Tarih
boyunca toplumsal bir birliktelik içerisinde yaşayan insanlar, duygu ve
düşüncelerini bazen şekil ve resimlerle; bazen de sözlü olarak ifade etmeye
çalışmışlardır. Yazılı döneme geçmeden önce sözlü olarak gelen anlatılar,
yazılı dönemden sonra kalıcılığını yazı ile sağlayarak; geçmiş dönemlere ait
bilgiler, bir sonraki kuşaklara aktarılmıştır. Toplumsal bir birlikteliğe mahkûm
olan insan, kendisinden sonra gelen nesillere; sanat ve edebiyat aracılığıyla
duygu ve düşünce birikimini taşımıştır. İnsanı temel alan her alandaki bilgi,
birbiri ile ilişkili halde bulunmaktadır. O halde edebiyat, felsefe, tarih,
sosyoloji, psikoloji gibi alanlardan elde edilen verilerle; insanın ve toplumun
yaşamına dair bilgilere erişmek mümkündür.
Derida, kendisiyle yapılan bir söyleşide,
edebiyat ile felsefe ilişkisinin ne olduğuna dair soruya cevap verirken şöyle
diyor:
‘’Bizim zaten
tarihsel anlatıyı, edebi kurguyu ve felsefi düşünümü saptama değil, ayırma
sıkıntımız var.’’ Evet, Derida’nın
bu sözünde bir hakikat payı var. Çünkü biz tarihçiler, edebiyatçılar,
felsefeciler olarak tarihin, edebiyatın ve felsefenin ne olduğunu, aramızda
ihtilaflar olsa da, en azından kendi tarzımızca biliyoruz. Asıl sıkıntımız,
bunlar arasında ne gibi ilişkilerin olduğunu saptama sıkıntısıdır.
Başta
roman türü olmak üzere edebî türler felsefi bir sorunsalı, varoluşsal bir
problemi, ahlaki gerilimi kendisine konu edinebilmektedir. Edebî olanın içinde
felsefi unsurların yer alması bir taraftan felsefecilerin inceleme alanına
girmesi gereken bir konuyu farklı veçheleriyle görmeye imkân sağlarken, diğer
yandan edebiyat eleştirmenlerinin de tahlil ve tenkitlerinde felsefeye
başvurmasına da kapı açmaktadır. Bu durumda felsefi unsurlar ve edebi
unsurların incelenmesi ve eleştirisinde; felsefeciler ile eleştirmenlerin aynı
konuyu farklı yönleriyle ele alması mümkün olmaktadır.
Felsefe
ve edebiyat ilişkisinin önemi, Türkçenin imkânlarını genişletmesi, yeni
kavramlar ve problematikler teklif etmesi ve düşünce hayatımızın zenginleşmesi
için yeni yollar ihdas etmesi gibi olgularla kendisini göstermektedir. Edebiyat
ve felsefenin yakınlaşması üzerinde durulmasının temel nedeni; edebiyatın
felsefeyle bütünleştiği zaman, hayatı içselleştirebilecek, derinleştirebilecek
bir metafizik tecrübeyi yansıtabilecek olmasıdır.
Her
alanın kendine özgü bir dili vardır. Felsefi dil edebi dilden önce çıkmamıştır.
Felsefi dil, edebi dilden önce ortaya çıkmaz. Onun ortaya çıkabilmesi için
edebi dilin belirli bir mesafe almış; varlığı, varoluşu ifade etmede belirli
bir yeterlilik kazanmış olması gerekir. Bu açıdan bakıldığında edebi dil
felsefi dili önceler.
Felsefe ve edebiyat arasındaki ilişkinin doğasını şu şekilde
özetleyebiliriz: Felsefe ve edebiyat birbirinin karşısında değil yanında, hatta
birbirinin içinde bulunur. Her türlü farklılaşmanın ötesinde, onların
birbirinin değirmenine su taşıdıkları, birbirinin toprağını sürdükleri söylenebilir.
Vefa Taşdelen, felsefi dilin ortaya çıkması için,
edebi dilin belirli bir mesafe alması gerektiğini; varlığı, varoluşu ifade
etmede yeterlilik kazanması gerektiğini ileri sürmektedir. Taşdelen ayrıca
çağımızın felsefe ve edebiyat arasında yakın ilişkilerin kurulduğu bir dönem
olduğunu vurgulamaktadır.
