Bir Kadın Düşmanı –
Özet, Tahlil, İnceleme
Romanın Kimliği
# Bir Kadın Düşmanı adlı
roman kitap haline gelmeden önce Vakit gazetesinde tefrika edilir. Kitap, 1927
yılında İstanbul’da Yeni Matbaa tarafından basılır. Reşat Nuri’nin yazdığı
yedinci romanı olan bu eser, aslında ilk yazdığı fakat sonradan yayınladığı
Harabelerin Çiçeği romanının vaka bakımından kopyası gibidir.
# Bir Kadın Düşmanı
romanının bir Fransız yazarın eserinden esinlenilerek yazıldığını itiraf eden
Güntekin, bu eserin vakasını ve şeklini değiştirerek “Bir Kadın Düşmanı” adlı
eseri yazar. Yine eserin dikkat çekici bir diğer tarafı ise iç kapakta parantez
içinde “Çirkinin Romanı” adının oluşudur.
# İlk romanıyla vaka
bakımından benzeşmesine karşın Reşat Nuri Güntekin’in olgunluk döneminde kaleme
aldığı Bir Kadın Düşmanı, hem vaka hem de karakterlerin ruhsal özelliklerinin
irdelenmesi bakımından daha üst düzeydedir. Bir Kadın Düşmanı eserinin son baskısı 2008 yılında yirmi sekizinci basım
olarak İnkılâp Yayınları tarafından yapılır.
Bakış Açısı ve Anlatıcı
# Bir Kadın Düşmanı adlı
roman, mektup-roman türünde kaleme alınır. Mektup türünün edebiyatla olan
ilişkisi, insanın duygu ve düşüncelerini anlatımın kurgusu bakımından daha
farklı biçimlerde ifade etme isteğinden ortaya çıkar. bu duygu ve düşünceleri
daha içten bir biçimde okura yansıtmak isteyen anlatıcı, Sara ve Ziya
(Homongolos) adlı iki kişinin yazdığı mektupların iki bölüm halinde vererek
olay örgüsünü kurgular.
# Bir Kadın Düşmanı
romanının ilk bölümü, Sara’nın babası Adnan Paşa ve arkadaşı Nermin’e yazdığı
mektuplardan oluşur. Bu mektuplarda anlatıcı, sözü tanık anlatıcı konumundaki
Sara’ya emanet eder. Romandaki başkişi Homongolos Ziya olduğu için Sara’nın,
ilk bölümde yazdığı mektuplar, başkişinin roman sahnesine çıkışını hazırlar.
“Sara’nın Mektupları” başlığını taşıyan bu kısımda ilk mektup “Sara’dan Adnan
Paşa’ya” yazılır:
# Mektubun bitiminde yer
alan Romen rakamlarıyla II olarak belirtilen başlık altında ise, Sara’nın
Ferhan adlı arkadaşıyla yaptığı telefon görüşmesine yer verilir. Bu görüşme,
diyalog şeklinde romana yerleştirildiği için, anlatıcının hâkim bakış açısı
kullandığı görülür. Sara ile Ferhan arasında geçen konuşma şu şekilde başlar.
Bu diyalog bölümü, romanda mektup tekniği dışında kalan tek bölüm olarak
dikkati çeker.
# Sâra’nın babası Adnan
Paşa ve arkadaşı Nermin’e yazdığı mektuplar, anlatıda tek taraflı olarak
verilir. Onlardan gelen cevaplar ayrı ayrı mektuplar halinde nakledilmez. Bunun
yerine, anlatıcı, Adnan Paşa ve Nermin’in mektuplarında yer alan bazı sözleri
ve soruları yine Sâra’nın mektuplarında ortaya koyar:
“Sevgili Nermin,
Mektubunun sonunda diyorsun ki: “Gözlerimiz
yollarda kaldı. Her gün seni bekliyoruz. (Sâra gideli dokuz gün, on gün, on bir
gün oldu... dayısının zeytinliğinde can sıkıntısından bunalmıştır... Ne yapar yapar, bugünlerde bir bahane
uydurup kendini İstanbul’a atar) diyoruz... Benim
ve kadın erkek bütün arkadaşlarının fikri bu...” (s.19)
# Yazarın romanın hem ilk
bölümünde Sâra’nın hem de ikinci bölümünde Homongolos Ziya’nın mektuplarını
karşılıksız bırakması hakim anlatıcının anlatım biçimindeki tercihini gösterir.
İlk bölümde Sâra’nın yazdığı mektuplara karşıdaki kişinin cevap vermesi doğal
iken ikinci bölümde Ziya’nın ölen arkadaşına yazdığı mektuplar cevapsız/ tek
taraflı kalır.
# Bir Kadın Düşmanı
romanının ikinci kısmı Homongolos’un ölen arkadaşı Necdet’e yazdığı
mektuplardan oluşur. Dolayısıyla bunları birer mektuptan ziyade günlük ya da
hatırat olarak nitelemek doğru olacaktır. Çünkü Ziya’nın mektupları kendi
yaşamöyküsünün özeti şeklinde sunulur.
"Uzun uzun hesap ettim. Tam yedi sene,
altı ay, yirmi bir gün var ki birbirimizden
haber alamamıştık.
Nasılsın Necdet? Bu nasılsın sualimi sırf
mektuplarda âdet olduğu için sordum.
Yoksa, hiçbir eksiğin, hiçbir gam ve
kasavetin olmadığını biliyorum” (s.139)
# Necdet’e yazılan bu
mektupların ikinci bölümde nasıl bulunduğu ve kim tarafından ifşa edildiği
belli değildir. Anlatıcı, hâkim bakış açısıyla Sâra’nın mektuplarını olduğu
gibi Ziya’nın mektuplarını da okuyucuya gösterir/okutur.
# Bir Kadın Düşmanı
romanının kurgusu, Reşat Nuri’nin Acımak romanına benzemekle birlikte bir iki
farkla ondan ayrılmaktadır. Acımak romanındaki gibi Bir Kadın Düşmanı’nda da
ilk bölümde başkişi, norm karakterin ve toplumun dışarıdan bakışıyla aktarılır.
İkinci bölümünde ise başkişisinin bilinmeyen dünyası ya da bir başka deyişle
madalyonun ters tarafı gösterilir.
# Bir Kadın Düşmanı
romanının ilk bölümünde anlatıcı Sâra, ikinci bölümünde ise Ziya’dır. İlk
bölümün II. Başlığı ise karşılıklı konuşma şeklinde verilir. Bir Kadın Düşmanı
romanındaki bu anlatıcı farklılaşması “karma /çoğul bakış açısı”
kullanıldığının göstergesidir.
Olay Örgüsü
# Bir Kadın Düşmanı
romanı, yazar tarafından iki bölüme ayrılır. Mektup-roman şeklinde kurgulanan
eserin ilk bölümü Sâra’nın babası Adnan Paşa ve arkadaşı Nermin’e yazdığı
mektuplardan; ikinci bölümü ise romanın başkişisi Ziya’nın ölmüş arkadaşı
Necdet’e yazdığı mektuplardan oluşur. Eserin ilk bölümü genel anlamda ikinci
bölümünün hazırlayıcısı ya da olayların farklı çerçeveden sunumu şeklindedir.
# Sâra’nın babasına ve
Nermin’e yazdığı mektuplar toplam on dört tanedir. Bunlardan üç tanesi babası
Adnan Paşa’ya, on bir tanesi arkadaşı Nermin’e yazılmıştır. Romen rakamlarıyla
on beş bölüme ayrılan ilk bölümün II. Başlığı ise Sâra ile arkadaşı Ferhan
arasındaki telefon görüşmesinden oluşur.
