Kitab-ül Hiyel İnceleme - Edebiyat Araştırmaları
Son Başlıklar
Loading...

2 Eylül 2020 Çarşamba

Kitab-ül Hiyel İnceleme

Kitab-ül Hiyel İhsan Oktay Anar'ın eseridir. 

Konusu


Eser, III. Selim (1789-1807) zamanından II. Meşrutiyet (1908)’in ilanına kadar ki döneminde usta-çırak ilişkisine dayanan ve birbirini takip eden üç kuşak hiyelkârın (Yafes Çelebi, Kara Calud, Üzeyir Bey) hırslarının bir yansıması olan projelerinin gerçekleştirilme çabasını konu edinir.

Olay Örgüsü


 İhsan Oktay Anar Kitab-ül Hiyel eserinde Dede Korkut Hikâyeleri ve Binbir Gece Masalları’ndaki anlatım tarzını benimsemiştir. Bu eserlerde anlatım bir anlatıcının ağzından birden çok hikâyenin anlatımına dayandığı herkes tarafından aşikârdır. İşte yazar bu eserde bir anlatıcı sıfatına girmiş: “Râviyân-ı ahbar ve nâkilan-ı âsâr kâh hayretü minnet, kâh nefretü ibretle şunları rivayet eder  gibi cümlelerle adeta bir meddah edasıyla hikâyeleri sıralamıştır. İhsan Oktay Anar’ın “daha romanının ilk satırlarında Kuledibi’ndeki Tamburlu kıraathaneyi mekân olarak seçmesi, sohbet ehli, eğitim düzeyi yüksek kişilerin konuşmalarını aktarması, Türk kültüründeki hikâye anlatma geleneğini zihinde canlandırma, geçmişi günümüze taşıma olarak kabul edilebilir.”

“Zalimler ve muhterisler, âlimler ve vakanüvisler, halimler ve muhterisler, doğru ya da yanlış, şu menkıbeleri salnamelerde rivayet ve meyhanelerde hikâyet etmişlerdir.”  Gibi sözleri kullanması okuyucunun gerçek ile hayal arasında gidip gelmesini sağlamaya çalışmaktan ibarettir. Sanatçı eserde taklidin peşinde koşmuş ve bunu şu sözlerle dile getirmiştir: “Hiyelkâr sayısız hiylelerle tabiatın kuvvetlerini tuzağa düşürüp esir etmenin yolunu ararken, hayalkâr, bütün dünyayı gözündeki o noktayla görüyor. Kâinatın kendisinin gerçekleşmiş bir hayal olduğuna, bu hayali örnek alıp yeni yeni hayaller yaratmak gerektiğine, çünkü onu mutlu eden şeyin sanayi ya da teknoloji değil, hulkiyyat ya da kreatoloji olduğuna inanıyordu... Binbir Gece Masalları’m adeta yuttu ama realist ve natüralistlerden hiç mi hiç hoşlanmadı. Onları, Sultan Abdülhamit Efendimize yaranmak için onun giyim kuşam ve davranışlarını kopya eden paşalara benzetiyordu. Oysa Abdülhamid’i kopya değil de taklit eden bir meddah, elbette ki daha sevimli ve belki de gerçeğe daha yakındı. İşte realistler de Gerçeği ve Dünya’yı kopya ediyorlar; ama masalcılar, aslında gerçekleşmiş bir dünyayı örnek alıp, onu ve üslûbunu taklit ederek yeni hayaller yaratıyorlardı. Kopyalar ne kadar kuru ve tatsızsa, taklitler o kadar canlı ve sevimliydi. Sonuç olarak realist romanlar, yazarlarının suratları kadar tekdüze, şaşırtıcılıktan yoksun ve aslında gerçekdışı şeylerin anlatıldığı kitaplardı. Çünkü bir mucize olan gerçeğin kendisi şaşırtıcı ve hayranlık uyandırıcı iken aynı gerçeği anlatan bir realistin romanındaki hemen her şeyin bu kadar tekdüze, bu kadar aşina ve bu kadar alışılmış olması başka nasıl açıklanabilirdi? Dünyadaki her şey bir mucizeyken insan nasıl hayret etmeden durabilirdi? İşte Üzeyir Bey bu düşüncelerle insanların gerçeklik duygusuna değil de, gerçeğin kendisine ve ondaki üslûbuna sadık kalmaya karar verdi.”

