredeyse bire bir aynıdır.
Amat romanında,
sanatçı bu tekniği, sezdirmenin yanı sıra, ayetin Arapçasını Latin harfleriyle
verdikten sonra, Türkçe anlamını belirterek de kullanmıştır. “Velisüleymânerrıyha
âsıfeten tecriy biemrihî ilel’ardılletiy bâreknâ fiyha! (Enbiyâ, 81)/Kasırga
gibi esen rüzgârı Süleyman’ın emrine verdik!” (s. 100) veya “Ve minennâsi men
yekuûlü amenna billâhi ve bilyevmil’âhıri ve mâ hüm bimü’miniyn.” (Bakara, 14)
ayetinin ardından “İnsanlardan öyleleri vardır ki, inanmadıkları hâlde,
‘Allah’a ve ahiret gününe inandık,’ derler.” (s. 151) şeklinde meali
verilmiştir. Başka bir yerde de “Femeni’tedâ aleyküm fa’tedü aleyhi bimisli
ma’tedâ aleyküm” (Bakara, 194) ayetinden sonra meal olarak “Kim size saldırırsa
siz de tıpkı onun saldırdığı gibi ona saldırın.” (s. 176) ifadelerine yer
verilmiştir.
Amat romanında,
Hikmetü’l
Lokman
adlı bir eserden de montaj niteliğinde alıntılar yapılmıştır. (s. 188-190)
Ayrıca anlatıda adı geçen bir başka eser olan Kebire’den de aşağıdaki
şekil montajlanmıştır:
“ppöan
lösee
bioui
oduml
itöai” (s. 209)
Amat romanında
buna benzer şekillerin kullanıldığını görmekteyiz. (s. 190, 210) Dolayısı ile
yazar, metne ait olmayan bu şekil ya da grafikler aracılığı ile metnin
kurgusallığını ön plana çıkarmış ve yazma eylemini postmodernist bir tutum
çerçevesinde oyun haline getirmiştir. Bu tür uygulamaları da kolaj tekniği
çerçevesinde değerlendirmek mümkündür.
Amat romanında sık
sık karşılaştığımız tekniklerden biri olan parodi, aynı zamanda eserin
metinlerarasılık tekniğinin temel dayanak noktalarından biridir.
Amat romanında İbni Meymun, Galen (Câlinus) (s.
89), Eblus (s. 91), Hintli Sâmur, Mûras, Fisagor, Aristâtalis (s. 92), İbni
Parmen (s. 113), Lokman Hekim (s. 187) gibi birçok ilim adamı ve düşünürün ölüm
hakkındaki düşüncelerine yer verilmiştir. Bu bağlamda sanatçının fikir ve
olaylara çoğulcu bir biçimde yaklaştığı görülür. Anar’ın bu tutumu
postmodernizmin temel ilkesi olan çoğulculuk (pluralism) ile paraleldir; zira
“değiştiremediği yaşam koşullarını ve ölümü yazgı ile koşutlayan insanın,
metafizik bir dizgenin gücüne boyun eğişinden, onu olduğu gibi kabullenişinden
izler taşır postmodern çoğulculuk düşüncesi.