“Çağımız, felsefe ve edebiyat arasında sıcak ilişkilerin
kurulduğu bir dönem olmuştur. Bunun nedeni yalnız felsefenin edebiyat
üzerindeki yönlendirici ve belirleyici etkisi değil, edebiyatın da giderek
felsefe içinde bir söylem biçimi olarak görülmesidir. Varoluşçulukta filozof ve
romancı, filozof ve şair, filozof ve denemecinin aynı kişilikte bütünleştiğine
tanık oluruz. Bu durum yeni bir söylem biçimi oluşturma çabası olarak da
görülebileceği gibi, felsefenin varoluşsal sorunları ele alma konusundaki
yetersizliğinden de kaynaklanıyor olabilir.”
Vefa Taşdelen, felsefe ve edebiyat ilişkisinin iki farklı
görüşe mahal verebileceğini belirtmektedir. Ona göre, felsefenin varoluşu
anlamlandırmaktaki yetersizliği ve felsefe-edebiyat ilişkisinin yeni bir söylem
biçimini ortaya çıkarmasından kaynaklanmaktadır. Vefa Taşdelen’in edebiyat ile
felsefe ilişkisinin yakınlığı üzerine durmasının nedeni ise; birbiriyle zıt
unsurları bünyesinde bulunduran insanın, hem edebiyatın hem de felsefenin
merkezinde yer almasıdır.
İnsan, bir yönüyle doğa bir yönüyle tarihtir, bir yönüyle
madde bir yönüyle ruhtur, bir yönüyle akıl bir yönüyle gönüldür, bir yönüyle
özgürlük bir yönüyle zorunluluktu, bir yönüyle birey bir yönüyle toplumdur, bir
yönüyle ideal bir yönüyle gerçektir ve bunlardan biri değil, hepsidir. Eğer
insan tek bir unsurdan oluşmuş olsaydı, onun varoluş dünyası bu kadar farklı
renkleri, farklı sesleri ihtiva etmezdi. İnsanın çok boyutlu bir varlık oluşu,
hayatı farklı açılardan anlamayı ve anlamlandırmayı gerekli kılmıştır. İşte bu
yaklaşımlardan ikisi, felsefe ve edebiyattır.
Felsefe ve edebiyat, zihnin iki farklı tutumu olarak ortaya
çıkar; bir tutum şiiri, öyküyü, romanı üretirken diğeri düşünceyi ve felsefeyi
üretir. Bunlar birbirini dışlayan değil, tamamlayan, destekleyen ve kimi
durumda içeren tutumlardır. Bunun bir ifadesi olarak felsefede edebiyat,
edebiyatta da felsefe bulunur; kimi durumda şair filozof, filozof da şair
olarak görünür. Dikkatle bakıldığında büyük filozofların eserlerinde bir ifade
gücü olarak edebiyatın, büyük edebiyatçıların eserlerinde de bir derinlik
olarak felsefenin bulunduğu görülebilir.
Edebiyat, felsefeye oranla daha fazla kişiye hitap eder, onun
bilgi vermek gibi bir amacı yoktur. Elbette pek çok edebi metinden
çıkarılabilecek bilgiler mevcut olmakla birlikte biçim ön planda olduğu için
felsefi metne göre içerik daha geri plandadır. Felsefi eser, en yüksek genellik
derecesinde bir bilgi arayışına yönelik olduğu için felsefede bilgi esastır.
Gerçi edebi eser için de biçim ve içerik meselesi tartışmalıdır. Ancak felsefi
eserde böyle bir tartışma bile yoktur.
Felsefe kendini edebi eserlere her şeyden önce kontext
olarak, tema olarak, izlek olarak eklemleyebilir. Felsefeye ait bütün
sorunsallar yine felsefi metinler halinde yazılabilecekken yazarın (Robert
Musil) ya da filozofun (Jean Paul Sartre) bir edebi eseri seçmesi, edebi bir
eserde felsefi bir konuyu işlemek istemesi elbette felsefeyi oluşturacak tüm
argümantasyonların edebi bir eserde enine boyuna tartışılması demektir.
Felsefenin kuru ve soğuk dilindense edebiyatın canlı, çok yönlü, varlık
alanımızı her alanıyla sonsuz biçimleriyle açabilecek, duyguları alabildiğince
geniş soluklu anlatabileceğiniz edebi metinlere yani edebiyata kaçış zorunlu
görünür.
Güzel
sanat dallarından olan edebiyatın tanımını günümüzden çok önceye Platon’a kadar
taşıdığımızda ayna metaforu ile ilişkilendirildiği bilinmektedir. Platona göre
nasıl ayna gerçekleri yansıtıyorsa, edebiyat da gerçekleri yansıtmaktadır.