Kitab-ül Hiyel: Yazarın annesi ve babasına ithafıyla başlar. Ardından kutsal kitaplardan aldığı iki bölüm vardır. Bunlar:

“And olsun ki biz, Davud’a katımızda bir İmtiyaz verdik,
‘Ey dağlar! Onunla birlikte tesbih edin’ dedik. Kuşlara da bunu duyurduk. Ona demiri yumuşak kıldık.”
(Kur’an, xxxıv, 10)
“ Ve Saul kendi esvabını Davud’a giydirdi ve başına tunç başlık koydu ve ona zırh giydirdi. Ve Davud esvabı üzerine kılıç kuşandı ve yürümeye çalıştı, çünkü alışmamıştı. Ve Davud Saul’a dedi: Bunlarla yürüyemem; çünkü alışmadım.
Ve Davud üzerinden çıkardı.” (I. Samuel, 37-39)
Ve nihayet kitap birinci bölümüyle okuyucuyu kendi dünyasına çeker Kitap Üç ana bölümden oluşur. Her bölümde farklı hiyelkarların hikâyeleri ve icatları anlatılır. Bununla birlikte anlatımın zenginliği için çeşitli olaylar ve olgular da bu bölümlere serpiştirilmiştir. Bunlar:



A. YÂFES ÇELEBİ HAZRETLERİNİN GÖRÜLEBİLEN MENKIBELERİNDEN BAZILARININ BİLDİRİLMESİ HAKKINDADIR (s. 9-67)

a. Yafes Çelebi’nin Zekeriya Usta’nın yanında çıraklığa başlaması ( s. 9-12)
b. Yafes Çelebi’nin Hiyel ilmini öğrenmesi (s. 12-20)
c. Zencefilin Hikâyesi (s. 20-27)
d. Yafes Çelebi’nin çeşitli icatlarının tanıtımı, bu icatları padişaha sunmak için yaptığı çalışmalar ve Yafes Çelebi’nin Hiyel Kalemi Reisi Uzun İhsan Efendi ile tanışması (s. 27-66)
e. Yafes Çelebi’nin Davud’u kaçırması(s. 54-56)
B. KARA CALÛD'UN HAL TERCÜMESİNİN, HİYEL VE HİYLELERİNİN VE GÖRÜLEBİLEN DİĞER MENKIBELERİNİN BİLDİRİLMESİ HAKKINDADIR (s. 67-117)
a. Calûd’un Yafes Çelebi tarafından esir pazarından satın alınması(s. 67-68)
b. Calûd’un hiyel ilmine merak salması ve Yafes Çelebi’nin kitaplarını okuması(s. 68-71)
c.Calûd’un Yafes Çelebi’nin elinde Büyük İskender’in ele geçirip kaybettiği ‘iktidar taşını’ görmesi ve onun sırrını öğrenmeye çalışması (s. 72-80 )
d. Ali Elmas Efendi’nin Hikâyesi (s. 87-90)
e. Samur ve Yağmur Çelebilerin hikâyeleri (s. 90-94)
f.  Calud’un ikdar hırsı uğruna cinsel organını kaybetmesi ve bu eksikliği icat etmeye çalıştığı yılanla tamamlamaya çalıştığının anlatılması (s. 94-114)
g. Calûd’un İstanbul Sanayi Mektebi’nden Üzeyir’i çırak alması (s. 114-116)
C.  DEVRİ DAİMİN SIRRINI ÇÖZEN ÜZEYİR BEY'İN HAL TERCÜMESİ VE GÖRÜLEBİLEN MENKIBELERİNDEN BAZILARINI BEYAN EDER (s. 117-144)
a.  Üzeyir’in hikayesi (s. 117-123)
b. Calûd’un ölmesi, Yafes Çelebi’nin vasiyetini hatırlayarak saçlarının kazıtılıp öğlece gömülmesini Üzeyir’ söylemesi v eÜzeyir’in Yafes Çelebi’nin çizdiği ‘Devri Daim’in sırrını Calûd’un kafasında görmesi (s. 123-134)
c. Ali Sansar Efendi’nin ’Kör’ Hikâyesi (s. 134-136)
d. Ali Cümbüş Efendi’nin ’Kör’ Hikâyesi (s. 136-137)
e. Uzun İhsan Efendi’nin ’Kör’ Hikâyesi (s. 137-138)
Esere dikkatli bir gözle bakılırsa eserin çift katmanlı olduğu gözümüze ilişir. Çünkü yazar bu eserde öncelikle hiyel ilmi ve onun getirisi olan icatların kullanımı, tanıtımı verilmiştir. Buradan bu kitabın bir bilim kitabı olduğu düşündürülür. Fakat bunların dışında ikinci katmanına bakıldığında ise bu icatları gerçekleştirmiş kişilerin hayatlarının verilmesi ve onların kişiliklerine dair izlerin bulunması esere edebi bir özellik katmıştır. Bu sebeple Kitab- ül Hiyel hem edebi hem de bilimsel bir algıyı okuyucuya hissettirmek için yazılmış bir kitaptır.

