Edebiyat ve Felsefe İlişkisi - Edebiyat Araştırmaları
Son Başlıklar
Loading...

23 Şubat 2022 Çarşamba

Edebiyat ve Felsefe İlişkisi



Tarih boyunca toplumsal bir birliktelik içerisinde yaşayan insanlar, duygu ve düşüncelerini bazen şekil ve resimlerle; bazen de sözlü olarak ifade etmeye çalışmışlardır. Yazılı döneme geçmeden önce sözlü olarak gelen anlatılar, yazılı dönemden sonra kalıcılığını yazı ile sağlayarak; geçmiş dönemlere ait bilgiler, bir sonraki kuşaklara aktarılmıştır. Toplumsal bir birlikteliğe mahkûm olan insan, kendisinden sonra gelen nesillere; sanat ve edebiyat aracılığıyla duygu ve düşünce birikimini taşımıştır. İnsanı temel alan her alandaki bilgi, birbiri ile ilişkili halde bulunmaktadır. O halde edebiyat, felsefe, tarih, sosyoloji, psikoloji gibi alanlardan elde edilen verilerle; insanın ve toplumun yaşamına dair bilgilere erişmek mümkündür.



Derida, kendisiyle yapılan bir söyleşide, edebiyat ile felsefe ilişkisinin ne olduğuna dair soruya cevap verirken şöyle diyor:
‘’Bizim zaten tarihsel anlatıyı, edebi kurguyu ve felsefi düşünümü saptama değil, ayırma sıkıntımız var.’’  Evet, Derida’nın bu sözünde bir hakikat payı var. Çünkü biz tarihçiler, edebiyatçılar, felsefeciler olarak tarihin, edebiyatın ve felsefenin ne olduğunu, aramızda ihtilaflar olsa da, en azından kendi tarzımızca biliyoruz. Asıl sıkıntımız, bunlar arasında ne gibi ilişkilerin olduğunu saptama sıkıntısıdır.


Başta roman türü olmak üzere edebî türler felsefi bir sorunsalı, varoluşsal bir problemi, ahlaki gerilimi kendisine konu edinebilmektedir. Edebî olanın içinde felsefi unsurların yer alması bir taraftan felsefecilerin inceleme alanına girmesi gereken bir konuyu farklı veçheleriyle görmeye imkân sağlarken, diğer yandan edebiyat eleştirmenlerinin de tahlil ve tenkitlerinde felsefeye başvurmasına da kapı açmaktadır. Bu durumda felsefi unsurlar ve edebi unsurların incelenmesi ve eleştirisinde; felsefeciler ile eleştirmenlerin aynı konuyu farklı yönleriyle ele alması mümkün olmaktadır.

Felsefe ve edebiyat ilişkisinin önemi, Türkçenin imkânlarını genişletmesi, yeni kavramlar ve problematikler teklif etmesi ve düşünce hayatımızın zenginleşmesi için yeni yollar ihdas etmesi gibi olgularla kendisini göstermektedir. Edebiyat ve felsefenin yakınlaşması üzerinde durulmasının temel nedeni; edebiyatın felsefeyle bütünleştiği zaman, hayatı içselleştirebilecek, derinleştirebilecek bir metafizik tecrübeyi yansıtabilecek olmasıdır.  

Her alanın kendine özgü bir dili vardır. Felsefi dil edebi dilden önce çıkmamıştır. Felsefi dil, edebi dilden önce ortaya çıkmaz. Onun ortaya çıkabilmesi için edebi dilin belirli bir mesafe almış; varlığı, varoluşu ifade etmede belirli bir yeterlilik kazanmış olması gerekir. Bu açıdan bakıldığında edebi dil felsefi dili önceler.


Felsefe ve edebiyat arasındaki ilişkinin doğasını şu şekilde özetleyebiliriz: Felsefe ve edebiyat birbirinin karşısında değil yanında, hatta birbirinin içinde bulunur. Her türlü farklılaşmanın ötesinde, onların birbirinin değirmenine su taşıdıkları, birbirinin toprağını sürdükleri söylenebilir.

Vefa Taşdelen, felsefi dilin ortaya çıkması için, edebi dilin belirli bir mesafe alması gerektiğini; varlığı, varoluşu ifade etmede yeterlilik kazanması gerektiğini ileri sürmektedir. Taşdelen ayrıca çağımızın felsefe ve edebiyat arasında yakın ilişkilerin kurulduğu bir dönem olduğunu vurgulamaktadır.