Birinci Bölüm:
Sâra’nın babası Adnan Paşa’yı hastalık ve dayısının kızı
Vesime’nin düğünü bahanesiyle kandırması ve Marmara sahilindeki kasabada
kalması
Sâra’nın kasaba halkı ve özellikle de dayısının kızı
Vesime’nin müstakbel kocası Remzi Bey’i kendisine âşık etme arzusu
Sâra’nın Remzi Bey’in daveti üzerine evlerine gelen
Homongolos Ziya ve arkadaşlarıyla tanışması
-Ziya’nın Sâra’ya duyarsız görünmesi karşısında Sâra’nın
onu kendisine âşık etme arzusu ve kur yapması
-Ziya’nın bir motor yarışında hızlı girdiği virajı
dönemeyip uçuruma yuvarlanarak ölmesi
# Bir Kadın Düşmanı
romanının ilk vaka halkası, roman başkişisi Homongolos Ziya’nın ölümü ile
noktalanmasına rağmen ilk bölümde başkişinin derinlemesine iç çözümlemesi
yapılmaz. Onun yaşamındaki bilinmeyen gerçeklerin ifşası, ikinci bölüme
saklanır. Böylelikle romandaki gerilim unsuru da artarak ikinci bölüme sarkar.
ikinci bölümün vaka birimleri ise şunlardır:
İkinci Bölüm:
Homongolos’un
arkadaşı Necdet’in yüzünün savaşta yanması ve onu ölüm anında nişanlısına
göstermemesi
Homongolos’un
yatılı okul yıllarındaki yalnızlığı ve Necdet’i tanıdığı dönemi hatırlaması
Homongolos’un Remzi Bey’in verdiği davette Sâra ile
tanışması
Homongolos’un Sâra’ya olan aşkım kendisine itiraf etmesi
Homongolos’un, Sâra’nın kendisini elde etmek için yaptığı
oyunu fark ederek bir motor yarışında intihar etmesi
Bir Kadın Düşmanı romanının ilk vaka halkasında
tanık-anlatıcı konumundaki Sâra’nın gözüyle tanıdığımız başkişi Homongolos
Ziya, ikinci vaka halkasında ben-anlatıcı konumunda kendini ve geçmişini
anlatır. Sâra ile Homongolos arasında yaşanan olaylar iki bölümde eş zamanlı
şekilde kahramanların kendi cephelerinden aktarılır.
Zaman
# Bir Kadın Düşmanı,
konusu itibariyle Cumhuriyet sonrası dönemde geçmektedir. İlk bölümde,
mektuplarla başlayan anlatımda herhangi bir takvim zamanı ibaresine
rastlanılmaz. Fakat olaylar, işgal yılları ve Cumhuriyet’in ilanından sonraki
yıllarda geçtiği şu ibarelerden anlaşılır:
“Zaferden sonra ona bir çiftlik merakı arız
oldu. Zaten Şûrâ-yı Devlet’teki memuriyeti de lağvedilmişti. (...)
Orada, Yunan işgali zamanında yanan küçük
bağ kulesi yerine büyücek bir köşk yaptırdı. ” (s.
11-12)
# Sâra’nın dayısının
Marmara yakınlarındaki bir kasabadaki çiftliğe yerleşme zamanlarını anlatan bu
satırlar, aynı zamanda sosyal zaman unsurlarını da içinde barındırır.
# Bir Kadın Düşmanı
romanında iki farklı vaka halkasına bağlı olarak iki farklı zaman kullanımı
görülür. İlk bölümde Sâra’nın yazdığı mektuplarda zaman sıra dizimsel bir
biçimde ilerler. Fakat mektupların okunması yazılma zamanından sonra olduğu
için Sâra’nın yaşadığı olaylar ile okurun bunu öğrendiği zaman dilimi arasında
fark oluşması doğaldır. Sâra’nın babası ve Nermin’e mektuplarında bahsettiği
olayları öğrendiğimizde olaylar yaşanmış ve bitmiştir.
# Mektuplarla ilerleyen
ilk bölümde vakaların anlatım zamanı da mektubun gönderilme anı/gününe göre
ayarlanır. “Kusura bakma Nermin... Sana Çarşamba postasına kadar uzun bir
mektup hazırlarım.” (s. 19)
şeklinde sadece gün isimlerinin zikredildiği zaman birimi kozmik olmaktan öteye
geçmez:
# İlk vaka halkasında
Sâra’nın mektupları kronolojik olarak sunulmasına rağmen, Sâra yaşadıklarını
geçmişe dönük olarak aktarır. Özellikle de mektup gibi sınırlı bir yazı türü
içine kahraman, kendi yaptıklarını/yaşadıklarını yazarken kendince önemsediği
olayları “Bir gün yine kasabaya inmiştim. ” (s.21), “Dün Homongolos ile
teşerrüf ettim. ” (s.53) şeklinde özetleyerek anlatır.
# Bir Kadın Düşmanı
romanının ikinci vaka halkası, başkişi Homongolos Ziya’nın arkadaşı Necdet’e
yazdığı mektuplardan oluşur. Homongolos’un yaşamına ait kesitler ve Sâra ile
tanıştığı dönemi içeren bu vaka
halkasında, zaman unsuru iki farklı boyutuyla kullanılır. Birincisi Ziya’nın
Sâra ile tanıştığı dönemin eşzamanlı olarak kendi ağzından aktarılması;
ikincisi Ziya’nın çocukluk yılları ve kendini Kayabalığı ya da Homongolos
olarak ünlendiren geçmiş günlerin muhasebesidir.
# Bir Kadın Düşmanı
romanındaki vaka zamanı, başkişi Homongolos Ziya’nın çocukluk yıllarına dönüşü
dikkate alınacak olunursa yaklaşık yirmi beş yıllık bir zamanı kapsar. Fakat
vakanın temelini oluşturan Sâra ile Homongolos arasındaki macera göz önünde
bulundurulursa bu süre yaklaşık iki-üç ay kadar kısalır.
Mekân
Çevresel Mekân:
# Bir Kadın Düşmanı
romanının vakası, Marmara kıyısında adı verilmeyen bir kasabada geçer.
Kasabanın yerleşimini ve ilk görüntüsünü karamsar bir tablo halinde sunan Sâra,
aynı paragrafın devamında kasaba dışındaki çiftliklerin ve doğal güzelliklerin
tasvirini övgüyle yapmaktan kendini alamaz. Bir Kadın Düşmanı romanının temel
vakasının geçtiği bu mekânın yanı sıra başkişi Homongolos Ziya’nın İstanbul’da
gittiği yatılı mektep de fiziksel mekân olarak dikkat çeker. Bu mekân,
başkişinin ilerideki yaşamını etkiler.
# Fiziksel çirkinliği
dolayısıyla toplum dışına itilen ve sürekli yalnız başına kalan roman başkişisi
Homongolos Ziya için gönderildiği yatılı mektep gittiği ilk günlerden itibaren
kapalı/dar mekan konumundadır. Ailesinin Ziya’nın çirkinliğine tahammül
edemeyerek kendilerinden uzaklaştırmak amacıyla gönderdikleri bu yatılı mektep,
onun fiziksel çirkinliğinin cezasını ödediği bir hapishane gibidir. Öyle ki,
Necdet ile tanıştıkları zaman dilimini anlatırken hatırladığı mektebe, bir
tatil dönüşü herkesten önce bırakrlışım şu acı hatıra ile aktarır:
“ Dehşetli bir can sıkıntısı içinde okulda
kendi kendime dolaşıyorum... Mektep, çok
tenha...
Evcilerden bir ben varım... Muallimlerden
biri:
“Aferin Ziya... Sen mektebi bütün arkadaşlarından
fazla seviyormuşsun... Bak,
daha dersler başlamadan geldin! ” diyor.
Sermubassır gülerek öteden söze karışıyor:
“Geldi değil, getirdiler beyim... Hapse
getirir, sürgüne getirir gibi getirdiler.
Bence onun vaktinden evvel gelmesi pek iyi
bir mana ifade etmez. ” (s. 143-144)
# Sermubassır’ın gülerek
söylediği “hapse
getirir, sürgüne getirir gibi getirdiler” cümlesi, Ziya’nın
mektebe adeta kovuluşu ya da atılışı biçiminde algılanır ki bu da mektebin
başkişinin yaşamında kapalı/dar mekân olarak yer almasını sağlar. Ziya için
gittiği her yer attığı her adım azap gibidir.
# Mekânı yaşanılır kılan
insandır, yaşadıklarını mekâna yansıtan da. Bu nedenle bedensel/fiziksel
çirkinliğiyle toplum tarafından yalıtılan Ziya için her mekân kendi bedenini
taşımak zorunda olduğu dar/kapalı alandır. Mektep yıllarında özellikle
yalnızlığı seçen ve bu duruma itilen Homongolos Ziya’nın kendi çirkin bedeni
içine hapsedilmiş ruhu da karanlıklar içindedir. “Beden ruhun, dünya ise genel anlamda
insan varlığının zindanıdır, bataklığıdır.” Bu nedenle Ziya’nın beden’i
kapalı/dar mekândır. Kendi dünya algılamasını çirkin bir beden içine
yerleştiren ruh ile ontik uyuşmazlık içerisinde duyumsayan Ziya, dar anlamda
kendi bedenine geniş anlamda dünyaya hapsedilmiş gibidir.