Özet


“Yâfes Çelebi Hazretlerinin Görülebilen Menkıbelerinden Bazılarının Bildirilmesi Hakkındadır” adlı birinci bölüm adından da anlaşılacağı üzere Yâfes Çelebi ve projelerinin anlatldığı bölümdür. Yâfes genç yaşında kılınç dövme sanatına heves eder. Demirciler çarşısında Zekeriya Usta’nın elini öperek onun çırağı olur. Kısa sürede bu mesleği öğrenerek Zülfikâr kıvamında bir kılıç yapmayı başarır. Yâfes Çelebi bu çalışmasıyla dilden dile dolaşır ve en sonunda esnaf şeyhi onu görmek ister. Şeyh esnaf sandığından akçesi verilir, peştamal beline dolanır ve onun dükkân açmasına izin verilir. 

Yani kısacası Yafes Çelebi artık kendi dükkânı olan bir esnaf olur. Kısa bir süre sonra Yâfes Çelebi dükkânına makası andıran tuhaf bir kılıç asar. Bu durumdan rahatsızlık duyan diğer demirci esnafı bunu şeyhe bildirir. Şeyh örf ve âdete karşı gelmesinden dolayı dükkânı kapattırılır ve peştemali belinden çıkarılır. Yani mesleki çalışma izni elinden alınır. Ustasının verdiği yetmiş üç akçe ile bir süre Galata’da avare avere dolaşan Yâfes, kapağı açılınca çalışan, demirden bir müzik kutusu tasarlar. “Yeraltından çıkan madenleri bir yolunu bularak yumuşatıp, onlara gayri tabii şekiller vererek kılınç, top, tüfenk, adı altında satma hayallerinin, hayatındaki bu karanlık devirde onun zifiri külhan gecelerinin biricik süsü olduğu, ta Sultan Reşad devrine kadar kıraathanelerde söylenegelmiştir.”  Denilerek Yafes Çelebi’nin ruh hali ortaya konmuştur. Bu hayalinin tek nedenini de bir vatansever olmaktan ibaret olduğunu söyler. Bir vatansever olduğunu söyleyen bu adam padişaha makinelerden oluşan bir tebaa oluşturmak istediğini durmadan dile getirir. Çünkü Yafes Çelebi’ye göre tek güç yani iktidar makinelere hükmetmektir. Bu görüşleri doğrultusunda eline geçen bütün parayı hiyel ilmine harcar. Kısa bir süre sonra “Deli Abuzer Beşe, yevmiyesinin onda üçünün bahşişi daimi olarak kendisine verilmesi şartıyla Yâfes Çelebi’yi Tophane’nin Tersane eminliğine bağlı olan kısmına dökümcü olarak” (s. 16) aldırılmasını sağlar. 

Fakat Yafes Çelebi’nin tek isteği Mühendishane-i Bahrîye’ye girerek orada hiyel ilmini öğrenmektir. Bunun için Frenk mühendisinin gözüne girmeyi başarır. Bu şekilde Mühendishane-i Bahrîye’ye girme yolunu sağlamıştır artık. Hiyel ilmine esas teşkil eden birçok ilmi burada öğrenen genç adam, çalışmaları sonunda suyla temas eder etmez patlayıveren, ‘budasyom’ adlı maddeyi keşfeder. Bu maddenin sırrını öğrenmek isteyen Freng’i öldürür. Öldürülmesiyle birlikte Yafes Çelebi’nin mühendishanedeki tek koruyucusu da gittiği için onu mühendishaneden uzaklaştırırlar. Okuldan atıldıktan sonra beş kuruşsuz kalan Yafes çeşitli hayallere dalar. Bu hayallerden biri de hem karada hem de denizde ilerleyebilen debbâbe adlı bir savaş aracını oluşturmaktır. Bu tür bir silahın orduyu zaferden zafere koşturacağına inanır. Bunu hayalini gerçekleştirmek isteyen Yafes’in bir yerden para bulması gerekir. Bir gün Galata’da bir meyhanede içerken tanıştığı Zencefil Çelebi’yi, bir şekilde ortak etmeği başarır ve bu şekilde gerekli maddi yardımı elde etmiş olur. İlk olarak iki yüz altına mal olacağını söylediği debbâbe, Zencefil Çelebi’ye üç yüz elli altına mal olur. (s. 23) Bu oluşturulan aracın beratı(patent)’nın alınması gerekir. 