Edebiyat
Platon’un ünlü yaptı Devlet’te sanat bağlamı içinde düşünülmüş, edebiyatın
genel ve geniş anlamıyla bir tür yansıtma olduğu vurgulanmıştır. Aynayla
edebiyat arasında bir tür benzerlik kurulmuştur. Ayna nasıl nesneleri,
varlıkları olduğu gibi yansıtırsa, edebiyat da dünyayı, yaşamı yansıtır.
Platon’un
edebiyatla ayna arasında kurduğu bu dolaylı benzerlik denilebilir ki hemen her
çağda yaşarlılığını korumuştur. Değişik dünya ve toplum görüşüne olan
sanatçılar, kuramcılar sık sık bu benzetmeye başvurmuşlardır.
Örneğin
Fransız romancısı Stendhal’ın roman tanımı okul kitaplarına değin girmiştir: ‘Bir
roman yol boyunca gezdirilen ayna demektir.’
Bunun gibi Balzac’ın birçok romanında tüm ayrıntılarıyla döneminin Fransa’sına
ayna tutulmuştur. Onlarda töreleri, görenekleri, alışkanlıkları, zevkleri,
bilimsel buluşları, mali ve banka işlemleri, ipotek işleri, toprak
alışverişleri, hukuki işler içinde hukuk kurumlarını, kilise ile devlet
arsındaki ilişkileri, miras yasaları (,..)süslü salonları, tefecilerin odaları,
şehirde ayak takımının yaşadığı yerleri (...) bulabiliriz.
Stendhal’ın,
Balzac’ın bu edimini bir başka kuramcı, Marksist G.V. Plehanaov şöyle
kurallaştırarak özetler: ‘’Edebiyat ve sanat, hayatın aynasıdır.”
İnsanı,
insanın doğasını tanıma ve bilme; bir edebi eserde en ince ayrıntısıyla
edebiyat aracılığıyla verilebilmektedir. Belli bir dönemi ele alan bir eserde,
dönemin şartlarına dair bilgiler mevcut olabilir. Bunun yanı sıra her edebi
eser bir ayna gibi olanı ya da olmuşu gözler önüne sermemektedir. İnsanın
dışsal olan yönünün yanında, içsel olan bir yönü de bulunmaktadır. İnsanın
çevresinde olup bildikleri dışında, zihnini meşgul eden sorgulamaları da
mevcuttur. Sorgulamak, düşünmek, çıkarımda bulunmak insanın özelliğidir. İnsan
dünya karşısında, şeylere anlam yüklerken; yine insanın kendisinden yola çıkar.
İnsan,
kendisine bütün bir dünya olarak, bütün bir dünyaya da kendisi olarak anlam
vermiştir. Akılsal metafizik, insanın anlamadan insan olduğunu söylemektedir.
İnsan anladığı zaman şeyleri küçültür, zihninin içine alır. Anlamadığı zaman da
onları büyütür kendini onlara dönüştürür. O halde, felsefede büyük tartışma
konusu olan ‘insan her şeyin ölçüsüdür’ savı bu durumu destekler
görünmektedir. Bilinmedik şeyler bilinen şeylerle anlatılmak zorundadır.
İnsan,
hangi medeniyet çatısı altında yaşarsa yaşasın, merakı, duygusu, düşüncesi ve
tüm bunların birleşiminin sonucu olarak birçok eser ortaya çıkarmıştır. İlk
insanların çevrelerinde yaşadıkları olayları ilmi bakımdan değil; hayal gücü
ile izah etmişlerdir. Mitlerin bu eserler arasında önemli anlatılardır.
O
halde, bir kültür olgusu olarak mitler, ilkel insan topluluklarının evreni,
dünyayı, tabiat olaylarını kişileştirerek yorumlamak henüz sırrını çözmedikleri
hayatın ve evrenin çeşitli görünüşlerini bir anlam kolaylığına bağlamak
ihtiyacından doğmuş anlatılardır, öykülerdir. Tam da bu noktada sözlü
edebiyatın konusudurlar. Mitolojide anlam iki yola ortaya konulur:
Düşünce
yolu, deneyim yolu. Düşünce olarak mitoloji, bilime yaklaşır ve ona doğru
atılan ilk adımdır. Deneyim olarak da açıkça sanatta kendini gösterir.