# İçinde taşıdığı ruhsal
görünümün aksine dışındaki görüntünün çirkinliğinin bedelini ödeyen başkişinin
gelecekteki yaşamı da bu duruma göre şekillenir. Çirkin bedeni bir mekân olarak
düşündüğümüzde o mekânın içinde yaşamak zorunda kalan Homongolos’un içsel âleminin
kapalılığı dışa da yansır.
# Bir Kadın Düşmanı
romanının vakası Marmara Adasında bir kasabada geçmektedir. Buradaki
zeytinlikler ve doğal güzellikler, hem başkişi Homongolos Ziya hem de kendini
bir kraliçe gibi gören Sâra için açık/geniş mekândır. Çift taraflı bir karakter
analizinin yapıldığı romanda, hem fiziksel çirkinliğini doğanın güzelliği
içinde yok etmeye çalışan Ziya hem de fiziksel güzelliğini küçük bir kasabada
narsist duygularla her erkeği kendine âşık ettirecek ve her kadını
kıskandıracak kadar ön plana çıkarma arzusunda olan Sâra için bu mekân son
derece değerlidir.
# Bir Kadın Düşmanı
romanının ikinci kısmında özellikle de Homongolos’un yalnızlığını paylaşan gece
ve gecenin kusurlarını örten doğa, açık/geniş mekân özelliği gösterir.
Homongolos’un gece ile olan yakın ilişkisi, karanlığın fiziksel kusurları
örtmedeki başarısıdır. Hem doğadaki hem de bedenindeki çirkinlikleri örten bir
gecede Homongolos arkadaşı Necdet’e şu satırları yazar:
“Gündüz gözüyle bakılınca adeta bir
mezbele... Tabiatta şu ay dede kadar gayur ve faal bir tanzifat amelesi yoktur
sanırım. Hangi lekeyi, hangi kiri, hangi çirkinli temizlemeye kadir değildir
ki? Işıklarının süpürgesini bataklığa sürüp geçer, bakarsın kirli çamurlar
gökyüzü gibi temizlenip derinleşir. (...)
Hatta ileri giderek diyeceğim ki, ay dede,
dünyanın sade maddi kirlerini çirkinliklerini değil, yürekleri de bir dereceye
kadar yıkayıp temizler” (s.137-138)
# “Işıklarının
süpürgesi” ile “kirli çamurlar”ı
ve “yürekleri
de bir dereceye kadar yıkayıp temizle(yen” ay ışığı Ziya’nın
içindeki güzelliklerin dış dünya ile ilintisini kurmasına yardımcı olur. Ay
ışığının parlaklığı ve sihirli ışıkları altında doğanın güzelliklerini ortaya
çıkardığı bu zaman diliminde, Ziya’nın ruhundaki mekân da genişler. Onun çirkin
bedeni içine hapsolmuş duygu yüklü kalbi, kendi yalnızlığında ortaya çıkar.
# Bir Kadın Düşmanı
romanında genellikle toplumdan uzak yaşayan bir karakter görünümünde çizilen
Ziya’nın, doğaya kaçışı ve içindeki büyük sırlarla kendini unutturduğu anlar
onun için açık/geniş mekândır.
Şahıs Kadrosu
Başkişi
# Bedensel çirkinliği
yüzünden toplum tarafından yalıtılmış ve duyarsızlaştırılan ve kendisine
insandan çok duygusuz bir makine gibi davranılan Homongolos Ziya, Bir Kadın Düşmanı
romanının başkişisidir. Hastalıklı bir karakter görünümünde sunulmasına karşın
toplumsal baskının öngördüğü biçimde davranışlarını tepkiye dönüştüren Ziya,
bir çirkinin içinde bulunduğu ruh halini yansıtır.
# Fiziksel çirkinliği
yüzünden duyarsızlaştırılan ve samimi duygularını kalbinin derinliklerine gömen
Ziya’ya “Homongolos” ve “Kayabalığı” lakapları takılır. Bu lakapları, kendi adı
gibi benimseyen Ziya, fiziksel çirkinliğini çocukluğundan itibaren büyük bir ur
gibi taşıyarak, insanlığın/toplumun çirkin taraflarını kendi çirkin bedeni
içinde yaşar.
# Bir Kadın Düşmanı
romanında toplumun kendisini düşman olarak gördüğü/dışladığı bir bireyin etkiye
tepki prensibiyle duyarsız ve duygusuz bir varlık olarak geri dönüşü görülür.
Fiziksel anlamda güzellikten yoksun olan Ziya’nın bu yapısından dolayı toplum
tarafından yalıtık bir dünya içine itilerek sosyalleşmesine izin verilmez.
Toplum içinde sosyalleşmeyen Ziya, kendini ifade etmek/göstermek amacıyla
farklı yollara sapar. Özellikle de çirkin bedenini dış dünyaya karşı bir silah
olarak geliştirmeye başlar. Duygularından çok kaslarını geliştiren Ziya,
romanın diğer marazi karakteri Sâra’nın gözüyle şu şekilde tasvir edilir:
“orta boylu, hatta ortadan biraz kısa bir
adamdı. (...) çehresine gelince, onu sana bilmem nasıl anlatmalı Nermin? (...)
Afrika zencilerinin kısa kıvırcık saçlı, sivrice başını al. Onun altına
Avrupalının biraz çıkık alnını yapıştır. Sonra, Çinlilerin, Japonların uçları
havaya kalkmış kaşların, badem gibi çekik gözlerini tak. Amerikan vahşisinin
iri, kemikli, yırtıcı çenesini ilave et. Sonra yine onun kırmızı rengiyle bu
çehreyi baştan badana et. İşte sana Homongolos’un başı." (s.53)
# Fiziksel çirkinliğin
insan ruhuna da yansıması zorunluluğu toplumun genel önyargısıdır. Bu nedenle
toplum tarafından beklenilen bu davranış biçimi, Ziya’ya çocuk yaşta bulaşır.
Hayatın acı tecrübesini küçük yaşlarda kazanan Ziya, kendi yalıtık dünyası
içinde nasıl duyarsız ve duygusuz bir hale geldiğinin bilincindedir. Çünkü “bir gerçeklik içindeki
yavan esaretten kesin bir kendini tanımaya götüren yol(da) ” dışlanmış olduğunun farkında olması onu kendi
gerçeği ile baş başa bırakır.
# Kaslarının gücü ile
kendisine dokunulmaz bir alan oluşturan Ziya, bundan sonra toplumun kendisine
yönelttiği hakir ve alaycı bakışı tersine döndürür. Özellikle de fiziksel
güzelliği ve nahifliği hep ön planda tutan ve yaradılışı gereği buna uygun
davranan kadınlara karşı daima acımasız ve alaycı davranır. Bunun nedeni belki
de annesiz büyüme ve anne şefkatinden mahrum olmadır. Zira, “Yetişkinlerin en
dokunaklı, en unutulmaz anılarından biri, her tür oluşum ve değişimin gizemli
kaynağı, eve dönüşün, her tür başlangıç ve sonun sessiz temeli anne sevgisidir.
” Anne sevgisinden mahrum olan Ziya’nın kadınlara karşı daha
acımasız ve alaycı olması bu bakımdan doğaldır.
# Ziya’nın roman
kahramanı olarak bir makine benzeri insan olan Homongolos ile özdeşleştirilmesi
ve toplum tarafından onun insani yönlerinin olabileceği ihtimalinin unutulmuş
oluşu da dikkat çekicidir. Ona takılan Homongolos lakabı bir film kahramanının
adıdır:
“Homongolos bir sinema filmi
kahramanıdır... Muhayyel bir kâşif, sun’i bir adam yapmaya muvaffak olur... Bu
makine, bir çok cihetlerden insana fâiktir. Mesela, insanlardan daha tendürüst,
daha kuvvetlidir... Zihni ve zekâsı bizden daha mütekâmildir. Hâsılı ideal bir
insan... Fakat büyük kâşif, bu sun ’i adama yalnız bir hassayı vermeye muvaffak
olamamıştır: Kalp ve his” (s. 46)
# Bir makine ile
özdeşleştirilen Ziya’nın da kalpsiz ve hissiz olduğu toplum tarafından ona
yüklenmiş bir zorunluluktur. Ondan beklenen, yüzü gibi çirkin davranışlar
sergilemesi, tuhaf ve her şeyden önemlisi hissiz olmasıdır.