“Çağımız, felsefe ve edebiyat arasında sıcak ilişkilerin kurulduğu bir dönem olmuştur. Bunun nedeni yalnız felsefenin edebiyat üzerindeki yönlendirici ve belirleyici etkisi değil, edebiyatın da giderek felsefe içinde bir söylem biçimi olarak görülmesidir. Varoluşçulukta filozof ve romancı, filozof ve şair, filozof ve denemecinin aynı kişilikte bütünleştiğine tanık oluruz. Bu durum yeni bir söylem biçimi oluşturma çabası olarak da görülebileceği gibi, felsefenin varoluşsal sorunları ele alma konusundaki yetersizliğinden de kaynaklanıyor olabilir.”

Vefa Taşdelen, felsefe ve edebiyat ilişkisinin iki farklı görüşe mahal verebileceğini belirtmektedir. Ona göre, felsefenin varoluşu anlamlandırmaktaki yetersizliği ve felsefe-edebiyat ilişkisinin yeni bir söylem biçimini ortaya çıkarmasından kaynaklanmaktadır. Vefa Taşdelen’in edebiyat ile felsefe ilişkisinin yakınlığı üzerine durmasının nedeni ise; birbiriyle zıt unsurları bünyesinde bulunduran insanın, hem edebiyatın hem de felsefenin merkezinde yer almasıdır.


İnsan, bir yönüyle doğa bir yönüyle tarihtir, bir yönüyle madde bir yönüyle ruhtur, bir yönüyle akıl bir yönüyle gönüldür, bir yönüyle özgürlük bir yönüyle zorunluluktu, bir yönüyle birey bir yönüyle toplumdur, bir yönüyle ideal bir yönüyle gerçektir ve bunlardan biri değil, hepsidir. Eğer insan tek bir unsurdan oluşmuş olsaydı, onun varoluş dünyası bu kadar farklı renkleri, farklı sesleri ihtiva etmezdi. İnsanın çok boyutlu bir varlık oluşu, hayatı farklı açılardan anlamayı ve anlamlandırmayı gerekli kılmıştır. İşte bu yaklaşımlardan ikisi, felsefe ve edebiyattır.

Felsefe ve edebiyat, zihnin iki farklı tutumu olarak ortaya çıkar; bir tutum şiiri, öyküyü, romanı üretirken diğeri düşünceyi ve felsefeyi üretir. Bunlar birbirini dışlayan değil, tamamlayan, destekleyen ve kimi durumda içeren tutumlardır. Bunun bir ifadesi olarak felsefede edebiyat, edebiyatta da felsefe bulunur; kimi durumda şair filozof, filozof da şair olarak görünür. Dikkatle bakıldığında büyük filozofların eserlerinde bir ifade gücü olarak edebiyatın, büyük edebiyatçıların eserlerinde de bir derinlik olarak felsefenin bulunduğu görülebilir.


Edebiyat, felsefeye oranla daha fazla kişiye hitap eder, onun bilgi vermek gibi bir amacı yoktur. Elbette pek çok edebi metinden çıkarılabilecek bilgiler mevcut olmakla birlikte biçim ön planda olduğu için felsefi metne göre içerik daha geri plandadır. Felsefi eser, en yüksek genellik derecesinde bir bilgi arayışına yönelik olduğu için felsefede bilgi esastır. Gerçi edebi eser için de biçim ve içerik meselesi tartışmalıdır. Ancak felsefi eserde böyle bir tartışma bile yoktur.

Felsefe kendini edebi eserlere her şeyden önce kontext olarak, tema olarak, izlek olarak eklemleyebilir. Felsefeye ait bütün sorunsallar yine felsefi metinler halinde yazılabilecekken yazarın (Robert Musil) ya da filozofun (Jean Paul Sartre) bir edebi eseri seçmesi, edebi bir eserde felsefi bir konuyu işlemek istemesi elbette felsefeyi oluşturacak tüm argümantasyonların edebi bir eserde enine boyuna tartışılması demektir. Felsefenin kuru ve soğuk dilindense edebiyatın canlı, çok yönlü, varlık alanımızı her alanıyla sonsuz biçimleriyle açabilecek, duyguları alabildiğince geniş soluklu anlatabileceğiniz edebi metinlere yani edebiyata kaçış zorunlu görünür.