Bunun için Yafes Çelebi Zencefil’i bu iş için ikna eder. Bu belgeyi almak amacıyla Babıâli’ye giden Zencefil “içerideki kalem efendileri, cahiliye devri boyunca Kâbe’de bekleyen putlar kadar kımıltısız ve kayıtsız”  olduklarını görür. Bu belgeyi almak için aylarca uğraşmasına rağmen bir türlü Bayezid’deki Hiyel Kalemi Reisi Uzun İhsan Efendi’ye ulaşıp gerekli belgeyi alamamıştır. Yafes Çelebi projelerinin peşinde koşmaya devam eder. Yaptığı Leyden Şişesi( elektrik yüklü) ile başına bela olan Deli Abuzer Beşe adlı yeniçeriyi çarptırarak öldürür ve ondan kurtulur. Bu olaydan sonra şişenin içinde cin bulunduğunu söyleyerek çevresindeki insanları kandıran Yâfes Çelebi, bundan bir miktar para kazanabilmiştir. Bu işten para kazanamaz durumu gelen Yafes, “Hırsız saksağanlardan çaldığı altın ve gümüşleri sarraflara bozdurduktan sonra, elmaslar ve zümrütleri bedestendeki kuyumculara satıyor, böylece geçinip gidiyordu.”  Onun tasarladığı çift namlulu top, bu refah döneminin bir ürünü rivayet edilecektir. Bu toplardan ilkine düşahî   adını verir. 

Bu topu gemilerde kullanılmak üzere tasarlar. Zülkarneyn dediği ikinci topu ise süvari hücumlarına karşı geliştirmiştir. Yaptığı icatları hiyel kalemine kabul ettirememektedir. Bir gün Yafes Çelebi, bir savaş gemisini batırabilmeyi hayal eder. Bu hayalini de gerçekleştirir. Bu icadın adını Kallab koyar. Yafes Çelebi bürokrasiden çok sıkılmıştır. Bu yüzden bütün projelerini yanına alıp Alemdar Mustafa Paşa’ya çıkmayı başarır. Paşayı ikna eder ve projelerinin tecrübe edileceğine değer görülüp bunları gerçekleştirmesi için ona iki bin kuruş ödenek verilmesi kararlaştırılır. Yafes’in talihi dönecek derken yeniçeriler ayaklanarak sarayı ateşe verir. Bu ayaklanmada paşa ölür. Bu sebeple Yafes, ihtira beratını ve iki bin kuruşa veda etmek zorunda kalır. Kırkına merdiven dayayan Yâfes Çelebi, tek başına tasarılarını gerçekleştirme gücünü kaybettiği için esir pazarından güçlü kuvvetli Filistinli bir köle olan Calûdu alır. Calûd ile büyük bir kuvvet olduğuna inanan Yafes evine kapanıp Tahtelbahir i tasarlamaya başlar. Uzun Ihsan Efendi’nin bu araç için gerekli belgeleri vermeyeceğini iyi bilen Yafes, Uzun Ihsan Efen’dinin oğlu Davud’u kaçırır. Fakat şantajla bir yere ulaşabileceğini düşünen Yafes, yine yanılmış ve Davud onun yanında kalmıştır. Başka bir çıkış yolu arayan Yafes Çelebi, en sonunda denizaltı projesini gerçekleştirmek için Galatalı tefecilerden Avram Efendi’den yıllığı % 17 faizle 2950 kuruş alır. ipotek olarak da iki katlı evini gösterir. Ardından Calûd ile beraber bu aracı tamamlar. Yafes’in hedefi bu aracı padişaha gösterebilmektir. Bu yüzden suyun içine bu araçla çıkıp padişahın bu aracı görmesi sağlanacaktır. Fakat bu iş çok tehlikelidir. Bu yüzden Yafes bütün mal varlığını eğer ölürse Calûd’a bırakacağını bildiren bir vasiyetnameye imza atar. Suya giren araç ilk zamanlar bir sorun çıkarmaz. Daha sonra araçta bazı sıkıntılar yaşanır ve Yafes son anda ölümden döner ve kurtulur. Ve o günden sonra hiyel ilmine tövbe eder.