# Dışarıdan bakıldığında
duygusuz görünen ve “verdiği
dış izlenim hakkında hastalık derecesinde hassas olan” Ziya’nın iç dünyasında, toplumdan intikam
almak isteyen bir çirkinin ruh hali ile karşılaşılır. Annesizlik sürecinden
başlayarak kendisini dışa iten ve öteleyen bütün insanlardan intikam almak
isteyen Ziya’nın yaşamında kendisine yakın hissettiği tek insan okul arkadaşı
Necdet olur. Bu yakınlığın sebebi ise Necdet’in okula geldiği günkü yalnızlığı
ve diğer çocukların onu dövüp onunla alay etmeleridir. Ziya, kendi
yaşadıklarıyla özdeşim kurarak içinde bir sıcak lav halinde var olan sevgisini
arkadaşı Necdet’e doğru yönlendirir.
# Homongolos’un roman
boyunca karakter özelliğinin kendince yıprandığı fakat toplumun bunu
hissetmediği anlar ise Sâra’ya karşı duyduğu yakınlıkla belirginlik kazanır.
Bir zamanlar sevgisini aktardığı Necdet’ten sonra kalbini sunacak başka birini
bulmak Homongolos’un tüm yaşamını alt üst eder. Zira onun kabuk bağlamış
sevgisini elde etmek isteyen Sâra sadece narsist emellerinin peşindedir.
Başkişinin topluma karşı belirlediği davranış biçiminden sapma göstererek,
normal/sıradan insanların yaşam biçimlerinde olduğu gibi bir sevme eğilimi
içinde olması onun için bir yıkım olur. Bir an için de olsa kendisine sevgi
gösterildiğini zanneden Homongolos Ziya’nın aşka bakışı değişecektir. Bir
ateşli hastalık olarak gördüğü aşkın karşılıksız oluşundan ziyade kendisinin
geçirdiği zaaf dakikalarını içine sığdıramayarak intihar eder. Bu intihar,
Ziya’nın toplum tarafından yüklenmiş görevlerinin ve umutsuzluğunun sebep
olduğu uyumsuzluğun bir neticesidir. “Umutsuzluğun uyumsuzluğu basit bir
uyumsuzluk olmayıp kendisine bağlı kalmakla birlikte başka bir ilişki
tarafından ortaya konan bir ilişkinin uyumsuzluğudur” Homongolos’u intihara yönlendiren en büyük
etken de umutsuz/uyumsuz aşkının benliğinde oluşturduğu kırılmadır. Ziya bu
intiharla, yaşamında oluşacak değişimi ortadan kaldırmayı arzular.
Norm Karakterler
# Bir Kadın Düşmanı
romanında başkişi Homongolos Ziya’nın kişisel gelişim sürecini ve entrik
kurgudaki çatışmayı sağlayan kişi olan Sâra norm karakterdir. O aynı zamanda,
görünenin arka planına yansıyan/gizlenen iyi yürekli çirkin ve kötü
yürekli/kendini beğenmiş/narsist güzel arasındaki çatışmanın gerilimi oluşturan
tarafıdır.
# Kendi varlığına tutkun
bir birey olan Sâra’nın yaşama tutunduğu tek dal, kendisini başkalarına hatta
içindeki öteki ben’e kabul ettirme/üstün gösterme çabasıdır. İstanbul’daki
seçkin gençler arasındaki koket kız özelliğini taşıyan ve kendisine rakip
olanları kıskanacak kadar bencil olan Sara’nın Marmara’nın kıyısındaki bir
küçük kasabada rakipsiz olması onun narsist duygularını tatmin eder.
Güzelliğine aldırış etmeyenleri, onun tavırlarım alaya alanları ise kendine
âşık ederek öç alma isteği hastalıklı bireysel yapısının göstergesidir.
# Özellikle romanın
birinci bölümünde tanık anlatıcı konumunda görünen Sâra’nın Marmara adasındaki
küçük bir kasabada mutlu olmasının sebebi kendisine verilen değerin
farkındalığıdır. Bu farkındalığın hazzını yaşayan Sâra kasabadaki halini
arkadaşı Nermin’e yazdığı mektupta şu şekilde dile getirir:
“Bütün bu hayat aktrist ve aktörleri
başıboş bir halde bir araya getirilince kopacak curcunayı tasavvur
edebilirsin... (...) Bu truptaki rolümü tabii tahmin etmişsindir Nermin... Ben,
onların bir nevi primadonnasıyım... Bu rolü büyük bir zevk ve ihtimam ile
oynuyorum. Hâkimiyetim karşısında herkesin az çok boynu bükük... Bir füsun gibi
bütün gözleri, gönülleri kendime çekiyorum." (s.39)
# Başkişi gibi o da görünen
yüzünün arkasında görünmeyen hastalıklı bir taraf barındırır. Özellikle babası
ve Nermin’e yazdığı mektuplarda farklı iki karakterin yansıması da bunun
göstergesidir. Adnan Paşa’ya yazdığı mektuplar, Sâra’nın topluma karşı
takındığı tavrın yansıması iken arkadaşı Nermin’e yazdığı mektuplarda narsisist
eğilimlerle kendini beğenmişliğini ortaya çıkaran tavrı görülür. Bu anlamda
Sâra, arzulanan ve sürekli istenilen bir özne olma bilinciyle hareket eden bir
tip olarak yansır.
# Başkişinin yaşamını
biçimlendiren çocukluk dönemindeki yalıtılmışlık ve toplum dışına itilmişliğin
aksine Sâra’nın aşırı ilgiden şımardığı ve bunu toplumun aleyhine kullandığı
görülür. “Kendini
önemsemenin bir bölümü birincildir, çocuksu narsisizmin kalıntısıdır".
Sâra’nın da narsistik yönelimlerinde, çocukluğundan gelen “çocuksu narsisizm”e
bağlı belirgin etkiler söz konusudur.
“Ben minimini bir kız çocuğu olduğum
zamandan beri böyleyim... Güzelliğim beni çok fazla şımarttı. Etrafımdaki
insanları kendime hayran ve esir etmekte adeta marazi bir zevk duyuyorum. Bu,
belki de bir hastalık. Ne yazık ki ben hayatımı kimseye vakfedemeyeceğim... Bir
türlü kimseleri beğenemiyorum..." (s.23)
# Çocukluktan gelen güzel
kız imajıyla şımarıklığı birleştiren Sâra’nın romanın başkişisi Ziya ile “aşk
anlayışı” bakımından birleştiği görülür. Güzel ve çirkin masalının
değiştirilmiş bir biçimi olarak birleştirici unsur olabilecek nitelikteki aşkın
ayırıcı özelliği bu eserde daha çok ön plana çıkar. Çünkü patetik kişilik yapısına
sahip iki karakterin kendilerine biçtikleri rolün dışına çıkmaları beklenilmez
bir durumdur. Bu nedenle Sâra, Homongolos ile karşılaştığında kendini
beğendirme arzusuna yenik düşmenin ötesinde kendisini aşka düşmemek için
sınırlanır.
# Bir Kadın Düşmanı romanındaki
bir diğer norm karakter ise Necdet’tir. Bir Kadın Düşmanı romanının ikinci
bölümünde Homongolos’un arkadaşı olarak karşımıza çıkan Necdet, başkişinin
çocukluk yıllarından itibaren samimi bir biçimde güvendiği ve sevdiği arkadaşı
olur.
# Necdet, Homongolos
Ziya’nın gözüyle başlangıçta “mızmız
bir İstanbul çocuğu... Kül kedileri gibi anasının dizi dibinde büyümüş şımarık
ve maskara” (s.148) olarak
görünse de onun kimsesiz olduğu gerçeğiyle yüzleşince işin boyutu değişir.
Babasının Yunan muharebesinde ölümünün ardından dünyadaki tek varlığı olan
ağabeyini de askere göndermesi ile Necdet de Ziya gibi yalnız kalır. Necdet,
başkişinin yalnız dünyasında sığındığı bir liman olur. Ziya ile Necdet ortak
kaderleri olan yalnızlığı, beraberce yok etmeye çalışırlar.