Güzel sanat dallarından olan edebiyatın tanımını günümüzden çok önceye Platon’a kadar taşıdığımızda ayna metaforu ile ilişkilendirildiği bilinmektedir. Platona göre nasıl ayna gerçekleri yansıtıyorsa, edebiyat da gerçekleri yansıtmaktadır.

Edebiyat Platon’un ünlü yaptı Devlet’te sanat bağlamı içinde düşünülmüş, edebiyatın genel ve geniş anlamıyla bir tür yansıtma olduğu vurgulanmıştır. Aynayla edebiyat arasında bir tür benzerlik kurulmuştur. Ayna nasıl nesneleri, varlıkları olduğu gibi yansıtırsa, edebiyat da dünyayı, yaşamı yansıtır.

Platon’un edebiyatla ayna arasında kurduğu bu dolaylı benzerlik denilebilir ki hemen her çağda yaşarlılığını korumuştur. Değişik dünya ve toplum görüşüne olan sanatçılar, kuramcılar sık sık bu benzetmeye başvurmuşlardır.
Örneğin Fransız romancısı Stendhal’ın roman tanımı okul kitaplarına değin girmiştir: ‘Bir roman yol boyunca gezdirilen ayna demektir.’ Bunun gibi Balzac’ın birçok romanında tüm ayrıntılarıyla döneminin Fransa’sına ayna tutulmuştur. Onlarda töreleri, görenekleri, alışkanlıkları, zevkleri, bilimsel buluşları, mali ve banka işlemleri, ipotek işleri, toprak alışverişleri, hukuki işler içinde hukuk kurumlarını, kilise ile devlet arsındaki ilişkileri, miras yasaları (,..)süslü salonları, tefecilerin odaları, şehirde ayak takımının yaşadığı yerleri (...) bulabiliriz.

Stendhal’ın, Balzac’ın bu edimini bir başka kuramcı, Marksist G.V. Plehanaov şöyle kurallaştırarak özetler: ‘’Edebiyat ve sanat, hayatın aynasıdır.

İnsanı, insanın doğasını tanıma ve bilme; bir edebi eserde en ince ayrıntısıyla edebiyat aracılığıyla verilebilmektedir. Belli bir dönemi ele alan bir eserde, dönemin şartlarına dair bilgiler mevcut olabilir. Bunun yanı sıra her edebi eser bir ayna gibi olanı ya da olmuşu gözler önüne sermemektedir. İnsanın dışsal olan yönünün yanında, içsel olan bir yönü de bulunmaktadır. İnsanın çevresinde olup bildikleri dışında, zihnini meşgul eden sorgulamaları da mevcuttur. Sorgulamak, düşünmek, çıkarımda bulunmak insanın özelliğidir. İnsan dünya karşısında, şeylere anlam yüklerken; yine insanın kendisinden yola çıkar.

İnsan, kendisine bütün bir dünya olarak, bütün bir dünyaya da kendisi olarak anlam vermiştir. Akılsal metafizik, insanın anlamadan insan olduğunu söylemektedir. İnsan anladığı zaman şeyleri küçültür, zihninin içine alır. Anlamadığı zaman da onları büyütür kendini onlara dönüştürür. O halde, felsefede büyük tartışma konusu olan ‘insan her şeyin ölçüsüdür savı bu durumu destekler görünmektedir. Bilinmedik şeyler bilinen şeylerle anlatılmak zorundadır.

İnsan, hangi medeniyet çatısı altında yaşarsa yaşasın, merakı, duygusu, düşüncesi ve tüm bunların birleşiminin sonucu olarak birçok eser ortaya çıkarmıştır. İlk insanların çevrelerinde yaşadıkları olayları ilmi bakımdan değil; hayal gücü ile izah etmişlerdir. Mitlerin bu eserler arasında önemli anlatılardır.

O halde, bir kültür olgusu olarak mitler, ilkel insan topluluklarının evreni, dünyayı, tabiat olaylarını kişileştirerek yorumlamak henüz sırrını çözmedikleri hayatın ve evrenin çeşitli görünüşlerini bir anlam kolaylığına bağlamak ihtiyacından doğmuş anlatılardır, öykülerdir. Tam da bu noktada sözlü edebiyatın konusudurlar. Mitolojide anlam iki yola ortaya konulur:
Düşünce yolu, deneyim yolu. Düşünce olarak mitoloji, bilime yaklaşır ve ona doğru atılan ilk adımdır. Deneyim olarak da açıkça sanatta kendini gösterir.