‘Kara Calûd’un Hal Tercümesinin, Hiyel ve Hiylelerinin ve Görülebilen Diğer Menkıbelerinin Bildirilmesi Hakkındadır’ adlı ikinci bölümde Calûd’un hiyel ilmine merakı ve hayatı anlatılır. Yâfes Çelebi tahtelbahirden sağ salim çıkınca hiyel ilmine tövbe etmiş ve bütün çalışmalarını yakması için Calûd’a vermiştir. Calûd o çalışmalar yerine papirüs rulolarını yakar. Yâfes Çelebi Calûd’un “hiyel kitapları okuyup birkaç bilinmeyenli denklemler çözdüğünden ve sürgülü hesap cetvelleriyle nice fesatlar tezgâhladığından habersizdi. Sahibinin inşa edip yüzdürdüğü tahtelbahirden fazlasıyla etkilenen Calûd, tabiata yön veren kuvvetlere söz geçirmenin yolunun rakamlar ve onların bilimi olan riyazat olduğunu artık öğrenmişti”  Yafes Çelebi Calûd’un hiyel ilmiyle uğraşmasını istemez. Onun saygın bir iş bulup çalışmasını daha uygun görür. Yafes, Calûd’un sünnet olması koşuluyla onu azat edeceğini söyler. Ustasının isteklerini yapan Calûd sonunda özgürlüğüne kavuşur ve bir saat tamircisinin yanında işe başlar. Fakat artık içine işlemiş olan hiyel ilmi onun bu işi bırakmasına neden olur. Bir gün Calûd “Yâfes Çelebi’nin oda kapısını açar açmaz, şaşkınlıktan gözleri yerinden uğradı: İhtiyar adam, yıldızsız geceler kadar kara, ama artık nasıl oluyorsa, duru billurlar kadar saydam bir taşı, Büyük İskender’in ele geçirip kaybettiği iktidar taşını avucunda tut(tuğunu)” görür. Gördüğü karşısında şaşkına dönen Calûd’un “... Bir evliya mucizesi, bir cin ya da hayal gören yahut gök kubbenin değil de aslında dünyanın döndüğünü hayatında ilk kez anlayan insanların çoğunda olduğu gibi, onun da gerçeklik duygusu adamakıllı zedelen(ir).”  

Buna tanık olan Calûd hiyel ilmiyle tamamiyle uğraşmaya ve ilk icadı olan devridaim makinesini tasarlar. Fakat ilk denemesinde başarısızlığa uğrar. Calûd, ustasına sorduğunda ondan devridaimin mümkün olduğunu, fakat meselenin püf noktasının iktidar taşı olduğunu düşündüğünü söyler. Calûd, efendisinin devridaimin sırrını bildiğini ve ona vermediğini düşünür. Bu durum onu deli eder. Çünkü “korkunç savaş silahları yapıp bunları devri daim makinesiyle işletecek, sahip olduğu sonsuz iktidarla dünyaya yeni bir nizam verecekti”  Sonunda devridaimin sırrı için ustasına yalvarması başarılı olur. Ve Yâfes Çelebi Calûd’e bu sırrı asla kullanmaması ve sürekli kafasında taşıması şartıyla vermeyi kabul eder. Fakat bu sırrı öğrenmeden önce Calûd’un evin bodrumunda kırk gün kırk gece ustasının işkencelerine dayanması gerekir. Devridaimin sırrı karşılığında bütün eziyetlere katlanan Calûd, ustasının sözleri karşılığında hayal kırıklığına uğrar; Çünkü Yâfes Çelebi “ona, devri daimin sırrına artık sahip olduğunu ve bu sırrı mektepte medresede değil, kafasında araması gerektiğini söylüyordu.” Bir müddet sonra Yâfes Çelebi ölür ve her şey Calûd’a kalır. Calûd ustasının ölümünden sonra tam on yıl boyunca tabiatın yedi kuvveti üzerinde düşünür. Bütün bu çabası devri daimin sırrını çözebilmek içindir. Fakat hiçbir yakıt olmaksızın sonsuza dek çalışacak makinenin sırrı iktidar taşındadır. Zürriyetini bütün dünyaya yaymak ve bir ordu oluşturmak isteyen Calûd, çocuk yapmaya karar verir. Ama bütün çocukları ölü doğar. Hayallerini süsleyen Esmeralda, onunla birlikte olmayı kabul eder. Ama içtiği bir sıvı onun erkekliğinin kangren olup kesilmesine neden olur.