# Başkişinin yaşam
karşısında duruşunu belirleyen ve onun yaşama/topluma aktaramadığı duyguları
yönelttiği nesne konumuna Necdet yerleşir. Necdet’in varlığı, çirkin bedeni
arkasında toplum tarafından duyguları alınmış ya da duygusuz olarak görülen
Kayabalığı duyarsızlığıyla yaşayan Ziya’nın dışa yönelimini sağlar. Necdet,
aynı zamanda Ziya’nın mektuplarını samimiyetle yazacağı ve yaşadığı her şeyi
itiraf edebileceği tek kişidir. Necdet’in kendisi için taşıdığı önemi Ziya şu
sözlerle ifade eder:
“Dünyada ilk defa benim de bir sevdiğim
insan oluyordu. Merhamet, muhabbet, arkadaşlık denen güzel şeylerin zevkini ilk
defa duyuyordum. Ruh yalnızlığı denilen korkunç hastalıktan sen beni
kurtarıyordun. ” (s.157)
# Yalnızlığın buhranlı
anlarından Necdet sayesinde kurtulan Ziya, bedensel çirkinliği altında gizlenen
duygusal birikimini de ona aktarır. Bununla birlikte “Necdet’in, Ziya’nın
gözünde başka bir ehemmiyeti daha vardır. Sınıfları ve yaşları büyüdükçe Ziya,
gitgide güzel, zarif, içli bir genç hüviyeti kazanan Necdet’te kendi mahrum
hayatının bütün telafilerini ve tatminlerini görür.” Sara ile bedensel anlamdaki
zaaflarını/çirkinliğini yok eden Ziya, ruhsal anlamdaki bütünleşmesini de
Necdet’te tamamlar.
Kart Karakterler
# Bir Kadın Düşmanı
romanının belli başlı kart karakterleri, Marmara’daki köyün muhtarı, Sâra’nın
dayısının kızı Vesime’nin nişanlısı Remzi Bey ve küçük Behire’dir.
# Sâra’nın Marmara’daki
kasabada güzelliğiyle herkesi büyülediği anlarda ortaya çıkan Muhtar, önce
ahaliye ahlak dersi verir. Fakat Sâra onun bu tavrını tersine döndürerek
kendisine âşık edecektir. Muhtar’ın kişiliği ve davranışı Sâra’nın bakışıyla şu
şekilde verilmiştir.
“Ellibeş altmış yaşlarında, hali vakti
yerinde bir ihtiyar... (...) Hani mahallelerde akıl hocalığı yapar, türlü
çirkin dedikodularla ahaliyi kasıp kavurur, evleri tecessüs eder, beğenmediği
insanları mahalleden kovmak için ahaliye mazbatalar mühürletip kapı kapı gezer,
titiz, aksi ihtiyarlar vardır. İşte onlardan...”
# Muhtar hakkında
Sâra’nın yaptığı bu yorumlar, onun tekdüze ve kalıplaşmış bir mahalle muhtarı
tipi oluşturduğunu gösterir. Bu tip, romanın ve gerçek yaşamın kalıplaşmış bir
parçasıdır. Mahallelerin içinde bulunduğu sosyal statüyü yönlendiren kişinin
niteliğini belirlemesi bakımından romandaki muhtar önemli bir yer tutar.
# Remzi Bey, romanın
başlangıcında nişanlısı Vesime’ye karşı olan büyük aşkı ile karşımıza çıkar. Bu
aşkın büyüklüğü kadar, Remzi Bey’in Sâra karşısında düştüğü komik durumlar da
onun karakterini belirler. Remzi Bey, Avrupa’da ziraat mühendisliği okumuş ve
kasabanın zengin ailelerinden birinin çocuğudur. Sâra’nın deyimiyle “saf ve
temiz bir çocuk” olan Remzi Bey’in tek kusuru Sâra’nın yanında Vesime’ye olan
bağlılığını abartılı bir şekilde itiraf etmesidir.
# Remzi Bey, roman
boyunca Vesime’ye olan aşkını itiraf etmesine karşın Sâra’nın güzelliği
karşısında bocalar ve hatta ona karşı bir meyil gösterir. Bu karakterin
oluşturulması ile gizil olarak sonradan görme bir zenginin, her ne kadar
Avrupa’da da okumuş olsa, yaşam karşısındaki duruşunun netleşmemesi gösterilir.
# Vesime’nin kardeşi olan
Behire ise küçük yaşına karşın Sâra’nın Homongolos’a karşı oynadığı oyunda
ortaya çıkar. Sâra’nın Ziya’ya karşı oynadığı aşk oyununda büyük bir rol
üstlenen Behire, kurnaz küçük çocuk tipinin simgesidir. Behire’nin Sâra
tarafında yer alarak onun Homongolos’a karşı açtığı savaşta çocuk bilinciyle
yardımcı olması onun hem kız olma bilincinin hem de özendiği ve kendine model
aldığı birine yardım etmek istemesinin bir göstergesidir. Bu noktada Behire,
Sâra’nın gelecek yaşamını da yönlendirirken Behire ise kendi yaşadığı kasaba
içinde özellikle de ailesi içinde en yakını olan ablası Vesime’nin sessiz sakin
kişiliğini benimsemeyip, İstanbul’dan gelen bu göz alıcı kadının davranışlarım
benimser.
Fon Karakterler
# Bir Kadın Düşmanı adlı
eserde kahramanlar iki bölüm halinde Sâra ve başkişi Ziya’nın çevresinde yer
almaları dolayısıyla önem kazanırlar. “Her iki bölümde görünen şahıslar, kendi
başlarına birer şahsiyet olmaktan ziyade, Ziya’nın ve Sâra’nın karakterini
çeşitli yönleriyle aydınlatan ve ancak onların gözünde muayyen bir hüviyet
kazanan tiplerdir. ”
# Bir Kadın Düşmanı
romanının ilk bölümde Sâra’nın mektuplarını gönderdiği babası Adnan Paşa ve
arkadaşı Nermin fon karakterlerdir. Sadece Sâra’nın mektup gönderdiği şahıslar
olarak dikkati çeken bu karakterlerin roman boyunca başka önemli bir rolleri
görülmez. Adnan Paşa, Erzurum’da paşalık yapan ordu mensubu biridir. Ailesini
mağdur etmemek adına İstanbul’da bırakarak oraya götürmez. Nermin ise Sâra’nın
İstanbul’daki en samimi arkadaşlarından biridir. Onunla ilgili ip ucu
sayılabilecek tek söz Sâra’nın kendi yaşını itiraf ettiği andaki: “Halbuki
sen de, ben de yirmialtıyı bitirdik”
(s.23) cümlesidir.
# Sâra’nın annesinin de
sadece varlığından bahsedilir. Onun ne adı ne de roman içinde bir fonksiyonu
vardır. Sâra’nın “Marmara’nın cansız ve küçük köyü”ne misafirliğe gittiği
dayısı Rıza Bey, yengesi Makbule Hanım, dayısının kızı Vesime, Vesime’nin
kardeşi Handan aileden olup fazla ön plana çıkmazlar. Sâra’nın kasabaya geldiği
vapurun Kaptan’ı, düğün için Rıza Bey’in evine gelen misafirlerden İsmet Hanım
ve kocası, avcılık merakıyla bilinen Latif Bey, Mahkeme Reisi ve Doktor’un
kızı; Vesime’nin nişanlısı Remzi Bey’in ailesi ve kasabada Sâra’nın güzelliğini
görerek ona laf atan gruplar, Homongolos’un sporcu arkadaşları ilk bölümde
karşımıza çıkan fon/figüratif karakterlerdir.
# Bir Kadın Düşmanı
romanının ikinci bölümünde başkişi Ziya’nın yaşamı etrafında yerleri belirlenen
kişiler fon karakter görevi üstlenirler. Ziya’nın küçük yaşta kaybettiği
annesi, babası, üvey annesi, küçüklü büyüklü kardeşlerinin yanı sıra mektep
yıllarındaki çevresi de fon karakterler grubunda yer alır. Mektepteki öğretmen,
Sermubassır, Nesip adında şımarık ve zengin bir çocuk ve kız arkadaşı, okulda
Necdet’i döven çocuklar, Necdet’in Yüzbaşı olan ağabeyi, Necdet’in nişanlısı
Remide de romanın gelişim çizgisine katkıda bulunan karakterler olarak dikkati
çekerler.