Mitlerin oluşumunda kişileştirme sanatının kullanılması, insanın kendi eylemlerinden yola çıkarak, çevresini anlamada ilk adımıdır. Edebiyatı dünyayı anlamak için bir araç olarak kullanan insan zaman geçtikçe, kendi fikirlerini topluma ve dünyaya iletmek için de kullanmıştır.

Felsefenin içinde edebiyatın yeri ve önemi vurgularken Varoluşçu ekolün önemli isimlerinden Sartre’ın edebiyat hakkındaki görüşlerinden bahsetmek yerinde olacaktır.

İlk bakışta, edebiyatı, fikirlerini geniş halk kitlelerine iletmek için bir araç, adeta bir ‘propoganda aracı’ olarak kullandığı ve ‘güdümlü’ bir edebiyat tasarımladığı izlenimini uyandıran ateist varoluşçuluğun Fransız temsilcisi Sartre, esasında, kendi bilincine varmış bir edebiyatı söz konusu eder. Acaba, edebiyat, hangi durumda kendi bilincine varır? Ona göre, hiç kuşkusuz, sınıfsız, diktatörsüz ve donuklaşmamış bir toplumda edebiyat kendi bilincine varır. Böylece, somut evrensel varlığı, somut evrensel varlığa anlatmak amaç ve görevini yerine getirerek, insanî özgürlüğün gerçekleşmesine de yardım eder. Şu halde Bulantı’da bir felsefe kuramını oldukça başarılı bir tarzda roman biçimine aktarabilmiş ve açıklayabilmiş olan filozof Sartre için edebiyat, sadece bir propoganda aracı, kurmuş olduğu felsefî kuramı için bir anlatım imkânı değil, aynı zamanda, bu anlatımın felsefeyle bütünlüğüdür. Bu nedenle, Sartre, romanı bir anlatım biçimi olarak seçmiştir. Böylece, hem roman felsefî bir derinlik kazanmakta, hem de felsefe, tasvire dayalı yeni bir idrâk ve yorum imkânına sahip olmaktadır.

Sartre romanı bir anlatım aracı olarak seçmiştir. Romanın hem edebiyat hem de felsefe alanında yorumlanmasına imkân tanımıştır.  Sartre Bulantı adlı eserinde kendi öz yargılarını, edebiyat dili ile ifade etmesinin daha fazla kişiye
ulaşabileceğini düşünmektedir.

Bir edebi eserin niteliğine felsefî nitelik kazandırması, ruhun ve zihnin birlikte hareket etmesi ve sözle buluşmasıyla ilgilidir. Edebiyatın akıcı dili, felsefenin soyut kavramları ile ilişkilendirilerek okuyucuya ulaşmaktadır. Felsefenin sanatla ilişkili olması, edebiyatın da sanat dalı olması felsefenin edebiyatla ilişkisinin varlığına işaret etmektedir.


Yol ve metot olarak birbirinden farklı olan edebiyat ve felsefe alanları, birbiriyle ilişki kurarken edebi türlerden yararlanmaktadır. Toplumun yaşadığı dönemi nasıl gördüğü, nasıl düşündüğü, ne hissettiğini en iyi şekilde gösteren ona ayna tutan edebi bir eserle ortaya çıkmaktadır. Geçmişe ait bir edebi eseri tam anlamıyla anlamak için de o devrin hayatını, ideolojisini; o devrin insanının hayat görüşünü ve evrene bakış açısını bilmek gerekmektedir. Felsefe, burada kendisini sade bir üslupla değil; edebiyatın dili ile harmanlamaktadır.

Felsefenin edebiyatla ilişkisi belli felsefi argümanları olan romanın, şiirin ve denemelerin varlığından gelir. Örneğin, Camus, Sartre, Dostoyevski, Simon de Beauvoir ve Kafka gibi yazarların romanları -her ne kadar felsefi terminolojiyi kullanmasalar da- belirli felsefi argümanlardan hareketle yazılmış eserlerdir. Bu eserlerde felsefe edebiyata indirgenmeksizin, felsefi boyutuyla belirli bir metafizik çerçevede belli sorunlar işlenir. Felsefi bir eser soyuttur, fakat edebi eserler somuttur.