 Organsız kalan Calûd, tabiattan intikam almaya karar verir. Ve onun bir uzantısı olacak olan büyük bir projeye başlar. Bu da ‘Yılan’ diye adlandırdığı bir makinedir. Samur ve Yağmur Çelebileri gece gündüz çalıştırarak bu makinenin bir an önce bitmesini ister. Fakat Samur ve Yağmur Çelebiler bu duruma dayanamaz ve intihar ederler. Elli yaşına gelen Calûd yalnız kalmıştır. Yanına bir yardımcı almaya karar verir. İstanbul Sanayi Mektebi’ne giderek orada sevabına okutulan öğrencilerden biri olan Üzeyir’i yanına çırak olarak alır. Calûd Üzeyir’i “hiyel ilminde yetiştirip bu konuda buluğa erdirdikten sonra, devasa yılanın tohumlarını onun masum zihnine fışkırtacak ve bir çeşit rahim olan bu zihni bilgiyle besleyecekti.” Üzeyir’in dışarı dahi çıkmasına izin vermeyen zalim usta, onu sadece yılan projesini gerçekleştirmek için yetiştirir. Ömrünün son yıllarında hala altı yaşında olan Davud ve Üzeyir’e eziyet eden Calûd, o güne kadar hiç ağlamayan Davud’u sonunda ağlatır. Bunun etkisiyle Davud elinde tuttuğu iktidar taşını var gücüyle Calûd’un kafasına fırlatarak iki kaşının arasına isabet ettirir. Taş Calûd’u yaralar. Calûd yanına gelen Üzeyir’den ustası Yâfes Çelebi’nin vasiyetini gerçekleştirmesini ve öldükten sonra saçını kazımasını ister. Bunun karşılığında bütün malını mülkünü genç adama bırakacağını söyler. Üzeyir “Usturayla cesedin alnını ve şakaklarını temizledikten sonra sıra başın arkasına geldiğinde, yıllar ve on yıllar önce, adam devri daimin esrarını öğrenmek için evin bodrumunda kırk gün kırk gece kalıp eziyet çekmeyi kabul ettiği sıralarda, Yâfes Çelebi’nin iğne ve mürekkeple onun kafasına dövdüğü o dövmeyi görmüştür. Gel gör ki o, ‘sırrı mektepte medresede değil, kafanda ara’ diyen Yâfes Çelebi’den ve bu dövmenin de iktidar taşıyla çalışacak olan devri daim makinesinin planı olduğundan elbette habersizdi” (s. 124-125)