İzleksel Kurgu
# Bir Kadın Düşmanı
romanında entrik kurguyu oluşturan ve çatışmayı sağlayan değerleri “KORA
şemasında” şu şekilde göstermek mümkündür:
Ülkü
Değeler
|
Karşı
Değerler
|
|
Kişiler
Düzeyinde
|
Homongolos
Ziya
Necdet
Vesime
|
Sâra
Ziya’nın
babası
Nesip
Remzi
|
Kavramlar
Düzeyinde
|
Tinsel
Çirkinlik
Yalnızlık,
Kaçış Aşk
|
Fiziksel
Güzellik
Narsizm(Kendini
beğenmişlik)
Yalıtılmışlık
Sevgisizlik
Yalan
Kendine
güven-
|
Simgeler
Düzeyinde
|
Kayabalığı
Homongolos
Mektup
Marmaradaki
köy
|
Beden
Mektep Kavun kabuğu İstanbul
|
Yalıtılmışlık:
# Bir Kadın Düşmanı
romanı psikolojik anlamda hastalıklı/marazi iki insanın çatışması üzerine
kurgulanır. Fiziksel çirkinliği yüzünden ailesi ve toplum tarafından yalnızlığa
mahkûm edilen Ziya ile fiziksel güzelliğini narsistik eğilim derecesinde
sergileyen ve bundan büyük bir haz duyan Sâra’nın karşılaşması ya da “duygusuz fizik
güzellik ile duyguyu ruh disiplini için erdeme dönüştürmüş, tümel kılmış fizik
çirkinlik arasındaki çatışma”
romandaki entrik kurguyu biçimlendirir. Roman, bu yönüyle dış güzelliğin
toplumsal bilinçteki yerini gösterir.
# Fiziksel çirkinliğinin
toplum tarafından sürekli yadırgandığını gören Ziya, toplumun kendine verdiği
cezayı, içselleştirerek kendini başka alanlarda başarılı olmaya yönlendirir.
Özellikle toplumun kendisine verdiği dışlama/yalıtma cezasını bedensel anlamda
güce dönüştürerek onlara karşı bir silah olarak kullanır.
# Çocuk yaştan itibaren
fiziksel çirkinliği yüzünden önce ailesi tarafından uzaklaştırılan ve sosyal
yaşam içinde belirli bir konum edinemeyen Ziya’nın güzel bir kalp taşıyamayacağı
düşüncesi onu daha çok yalnızlığa iter. Kendi çirkinliği ile baş başa kalan
Ziya ise yalıtık bir yaşamda “kendibaşmalığını ”
deneyimler :
“O çirkin çocuk, bu yuvadaki ahengi ve
güzelliği fena halde bozuyordu. Çirkinlik, yalnız yüzde olsa belki ona tahammül
ederlerdi. Fakat tabiatı, ahlakı da yüzü kadar çirkindi. “Yüzü çirkin olanın
ahlakı da çirkindir!” sözü büyük bir hakikattir. Gerçi bu çocuğun ahlakındaki
çirkinlik, yüzündeki çirkinlik neticesindeydi. Şeklindeki noksanlık sebebiyle
onu kimse sevmemişti. ” (s. 157-158)
# İnsanın sadece dış
görünüşe bakılarak değerlendirildiği toplumda Ziya’nın karşısında yer alan
güzel olan her şey anlam kazanır. Bu nedenle güzellik sadece fiziksel anlamdaki
boyutuyla ön plana çıkar, şahısların iç dünyalarındaki güzellik fark edilmez.
# Toplumun önyargılarıyla
ruhsal çirkinliği temsil eden kişilerin en üst düzeyinde Sâra yer alır. Sâra,
‘çirkin’in karşısında herkesin imrendiği güzel kız rolündedir. İyi yürekli
çirkin ve kötü yürekli güzel arasındaki benzeşim, toplumu ve insanları
kendilerinden bedensel özellikleri dolayısıyla uzak tutmalarıdır. Çirkinliği
yüzünden toplum tarafından ötelenen/ yalıtılan kahramanın duygusal birikimini
paylaşacağı kişi görünümünde olan Sâra ise güzelliğinin farkında olan ve
narsisizm derecesinde kendi bedenine âşık olan bir kahraman olarak toplumu
kendi dışına iter. Her iki kahramanın bedensel anlamda toplumun üstünde ya da
dışında tutulması zıtlığın çekim kuvvetini oluşturur. Ziya’nın adının bile
toplum tarafından unutularak yerine bir makinenin adı olan Homongolos ya da bir
deniz balığı olan Kayabalığı olarak çağrılması bedensel çirkinliğin toplum
ilişkilerine yansıma biçimini gösterir.
# Bir Kadın Düşmanı
romanında çirkinlik ve güzellik kavramlarının arkasındaki özü anlama/anlatma
çabası söz konusudur. Bu nedenle Homongolos gibi çirkin bir karakterin,
arkadaşı Necdet’in ölümü sırasında onun nişanlısına göstermediği yanık yüzüyle
ortaya çıkan duyarlığı, toplum tarafından cani ve kalpsiz bir adam olarak
tanınmasını sağlar. Sâra ise bunun tam aksine insanları kendi güzelliğinin
tahakkümü altında ezerken onlara gülücükler dağıttığı için toplumun değer
verdiği bir kişi olur.
Narsisizm:
# Temelde kendini
beğenmişlik anlamına gelen narsisizm psikolojik bir rahatsızlıktır. Eserde
başkişi Homongolos Ziya’nın çirkinliği karşısında, kendi bedenine ve
güzelliğine tutkun olan Sâra çıkar. Çocuk yaşlardan itibaren başkişinin aksine
yoğun bir ilgi ve şefkatle şımartılmış olarak büyüyen Sâra’nın güzelliğinin
yanı sıra kendine olan aşın güveni de dikkat çeker. Kendisini sürekli olarak merkezde ve
göz önünde tutmak isteyen Sâra için bu durum bir hastalık derecesini alır.
“Narsizm, kendi bedenine cinsel bir
nesnenin bedenine davranıldığı gibi davranan, yani kendi bedenine tam bir
tatmin elde edene kadar bakan, onu okşayan, seven bir insanın tutumudur." Sâra’nın özellikle Marmara’daki
kasabada uzun süre kalmak istemesi ve çok sevdiği İstanbul’dan uzaklaşma isteği
de narsistik duyguların neticesidir. O kendi deyimiyle “Roma’da ikinci kalmaktansa, iki evli bir köyde birinci olmak
daha iyidir" (s.20) felsefesini uygulayarak kasabada kendinden
bahsettirmenin hazzını yaşayacaktır. Zira Marmara kıyısındaki bu küçük kasabada
ondan daha alımlı bir kadın yoktur.
# Kasabada veya genel
anlamda dünyada kendi güzelliği üzerine güzellik tanımayan ve her erkeği
tahakkümü ve esareti altına alacak güzelliğe sahip olduğunu düşünen Sâra, önce
dayısının kızı Vesime’ye deliler gibi âşık olduğunu zanneden müstakbel damat
Remzi’yi ardından kasabada Sâra’ya hayran hayran bakan gençleri azarlayan
Muhtarı, kendine âşık eder. Kendine karşı tavır alanları ise sinsice
mağlubiyete uğratır. Arkadaşı Nermin’in bu konudaki eleştirilerine karşı
kendini savunur:
“Sana hak veririm Nermin... Fakat elimde
değil... Ben minini bir kız çocuğu olduğum zamandan beri böyleyim... Güzelliğim
beni çok fazla şımarttı. Etrafımdaki insanları kendime hayran ve esir etmekte
adeta marazi bir zevk duyuyorum... Bu, belki de bir hastalık... Öyle sanıyorum
ki, etrafımda hayret ve elem uyandırmayan bir güzellik ziyan olup giden bir
şeydir." (s.23)
# Kendisiyle ve
güzelliğiyle alay ettiğini düşündüğü Remzi ve Muhtar’ı âşık ettikten sonra “arzuladığı
doyumu yaşatan nesne onun için önemini yitirir ve narsisist, yeni doyum
kaynakları arayışına yönelir." Şımarık bir biçimde geçen çocukluk döneminin
ardından marazi derecede kendi güzelliğiyle etrafındakileri esareti altına alan
Sâra’nın, Ziya’nın aşk hakkındaki küçümseyici davranışları ve kadınlara karşı
tavırları karşısında narsist duyguları harekete geçer. Kendini ona âşık
ettirerek erkeklere hele de aşkı ve kadınları küçümseyen erkeklere karşı zafer
kazanma arzusu onun gözlerini döndürür. O derece ki Homongolos karşısında,
kendi güzelliğine âşık olan Yunan mitolojisindeki Narkosis gibi davranır:
“Bu dakikada benliğim iki parçaya ayrılmış
gibiydi.