Mitlerin
oluşumunda kişileştirme sanatının kullanılması, insanın kendi eylemlerinden
yola çıkarak, çevresini anlamada ilk adımıdır. Edebiyatı dünyayı anlamak için
bir araç olarak kullanan insan zaman geçtikçe, kendi fikirlerini topluma ve
dünyaya iletmek için de kullanmıştır.
Felsefenin
içinde edebiyatın yeri ve önemi vurgularken Varoluşçu ekolün önemli
isimlerinden Sartre’ın edebiyat hakkındaki görüşlerinden bahsetmek yerinde
olacaktır.
İlk bakışta, edebiyatı, fikirlerini geniş halk kitlelerine
iletmek için bir araç, adeta bir ‘propoganda aracı’ olarak kullandığı ve
‘güdümlü’ bir edebiyat tasarımladığı izlenimini uyandıran ateist varoluşçuluğun
Fransız temsilcisi Sartre, esasında, kendi bilincine varmış bir edebiyatı söz
konusu eder. Acaba, edebiyat, hangi durumda kendi bilincine varır? Ona göre,
hiç kuşkusuz, sınıfsız, diktatörsüz ve donuklaşmamış bir toplumda edebiyat
kendi bilincine varır. Böylece, somut evrensel varlığı, somut evrensel varlığa
anlatmak amaç ve görevini yerine getirerek, insanî özgürlüğün gerçekleşmesine
de yardım eder. Şu halde Bulantı’da bir felsefe kuramını oldukça başarılı bir
tarzda roman biçimine aktarabilmiş ve açıklayabilmiş olan filozof Sartre için
edebiyat, sadece bir propoganda aracı, kurmuş olduğu felsefî kuramı için bir
anlatım imkânı değil, aynı zamanda, bu anlatımın felsefeyle bütünlüğüdür. Bu
nedenle, Sartre, romanı bir anlatım biçimi olarak seçmiştir. Böylece, hem roman
felsefî bir derinlik kazanmakta, hem de felsefe, tasvire dayalı yeni bir idrâk
ve yorum imkânına sahip olmaktadır.
Sartre
romanı bir anlatım aracı olarak seçmiştir. Romanın hem edebiyat hem de felsefe
alanında yorumlanmasına imkân tanımıştır. Sartre Bulantı adlı eserinde kendi öz yargılarını, edebiyat dili ile
ifade etmesinin daha fazla kişiye
ulaşabileceğini
düşünmektedir.
Bir
edebi eserin niteliğine felsefî nitelik kazandırması, ruhun ve zihnin birlikte
hareket etmesi ve sözle buluşmasıyla ilgilidir. Edebiyatın akıcı dili,
felsefenin soyut kavramları ile ilişkilendirilerek okuyucuya ulaşmaktadır.
Felsefenin sanatla ilişkili olması, edebiyatın da sanat dalı olması felsefenin
edebiyatla ilişkisinin varlığına işaret etmektedir.
Yol
ve metot olarak birbirinden farklı olan edebiyat ve felsefe alanları,
birbiriyle ilişki kurarken edebi türlerden yararlanmaktadır. Toplumun yaşadığı
dönemi nasıl gördüğü, nasıl düşündüğü, ne hissettiğini en iyi şekilde gösteren
ona ayna tutan edebi bir eserle ortaya çıkmaktadır. Geçmişe ait bir edebi eseri
tam anlamıyla anlamak için de o devrin hayatını, ideolojisini; o devrin
insanının hayat görüşünü ve evrene bakış açısını bilmek gerekmektedir. Felsefe,
burada kendisini sade bir üslupla değil; edebiyatın dili ile harmanlamaktadır.
Felsefenin
edebiyatla ilişkisi belli felsefi argümanları olan romanın, şiirin ve denemelerin
varlığından gelir. Örneğin, Camus, Sartre, Dostoyevski, Simon de Beauvoir ve
Kafka gibi yazarların romanları -her ne kadar felsefi terminolojiyi
kullanmasalar da- belirli felsefi argümanlardan hareketle yazılmış eserlerdir.
Bu eserlerde felsefe edebiyata indirgenmeksizin, felsefi boyutuyla belirli bir
metafizik çerçevede belli sorunlar işlenir. Felsefi bir eser soyuttur, fakat
edebi eserler somuttur.
Örneğin
Albert Camus’nün romanlarında çağdaş nihilizmin saçma kavramı
altında
irdelenen felsefesinin işlendiği görülmektedir. Okuyucu eseri ele aldığında bir
kişi etrafında şekillenen olaylar bütünüyle karşılaşmakta ve Albert Camus’nün felsefesine
dair çıkarımda bulunabilmektedir.