‘Devri Daimin Sırrını Çözen Üzeyir Bey’in Hal Tercümesi ve Görülebilen Menkıbelerinden Bazılarını Beyan Eder’ adlı üçüncü bölümde hiyel ustası olan Üzeyir Bey’in hayatını anlatır. Ustası öldüğünde daha on dokuz yaşını yeni bitirmiş olan Üzeyir, Kara Calûd tarafından öylesine korkak ve sünepe bir biçimde yetiştirilir ki Calûd öldükten sonra dışarı dahi çıkmaya cesaret edemez. Bu yüzden evin alış verişini Davud’a yaptırır. O her şeyi ile kendisini ustasının projesini tamamlamaya adamıştır. Üzeyir’e göre “bu dev yılan, güçsüz, silik ve pısırık olan kendisini, dünyayı dolduran canavarlara karşı koruyabilecek yegâne silah.”  Olacaktı. Üzeyir Bey üzerinde çalıştığı canavarı korkunç silahlarla donatır. Bu silahın başkasının eline geçmemesi için Yılan’la ilgili her şeyi avludaki maden eritme fırınında yakar. Böylece bu silahla ilgili bütün bilgiler sadece kendisi bilecektir. Bir süre sonra Hiyel Kalemi Reisi Uzun İhsan Efendi yıllar önce Yâfes Çelebi tarafından kaçırılmış olan oğlu Davud’u almaya gelir. Oğlunu alıp evden ayrılırken Üzeyir’e, “Siz hayalperest birine benziyorsunuz. Ayrıca çok temiz bir yüzünüz var. Bu yüzden beni ziyaret ederseniz evime şeref verirsiniz” der. Üzeyir, Davud evden ayrıldıktan sonra on küsur yıl evden çıkmaya cesaret edemez. Üzeyir makineyi tamamlamak üzeredir. Makineyi düşünürken birden şunu fark eder: “Canavar onun zihninde değil, asıl o canavarın içindedir.Bu düşüncelerden sonra Üzeyir, bir pişmanlık hisseder ve zihninde bir noktadan başka bir şey kalmaz. Artık Üzeyir yeniden doğmuştur. Çünkü bu makine kendi kendini yemeye ve yok olmaya başlar. O nokta ile birlikte zihni boşalır. Artık dışarı çıkabilen Üzeyir İhsan Efendi’nin evini bulur.“Gerek kendisinin, gerek yaşadığı evin, gerekse evde izlerini bulduğu yaşamış ve ölmüş kişilerin hikâyelerini” merak eder. Uzun İhsan Efendi’den yardım ister. Uzun İhsan Efendi Üzeyir’e içinde her şeyin yazılı olduğu bir defter verir. Fakat bu defterde sadece bir nokta vardır. Üzeyir Bey tahayyül  ile tahayyül ( arasındaki farkı bu şekilde öğrenmiş olur. Yüz on bir yıl önce Yâfes Çelebinin yaptığı bir ipotek anlaşmasına göre evini terk etmek durumunda kalan Üzeyir Bey, evden ayrılmadan bir gece önce odaları dolaşırken Calûd’un odasındaki mangalın içerisinde iktidar taşını görür. Taşın üzerinde birçok yazı vardır. Bunlar: “ALEKSANDROS ANEPISTEMOS EPSATO TOUTOU PETROU” ile “CAHİL YÂFES BU TAŞA DOKUNDU”  yazılarıdır. Sabaha kadar bu taşla uğraşan Üzeyir, sonunda devri daimin sırrını çözer. “Mesele, adeta bir nokta kadar basitti” diyerek iki zamanlı devridaim makinesini oluşturur.

Kişi Kadrosu


Yâfes Çelebi: Eserde “daha ter bıyıklı, ayva tüylü, paluze tenli bir delikanlı iken krlınç dövme sanatına heves etmiş ve bunun için demirciler çarşısında Zekeriya Usta’nın” çırağı olmuştur. Burada kısa sürede işi öğrenip Zülfikâr ayarında kılıç yapması onun yetenekli biri olduğunu gösterir. “Bir kahvehanede dinlenirken kafasını güzelce kazıttı ama kanunu kadim üzere, tepesindeki bir tutam saça dokundurmaması onun Yahudi mezhebinden olduğunu düşündürür. Yafes Çelebi’nin Zekeriya Ustadan her şeyi hızlıca öğrendiği ve demircilik erbabının örf ve adetlerine karşı gelerek makas başlı bir kılıç yapması etrafı rahatsız eder. Çünkü diğer demirciler işsiz kalacaklardır. Bunun üzerine demircilerin şeyhi onu meslekten menetmiştir. Bu açıdan bakıldığında Yafes Çelebi’nin öğrenmeye aç olduğunu, çok yetenekli olduğunu ve icat ettikleriyle kısa sürede zengin olma hırsıyla yanıp tutuşan biri olduğunu söyleyebiliriz. Aynca işine son verilirken yaptıklarının doğruluğunu savunması da onun inatçı bir mizacı olduğuna kanıttır. Yafes Çelebi’nin tek istediği projelerini gerçekleştirmek olup birçok projeyi hayata geçirmeden diğerine geçmesi de onun sabırsız bir kişilikte olduğunu gösterir. Yafes Çelebi elektrik yüklü ‘Leyden şişesi’nin içinde cin olduğunu söyleyerek ahaliye satması onun hırsları için her şeyi yapabileceğinin kanıtıdır. Yâfes Çelebi, mühendishaneye girmek için her yolu dener ve sonunda Frenk hocanın gözüne girerek okula alınması onun ne kadar inatçı, azimli ve kararlı biri olduğunu gösterir. Suda patlayan maddenin sırrını isteyen Frenk hocayı öldürmesi onun hırsına yenik düşmesine çok iyi bir örnektir. Yafes her şeyi güç ve iktidar için yapar. Zira o her şeyi güç ve iktidar için yapar. Çırağı Calûd ile birlikte yaptığı Tahtelbahir’den canını zor kurtaran Yafes Çelebi, hiyel ilmine tövbe ederek hayattan elini eteğini çeker. Onun ölümle yüz yüze gelmesi onu iktidar hırsından uzaklaştırır.