Birisinin gözleri ötekinin çıldırtıcı
güzelliğini bir yabancı gibi karşıdan seyrediyordu. Kendi güzelliğime olan
aşkım hiçbir zaman bu kadar marazi bir şiddet almamıştı.
Sâra ’nın ruhu Sâra ’nın bedeni için
çıldırıyordu. Fakat ne yazık ki bu güzelliğin pek az, ancak üç beş sene ömrü
kalmıştı. İhtiyarlamak ve güzelliğimi kaybetmek fikrinin beni bazen nasıl harap
ettiğini bilirsin. O melun korku, yine yüreğimde derin sızılarla uyanıyor,
gözlerimi yaşartıyordu." (s.103)
# Bedensel güzelliğinin
farkında olmanın ötesinde bedenine başka biriymiş gibi âşık olan Sâra,
Homongolos’un çirkinliğine rağmen kendisiyle ilgilenmemesine tahammül
edemeyecek ve alçalacak kadar narsisttir. “Kendi güzelliğini yansıtacak bir ayna
olmadığı zamanlar, âdeta bölünerek kendi imgesine yönelen ve tüm yatırımını
güzelliğine yapan, güzelliğini tek değer olarak gören bir narsisistin tavırları
bu satırlarda son derece özenli seçilmiş ayrıntılarla betimlenmektedir." İçinde büyük bir fobi haline getirdiği
yaşlanma ve fiziksel güzelliğini kaybetme korkusuyla toplum tarafından
çirkinliği onanmış bir karakteri hedef seçmesi de bu korkunun dışavurumundan
başka bir şey değildir.
Yalnızlık:
# Bir Kadın Düşmanı
romanında yalnızlık izleği başkişinin fiziksel çirkinliği ile paralel olarak
sunulur. Ailesi ve toplumun diğer bireyleri tarafından çirkin olduğu için
uzaklaştırılan/kaçılan Homongolos Ziya, yalnız kalmaya mahkûm bir kişilik
olarak karşımıza çıkar. Özellikle çocuk yaşlarda aile sevgisinden ve
şefkatinden mahrum bırakılarak yatılı bir mektebe gönderilen Ziya,
çirkinliğinin bedelini yalnızlık ile öder. Yalnızlık duygusunu çocuk yaşta fark
ederek bunu yaşamak zorunluluğunda olduğunu bilen Homongolos, yaşadığı durumu
içselleştirir. Yalnızlığı kendince bir yaşam felsefesi haline getiren Ziya,
mektep yıllarından itibaren bu konuyla ilgili kitaplara yönelir.
# Mektep yılarında okul
idaresinin öğrencilerin odalarına yaptıkları baskınlarda diğer öğrencilerde
ahlaksız romanlar, açık resimler, sevgililerinden gelen mektuplar bulunurken
Homongolos’un dolaplarında sporcu resimleri ya da yalnızlığa dair kitaplar
bulunur. Özellikle bu kitapları gizli gizli okuyan Ziya’nın yalnızlığı okul
yıllarında da devam eder:
“Bu kitaplarda karanlık ve esrarlı bir
cazibe vardı ki bana onları toplatıyor, anlayamadığım satırlarını
ezberleyinceye kadar tekrar ettiriyordu. Bu kitapların bahsettiği “yalnız”lık
mahkûmlarından olduğumu aklımla takdir edemeyecek kadar çocuktum. ” (s.171)
# Yalnızlığı sadece
insanlar arasında olmak ya da onlardan fiziksel anlamda uzak olmak olarak
algılamayan başkişi, çok sevdiği arkadaşıyla bile ne kadar uzak olduklarını
dile getirir. Çünkü o, yalnızlığının bedensel çirkinliğiyle ilintili olduğunun
farkındadır. Fakat bu durum onun daha da büyük yalnızlıklar içine girmesine
neden olur:
“Yalnız kalmanın o binbir şeklinden biri,
şüphesiz en korkuncu olan “çirkinlik” beni ebedi bir ayrılığa mahkûm ediyordu.
Kendi derdim için “en korkuncu” dedim. Çünkü başkalarının şikâyetini
işitemediğimiz için kendi ıstırabımızı daima her ıstırabın fevkinde görürüz ki
bu da ruhlar arasındaki “ebedi ayrılık”ın bir başka neticesidir” (s.172-173)
# İnsanların birbiriyle
olan ilişkilerine rağmen gerçekte yalnız oldukları ya da bir başka deyişle
ruhlar arasındaki ayrılığın insanları yalnızlığa ittiği görüşünden hareketle
Ziya kendisini daha da yalnız hisseder. Çünkü insanı asıl yalnızlığa iten şey
kalabalığın kendisidir. “İnsan
yaşamının, insanoğlunun varlığının kökten yalnızlığı, gerçekte kendisinden
başka şey bulunmamasından değildir. Tam tersine: Kendisinden başka koskoca bir
evren vardır, tüm içindekilerle birlikte” . Marmara’nın küçük
kasabasında birçok sporcu arkadaşıyla kamp kuran eğlenen bir insanın
yalnızlıktan şikâyeti anlaşılmayan ruhların ayrılığından kaynaklanmaktadır. Bu
anlamda Ziya da kalabalık arasında “kökten yalnızlığın”
oluşturduğu ağırlığı fazlasıyla hisseder.
# Bir Kadın Düşmanı
romanının diğer kahramanı Sâra’nın da kalabalıklar içindeki yalnızlığı dikkat
çekicidir. O kendi güzelliğinin ve bedeninin esareti altında yaşarken
başkalarından uzaklaştığının ve yalnızlaştığının bilincinde bile değildir.
Kendi yalnızlığına özdeş bir yalnızlık olmasa da Sâra’nın kalabalıklar içindeki
yalnızlığını fark eden Ziya, onun kendisine olan meylini de bu yalnızlığa bağlı
olarak şu şekilde yorumlar:
“Yalnızların bir nev’i de kalabalık bir
cemaatin hayat ve ahengine karışmış göründükleri, her şeye baktıkları halde
başlarının içindeki hayalden başka bir şeyi görmeyen “mütehayyil”lerdir.
Bunlar, ikide birde kendilerini rüyalarından uyandıran, etraflarına bakmaya,
söylemeye, düşünmeye, mecbur eden insanlardan mümkün mertebe kaçınırlar, munis,
dilsiz hayvanlardan fazla hoşlanırlar.
İhtimal, bu Sâra da bu nev’i
yalnızlardandır. ” (s. 178)
# Sâra’nın içine düştüğü
yalnızlığı kendince yorumlayan Ziya’nın düşünceleri doğru olmakla birlikte,
Sara’nın yalnızlığının bir diğer nedeni kendini beğenmişliğidir. Herkese
tepeden bakmayı adet haline getiren Sâra için diğer insanların önemi yalnızca
kendine verdiği kıymet ve hayranlıkları derecesindedir.
# Bir Kadın Düşmanı
romanında hem başkişi Ziya’nın hem de Sâra’nın yalnızlığı, içinde yaşadıkları
topluma uyum sağlayamamalarından kaynaklanır. Fakat başkişinin yalnızlığı
toplum tarafından onaylanırken, Sâra’nın yalnızlığı kendi ruh dünyasıyla ilgili
bir sorun olarak algılanmalıdır. Bu açıdan Ziya, “toplumsal iletişimsizlik kaynaklı
yalnızlık”, Sara ise “bireysel iletişimsizlik kaynaklı
yalnızlık” içerisindedir.
Kaçış:
# İnsanların içinden
çıkamadıkları durumlar karşısında gösterdikleri kaçış, hem fizyolojik hem de
psikolojik olarak gerekleşebilir. Bir Kadın Düşmanı romanında başkişi Ziya’nın
toplumdan kaçışı iki yönlü olarak ele alınır. Çirkinliğinden dolayı toplumun
gözden uzaklaştırmak istediği kahraman, bu durumun farkına vararak kendini
onlardan uzaklaştırır/kaçar. Mektep yıllarından itibaren hiç kimse ile arkadaş
olmayan Ziya, toplum içine karışmak için yaptığı denemelerde de başarısız
olunca kaçış süreci hızlanır ve zorunlu hale gelir.