“O da, hayatımda bir
değişiklik yapmanın ilgimi çekip çekmediğini sordu. Ben de, insanın hiçbir
zaman hayatını değiştirmediğini, her hayatın birbirine benzediğini, buradaki
hayatımdan şikayetçi olmadığımı söyledim. Pek memnun olmuş görünmedi, hep yarım
ağız konuştuğumu, hiç hırslı olmadığımı ve iş hayatında bunun fena bir şey
olduğunu söyledi. Ben de yine işimin başına döndüm. Onu kırmak istemezdim ama
yaşantımı değiştirmek için de bir sebep göremiyordum. İyi düşünülürse, mutsuz
değildim. Henüz öğrenciyken bu tür hırslarım vardı. Ama öğrenimimi yarıda
bırakmak durumunda kaldıktan sonra bütün bunların gerçek anlamda önemi
olmadığını çabucak anladım.
Akşam, Marie beni görmeye geldi, kendisiyle evlenmek isteyip
istemediğimi sordu. Benim için fark etmediğini, eğer o istiyorsa
evlenebileceğimizi söyledim. O zaman da, onu sevip sevmediğimi sordu. Ben de
yine daha önceki gibi cevapladım, bunun bir anlamı olmadığını ama elbette onu
sevmediğimi söyledim. ‘Öyleyse neden evleneceksin benimle?’ dedi. Ben de ona
bunun bir önemi olmadığını, ama o arzu ediyorsa evlenebileceğimizi anlattım.
Zaten bunu isteyen oydu, bana düşen de evet, demekti. O da
evliliğin ciddi bir iş olduğunu belirtti. Ben ‘Yoo’ diye cevap verdim. Bir an
sustu, ses çıkarmadan yüzüme baktı. Sonra konuştu. Bilmek istediği tek bir şey
vardı; aynı şekilde başka bir kadına bağlı olsam ve aynı teklif ondan gelse
kabul eder miymişim. Bende ‘tabii’ dedim. O zaman kendisinin beni sevip sevmediğini
sorguladı, ben bu konuda bir şey bilemezdim.”
Albert
Camus’nün Yabancı adlı eserinden alıntılanan bu paragrafta, yaşadığı dünyaya ve
yaşantılarına yabancılaşmış bir bireyden bahsetmektedir. Buradaki yabancılaşma
Marx’ın belirttiği yabancılaşma öğretisiyle ilgili olmasa da; yabancılaşma
teriminin bireysel boyutuyla ilgilidir. Bu bireye göre dünyanın boş ve anlamsız
olması gibi her şey; insan, insanın hayatı, yaşadığı toplum saçmadır. Yaşamın
monotonluğunda mekanikleşmiş birey, evliliğe de
anlam
yükleyememektedir.
Evliliğe dair bir seçim dahi olsa, bu seçim ona göre boş ve anlamsızdır.
Gündoğan,
Albert Camus’a göre sanatın amacını şu ifadelerle belirtmektedir:
“Sanatçı,
çağını ve çağının gerçeğini anlamaya çaba göstermelidir.
Dolayısıyla
sanatçının çağının gerçeğinden kaçması mümkün değildir. Gerçeği yakalamak
isteyen sanatçı, kendi bireyselliği içinde kalmamalı, kendi bireysel evreniyle
bütün bir insanlık evreni arasında bağlantılar kurmalı ve kendini ifade ederken
evrenseli de ifade etmelidir. Felsefe ile sanat ve özellikle edebiyat
arasındaki ilişki bu noktada ortaya çıkmakta ve felsefenin soyut kavramlarıyla
ifadesi güç olan dolaysız insan yaşantıları edebiyatın anlatımı ile somutluk
kazanmaktadır.”
Albert
Camus’ye göre bir edebi eserde tasvirin, betimleyici öğelerin, gerçekliğin
varlığı evrenseli yakalamakla mümkündür. Bu da; dili ve üslubu iyi kullanmakla
mümkün olmaktadır. Camus’ye göre edebi dilin somut anlatımından yararlanan
yazar, bireysel evreniyle bütün bir insanlık evreni arasında bağlantılar kurabilecektir.
Edebiyat- felsefe ilişkisi de bu somutlaştırma durumunda kurulmaktadır.