Örneğin Albert Camus’nün romanlarında çağdaş nihilizmin saçma kavramı
altında irdelenen felsefesinin işlendiği görülmektedir. Okuyucu eseri ele aldığında bir kişi etrafında şekillenen olaylar bütünüyle karşılaşmakta ve Albert Camus’nün felsefesine dair çıkarımda bulunabilmektedir.
O da, hayatımda bir değişiklik yapmanın ilgimi çekip çekmediğini sordu. Ben de, insanın hiçbir zaman hayatını değiştirmediğini, her hayatın birbirine benzediğini, buradaki hayatımdan şikayetçi olmadığımı söyledim. Pek memnun olmuş görünmedi, hep yarım ağız konuştuğumu, hiç hırslı olmadığımı ve iş hayatında bunun fena bir şey olduğunu söyledi. Ben de yine işimin başına döndüm. Onu kırmak istemezdim ama yaşantımı değiştirmek için de bir sebep göremiyordum. İyi düşünülürse, mutsuz değildim. Henüz öğrenciyken bu tür hırslarım vardı. Ama öğrenimimi yarıda bırakmak durumunda kaldıktan sonra bütün bunların gerçek anlamda önemi olmadığını çabucak anladım.
Akşam, Marie beni görmeye geldi, kendisiyle evlenmek isteyip istemediğimi sordu. Benim için fark etmediğini, eğer o istiyorsa evlenebileceğimizi söyledim. O zaman da, onu sevip sevmediğimi sordu. Ben de yine daha önceki gibi cevapladım, bunun bir anlamı olmadığını ama elbette onu sevmediğimi söyledim. ‘Öyleyse neden evleneceksin benimle?’ dedi. Ben de ona bunun bir önemi olmadığını, ama o arzu ediyorsa evlenebileceğimizi anlattım.
Zaten bunu isteyen oydu, bana düşen de evet, demekti. O da evliliğin ciddi bir iş olduğunu belirtti. Ben ‘Yoo’ diye cevap verdim. Bir an sustu, ses çıkarmadan yüzüme baktı. Sonra konuştu. Bilmek istediği tek bir şey vardı; aynı şekilde başka bir kadına bağlı olsam ve aynı teklif ondan gelse kabul eder miymişim. Bende ‘tabii’ dedim. O zaman kendisinin beni sevip sevmediğini sorguladı, ben bu konuda bir şey bilemezdim.”

Albert Camus’nün Yabancı adlı eserinden alıntılanan bu paragrafta, yaşadığı dünyaya ve yaşantılarına yabancılaşmış bir bireyden bahsetmektedir. Buradaki yabancılaşma Marx’ın belirttiği yabancılaşma öğretisiyle ilgili olmasa da; yabancılaşma teriminin bireysel boyutuyla ilgilidir. Bu bireye göre dünyanın boş ve anlamsız olması gibi her şey; insan, insanın hayatı, yaşadığı toplum saçmadır. Yaşamın monotonluğunda mekanikleşmiş birey, evliliğe           de anlam
yükleyememektedir. Evliliğe dair bir seçim dahi olsa, bu seçim ona göre boş ve anlamsızdır.

Gündoğan, Albert Camus’a göre sanatın amacını şu ifadelerle belirtmektedir:
“Sanatçı, çağını ve çağının gerçeğini anlamaya çaba göstermelidir.
Dolayısıyla sanatçının çağının gerçeğinden kaçması mümkün değildir. Gerçeği yakalamak isteyen sanatçı, kendi bireyselliği içinde kalmamalı, kendi bireysel evreniyle bütün bir insanlık evreni arasında bağlantılar kurmalı ve kendini ifade ederken evrenseli de ifade etmelidir. Felsefe ile sanat ve özellikle edebiyat arasındaki ilişki bu noktada ortaya çıkmakta ve felsefenin soyut kavramlarıyla ifadesi güç olan dolaysız insan yaşantıları edebiyatın anlatımı ile somutluk kazanmaktadır.”

Albert Camus’ye göre bir edebi eserde tasvirin, betimleyici öğelerin, gerçekliğin varlığı evrenseli yakalamakla mümkündür. Bu da; dili ve üslubu iyi kullanmakla mümkün olmaktadır. Camus’ye göre edebi dilin somut anlatımından yararlanan yazar, bireysel evreniyle bütün bir insanlık evreni arasında bağlantılar kurabilecektir. Edebiyat- felsefe ilişkisi de bu somutlaştırma durumunda kurulmaktadır.
Edebiyat, bir anlatım aracı olarak felsefeye hizmet etmektedir. Felsefenin soyut ve kuru kavramsal diliyle anlatılmayanlar, edebiyat ile anlatılabilmektedir. Artık edebiyat, sadece estetik bir heyecan uyandırmakla kalmayıp, belli bir düşünceyi de iletebilmektedir.