# Çirkinliği yüzünden kendisini
bedensel kuvvetin gerektiği spora yönlendiren Ziya, bu alanda başarılı olarak
eksikliğini tamamlamak ister. Fakat küçük bir boks maçı sırasında “güzel yüzlü rakibini”
yumrukladığı esnada tepkiler alınca bu hevesinden de vazgeçer:
“Evet, bu ahali, bu dakikada sırf çehrem
için bana düşmandı. Ezilmemi istiyordu.. (...) Meşhur bir dünya şampiyonu olmak
arzusundan vazgeçtim. Bu, sakil yüzümü hesapsız insanlara tanıtmaktan, hesapsız
gözleri üşütmekten başka bir işe yaramayacaktı. Böylece şehirden, kalabalıktan
ziyade kırlarda, kamplarda yaşayan, insanla canavar arasında bir garip mahluk
oldum...” (s.168-169)
# İnsanların çirkinliği
karşısında tahammül gösteremediğini anlayan Ziya için en iyi yol kaçıştır.
İnsanların kendisine olan bakışını değiştirmek için çaba harcamayı düşünmek
Ziya’ya göre bir iş değildir. Bedensel görünüme önem veren bir toplum içinde
yaşamak onların her zaman gözlerinin önünde olmak, alaycı bakışlarına tahammül
etmek Ziya’nın başaramadığı bir zorunluluk olur ve kendisini toplumdan soyutlayarak
ruhsal dünyasında “kendibaşına
” kalır.
# Fiziksel anlamdaki
kaçışıyla toplumdan uzaklaşan Homongolos, kendi ruh dünyası içine doğru yol
alır. Kalabalıkların kendisinden rahatsız olduğu çirkin bedeninden uzaklaşarak
iç dünyasına yönelen Ziya, toplumun rahatsız bakışlarından da kaçar.
# Bir Kadın Düşmanı
romanındaki ikinci kaçış vakası ise Sâra’nın İstanbul’dan Marmara kıyısındaki
küçük kasabaya kaçışıdır. İlk bakışta babasının yanına Erzurum’a gitmemek
amacıyla dayısının kızı Vesime’nin düğününü bahane ederek kaçılan/gidilen bu
mekân, onun güzelliğini daha rahat sergileyeceği ve bundan haz duyacağı bir hal
alır.
# Ziya’nın ve Sâra’nın
farklı amaçlarla kaçtıkları bu mekân, iki uzak ve zıt karakteri buluşturan
ortak noktadır. Yaşama bakışları ve bedensel anlamdaki güzellikleri zıt
kutuplarda olan bu iki kahramanın kaçış sebepleri farklı olmakla birlikte
buluştukları nokta ortaktır. Sâra, aslında psikolojik anlamda bir kaçış
peşindedir. İstanbul’daki kalabalık ve yapmacık salon erkeklerinin gösterdiği ilginin
aksine gittiği kasabada hayretlerini ve şaşkınlıklarını gizlemeyen kişilerin
arasına kaçtığı için bir tür mutluluk duyar.
Aşk:
# Aşk, Bir Kadın Düşmanı
romanında birleştirici unsur değil, ayırıcı unsur olarak işlenir. Fiziksel
anlamda güzel ve çirkin’in yaşadığı tek taraflı aşk ilişkisi hastalıklı iki
kişinin ruhsal durumuna uygun biçimde tamamlanmadan biter.
# Yaşama
başlangıçlarından itibaren duygularını uç noktalarda yaşayan başkişi Ziya ve
Sâra arasındaki ilişki de pathetik/marazi bir biçimde yaşanır. Fiziksel
çirkinliğinin mahkûmu olarak yaşamak zorunda kalan ve toplum tarafından
yalıtılan/dışlanan roman başkişisi Ziya, içinde biriktirdiği öfkeyi dışarıya
karşı duygusuz davranarak yansıtır. Sevginin ve âşık olmanın kendi hakkı
olmadığını ve böyle bir olay yaşanırsa çevrenin büyük tepkisini çekeceğini
düşünen Ziya, kendisini bu duyguya karşı koruma kalkanı altına alır.
# Karşı cinse ilgi duyma
noktasında her iki kahraman da -Ziya ve Sâra- aynı düşünceleri paylaşır. Fakat
onların bu düşüncelerini oluşturan arka plan farklıdır.
# Bir Kadın Düşmanı
romanının başkişisi Ziya bedensel çirkinliği yüzünden, kendisini insanî
duygulardan soyutlar ve kendini birçok haktan mahrum eder. Bu mahrumiyetin
altında yatan temel sorun ise yalıtılmış dünyasının dışındaki insanlarla
iletişimsizlikten kaynaklanan korkudur. Bu korkunun oluşumunda ise kaygı temel
sebeptir. “Çünkü
o, bütün sınırlı sonları tüketir ve onların bütün aldatıcılıklarım keşfeder. ”
Ziya da Sâra’nın sevgisinin aldatıcılığının kaygısı ile kendini engelleme
yoluna gider. Sevmekten korkmasının ve kaygıya düşmesinin yegâne sebebi ise
çirkinliğidir. Çocuk yaşlardan itibaren sevmekten kaçan ve korkan Ziya, Sâra’ya
âşık olduğunu arkadaşı Necdet’e şöyle ifade eder:
“Homongolos ve sevmek... Dünyada bu iki
kelimenin yan yana gelmesinden daha komik bir şey tasavvur edilemez. Fakat ne
yapalım, oldu!.. Pek iyi bilirsin. Homongolos, çok cesaretli, çok gayyur bir
insandı... Ölüme, eleme, hastalığa, zarurete, hâsılı hiçbir şeye ehemmiyet
vermezdi... çok küçük yaşından beri yalnız bir şeyden korkardı: Sevmekten...” (s.173-174)
# Sevginin bilinçli bir
şekilde kısıtlanması ve kahramanın içinde biriktiği yıllar boyunca buna engel
olan çirkinlik ve gülünç duruma düşme endişesi, Ziya’nın duygusuz bir yaşam
içinde kendisine dışardan gelen saldırıya karşı korumalı bir durum gibi
görünür. Fakat Sâra’nın beklenmedik ilgisi karşısında alışık olmadığı bir sevgi
ihtiyacı ile başkişi kendi ruh dünyasından uzaklaşır ve hayal kırıklığına doğru
ilerler. Nihayet kendisine karşı gösterilen ilginin ve sevginin bir oyun
olduğunu fark edince de intihar ederek tepkisini ortaya koyar.
# Sâra’nın sevgisi ya da
âşık olma durumu da Ziya gibi çocukluğundan gelen bir korkudur. Onun güzel ve
şımarık bir kız olarak büyümüş olması ve narsist derecede kendisine âşık olması
başkalarına karşı sevgi duymasını engeller. Sâra’nın romanda sergilediği iki
yönlü kişilik sevgi ve aşk duyarlığına da yansır. Onun babası Adnan Paşa’ya
yazdığı mektuplarda babasına karşı olan sevgisini dile getirmesi romanda
yapmacık/yapay değerler olarak görünse de bu tutumun altında yatan Freud’un kız
çocuğun babaya olan ilgisi nazariyesinden kaynaklanmaktadır. Babasına olan sevgisini
yapmacık bir ikiyüzlülükle;
“Mankenler gibi biçimli ve şık gençler...
Hâsılı, bana birçok kısmetler çıktı. Israrlarınıza rağmen hepsini reddettim,
paşa baba... Bu fedakârlıklar, hep senin içindi. Yoksa benim de şimdiye kadar
bir evim olabilirdi. Mütevazı ve sakin bir kız olduğum için böyle fevkalade
adamlarla evlenmeye cesaret edemezdim. Fakat kendi halinde çalışkan ve namuslu
bir adamcağızın zevcesi olabilirdim. ” (s.41)
şeklinde bir mektupla yazan Sâra, birine bağlı olmanın
kendi güzelliğini yok etmek anlamına geleceği düşüncesiyle aşkını yalnızca
babasına doğru yansıtır.
# Sâra ile Ziya arasında
pathetik/marazi bir biçimde yaşanan aşk bir oyun olmaktan öteye geçmez.
Kahramanların aşkı algılayış biçimleri ve yaşama biçimlerinin farklılığı da bu
maraziyeti daha da artırır. Homongolos’un gerçek anlamda âşık olmasına karşın
bunu sadece arkadaşı Necdet’e itirafı, Sâra’nın ise büyük bir aşk oyunu
içerisinde oluşu bu aşk ilişkisini imkânsız hale getirir.