Edebiyat,
bir anlatım aracı olarak felsefeye hizmet etmektedir. Felsefenin soyut ve kuru
kavramsal diliyle anlatılmayanlar, edebiyat ile anlatılabilmektedir. Artık
edebiyat, sadece estetik bir heyecan uyandırmakla kalmayıp, belli bir düşünceyi
de iletebilmektedir.
Felsefe
ve edebiyat, dili ortaklaşa kullanır. Sartre’a göre nesir ‘özü gereği
yararcıdır.’ Nesir, söz üzerine kurulduğu için bir şeyler anlatır. Edebiyat,
kendi özerkliğinin bilincine varmaz; bir ideolojinin boyunduruğu altına
girerse, yani herhangi bir kayda ve şarta bağlanmadan, bir amaç olmadan ziyade
bir araç durumuna düşerse, kendine de yabancılaşır.
Öyleyse
Sartre’a göre de, tıpkı Camus’de olduğu gibi sanat, bir ideolojinin altına
girmeden başkalarına bir şeyler anlatmalıdır. Camus’de bir başkaldırı sanatı,
ideal sanat olarak ortaya çıkarken; Sartre’da ise kendi bilincine varmış bir
edebiyat söz konusu edilmektedir. Acaba edebiyat hangi durumda kendi bilincine
varacaktır? ona göre ‘sınıfsız, diktatöryasız ve donuklaşmamış bir toplumda,
edebiyat kendi bilincine varacaktır’. Bu duruma ulaşmış edebiyat, ‘somut
evrensel varlığı somut evrensel varlığa anlatmak’ amaç ve görevini yerine
getirerek, insanî özgürlüğün gerçekleşmesine de hizmet edecektir.
Dikkat
edilecek olursa, Sartre’a göre yazar, başkalarına bir şeyler anlatandır.
Öyleyse yazar, başkalarına anlatacak kadar değerli bir şeyleri olanlardır.
Yazar,
başkalarına bir şeyler anlatırken, dünyanın görünüşünü örten perdeleri
kaldırmak ve dünyaya karşı tavır almak durumundadır. Yazar, bu tavır alış
esnasında dünyayı reddetmekte ve onu değiştirmek istemektedir.
Sartre’a
ve Camus’a göre edebiyat herhangi bir ideolojiyle ilişkilendirilerek
ifade
edilirse; edebiyat, kendisine yabancılaşmaktadır. Sartre’a göre, edebiyat kendi
bilincine vardığında edebiyattır. Sartre, dünya ile insan arasındaki ilişkiyi
sorgularken;
nesrin özü itibariyle yararcı olduğunu vurgulamaktadır. Buna göre; edebiyat ve
felsefenin birlikteliği ile insanlığı, varoluşuna karşı uyandırmak isteyen eserler
arasında roman türü önem kazanmaktadır.
Felsefenin
evrensel bir yönü vardır. Felsefenin bilim ve sanatla ilişkisinin koparılmaması
gerekmektedir. Sanatın bir dalı olan edebiyat, sözcükleri ve sözleri yazarın
kurgusunda şekillendirerek, felsefeye hizmet etmektedir. Felsefe soyut olanı,
romanla somutlaştırmıştır. Roman üslup olarak kişi, zaman, mekân ilişkisi
içinde; ana karakterler ve yardımcı karakterler etrafında oluşturulan bir
kurgudur. Bu kurguda, yazar kendi duygu ve düşüncelerini ifade ederken; belli
bir tarihî dönemden bahsedebileceği gibi, o döneme damgasını vuran bir
düşüncenin ya da bir ideolojinin sistemini kurgusuna taşıyabilir. Bir filozof
aynı zamanda bir edebiyatçı olarak da adlandırılabilir. Ancak bu durum, bir
edibin iyi bir filozof olduğu anlamına gelmemektedir.
Kuşkusuz,
iyi bir filozof olmak için iyi bir edebiyatçı; iyi bir edebiyatçı olmak için
de, iyi bir filozof olmak şart değildir.. Örneğin, Aristoteles, Kant ve Hegel
son derece iyi filozof oldukları halde, iyi bir edebiyatçı değillerdir. Hatta
Hegel’in yapıtlarının, neredeyse muğlaklığının destanı olduğu bile söylenir.
Eğer, bir filozof, iyi yazıyorsa, ne mutlu; böylece, onun yapıtlarını incelemek
daha çekici bir hal alır; ama bu durum, kendisinin iyi bir filozof olduğunu
kanıtlamaz. Sadece, felsefenin, edebî ve estetik değerlerden oldukça farklı bir
yapı arz ettiğine işaret eder.