Felsefe ve edebiyat, dili ortaklaşa kullanır. Sartre’a göre nesir ‘özü gereği yararcıdır.’ Nesir, söz üzerine kurulduğu için bir şeyler anlatır. Edebiyat, kendi özerkliğinin bilincine varmaz; bir ideolojinin boyunduruğu altına girerse, yani herhangi bir kayda ve şarta bağlanmadan, bir amaç olmadan ziyade bir araç durumuna düşerse, kendine de yabancılaşır.

Öyleyse Sartre’a göre de, tıpkı Camus’de olduğu gibi sanat, bir ideolojinin altına girmeden başkalarına bir şeyler anlatmalıdır. Camus’de bir başkaldırı sanatı, ideal sanat olarak ortaya çıkarken; Sartre’da ise kendi bilincine varmış bir edebiyat söz konusu edilmektedir. Acaba edebiyat hangi durumda kendi bilincine varacaktır? ona göre ‘sınıfsız, diktatöryasız ve donuklaşmamış bir toplumda, edebiyat kendi bilincine varacaktır’. Bu duruma ulaşmış edebiyat, ‘somut evrensel varlığı somut evrensel varlığa anlatmak’ amaç ve görevini yerine getirerek, insanî özgürlüğün gerçekleşmesine de hizmet edecektir.

Dikkat edilecek olursa, Sartre’a göre yazar, başkalarına bir şeyler anlatandır. Öyleyse yazar, başkalarına anlatacak kadar değerli bir şeyleri olanlardır.
Yazar, başkalarına bir şeyler anlatırken, dünyanın görünüşünü örten perdeleri kaldırmak ve dünyaya karşı tavır almak durumundadır. Yazar, bu tavır alış esnasında dünyayı reddetmekte ve onu değiştirmek istemektedir.

Sartre’a ve Camus’a göre edebiyat herhangi bir ideolojiyle ilişkilendirilerek
ifade edilirse; edebiyat, kendisine yabancılaşmaktadır. Sartre’a göre, edebiyat kendi bilincine vardığında edebiyattır. Sartre, dünya ile insan arasındaki ilişkiyi
sorgularken; nesrin özü itibariyle yararcı olduğunu vurgulamaktadır. Buna göre; edebiyat ve felsefenin birlikteliği ile insanlığı, varoluşuna karşı uyandırmak isteyen eserler arasında roman türü önem kazanmaktadır.

Felsefenin evrensel bir yönü vardır. Felsefenin bilim ve sanatla ilişkisinin koparılmaması gerekmektedir. Sanatın bir dalı olan edebiyat, sözcükleri ve sözleri yazarın kurgusunda şekillendirerek, felsefeye hizmet etmektedir. Felsefe soyut olanı, romanla somutlaştırmıştır. Roman üslup olarak kişi, zaman, mekân ilişkisi içinde; ana karakterler ve yardımcı karakterler etrafında oluşturulan bir kurgudur. Bu kurguda, yazar kendi duygu ve düşüncelerini ifade ederken; belli bir tarihî dönemden bahsedebileceği gibi, o döneme damgasını vuran bir düşüncenin ya da bir ideolojinin sistemini kurgusuna taşıyabilir. Bir filozof aynı zamanda bir edebiyatçı olarak da adlandırılabilir. Ancak bu durum, bir edibin iyi bir filozof olduğu anlamına gelmemektedir.

Kuşkusuz, iyi bir filozof olmak için iyi bir edebiyatçı; iyi bir edebiyatçı olmak için de, iyi bir filozof olmak şart değildir.. Örneğin, Aristoteles, Kant ve Hegel son derece iyi filozof oldukları halde, iyi bir edebiyatçı değillerdir. Hatta Hegel’in yapıtlarının, neredeyse muğlaklığının destanı olduğu bile söylenir. Eğer, bir filozof, iyi yazıyorsa, ne mutlu; böylece, onun yapıtlarını incelemek daha çekici bir hal alır; ama bu durum, kendisinin iyi bir filozof olduğunu kanıtlamaz. Sadece, felsefenin, edebî ve estetik değerlerden oldukça farklı bir yapı arz ettiğine işaret eder.

Share with your friends

Add your opinion
Disqus comments
Notification
This is just an example, you can fill it later with your own note.
Done