Calûd: Yâfes Çelebi onu esir pazarından kendisine yardımcı olması amacıyla almıştır. Kimi kaynaklara göre onun Mağripli, kimilerine göre de Filistî olduğu söylenile gelmiştir. Fakat Çeşm-i Badem Ceylan Hatun’un onun adının Calûd el-Filistî olduğunu ifade etmesi onun Filisti olduğunun daha güçlü bir ihtimal olduğunu kanıtlar. Çok küfürbaz biri olmasına karşın yerine ve zamanına göre tam bir beyefendi gibi davranmasını bilen biridir. Calûd’un gençlik döneminden sıyrılıp tam bir erkek olduğu şu şekilde tasvir edilir:“Ayaklarda, topuklarına basılmış birer yemeni. Baldırı gösterecek şekilde, dizlere kadar inen mor bir çakşır. Belde Cezayir şalı ve üstünde kalın bir kemer. Kemere sıkıştırılan bir çift dolu piştov. Üstüne, dantelâlı bembeyaz bir Frenk gömleği. Yakada papyon. Sırta vurulmuş simli bir camadan. Kafaya bir bareta. Zeytinyağıyla taranmış ve baretanın kenarlarından taşan uzun, kıvırcık saçlar. Evet! Kanunu kadimi ayaklar altına alan uzun saçlar.” Görüldüğü üzere Calud kendine dikkat eden “uzun ve bukleli saçları ile kadınları deliye çeviren” bir dış görünüşe sahiptir. Yazar kahramanı saçlarının üzerinde çok durmuş ve onu saçlarından güç alan Samson’a benzetmiştir. Calûd, dev cüsseli, güçlü ve kuvvetli bir şahıstır. Sinobî Bülbül Dede Hazretleri eğer hiyel ilmini öğrenmeseydi Calûd’un sadece zalim bir pehlivan olacağını söylemiştir. Okuma yazma bilmediği halde ustasından gizli okumayı öğrenmesi ve ustasının kitaplarını okuyup hiyel ilmini öğrenmeye çalışması Calûd’un kafasına koyduğunu yapan bir kişilik olduğunu gösterir. Calûd ihtiraslarına mahkûm olan, hep daha fazlasını isteyen tabiatın kuvvetlerine hükmetmek isteyen bir kişiliktir. Hep daha fazlasını istemiş ama hiç ele geçirememiştir. Hep kaybetmeye mahkûm olmuştur. Çünkü isteme sınırlarını hep aşmıştır. Cinsel yönden güçlü biri olmasına rağmen daha da güçlü olmak istemiş ve bu isteği organını kaybetmesiyle sonuçlanmıştır. Kaybettiği organının bir uzantısı olan “yılan”ı bile en sonunda kendi kendini yok etmiş ve bir noktadan başka bir şey kalmamıştır. Calûd, sonsuz iktidara sahip olma arzusu yönüyle Puslu Kıtalar Atlası’ndaki Ebrehe ile koşutluk arz etmektedir.

Üzeyir Bey: Üzeyir’in Galatavî, İstanbulî ve Sinobî olduğu hakkında çeşitli rivayetler olduğu halde bazı kaynaklar onun soyunun Harirî’ye kadar uzandığını nakletmektedir. Mahlası Hayalî, ustası ise Kara Calûd adında bir hiyelkardır. İstanbul’da öksüz ve yetim bir hayat süren Üzeyir sokaklarda yaşamış, viranelerde barınmış ve çöplüklerden yiyecek toplamış daha sonra İstanbul Sanayi Mektebi’nde burslu olarak okumaya başlamıştır. Çok zor şartlar altında yaşayan Üzeyir derslerinde gösterdiği başarıdan dolayı arkadaşları tarafından kıskanılmış ve bu yüzden çok hırpalanmıştır. “Fisagor’dan henüz habersiz olduğu halde, bir dik üçgenin hipotenüsünün, dik kenarların karesinin toplamına eşit olduğunu ispatlaması “zekâsı(nın) ve kavrama yeteneği(nin) akranlarının kat be kat üstünde” olduğunun kanıtıdır. Calûd Üzeyir’i yanına çırak olarak alır. Calûd onun “sünepeliği olmasa ona dâhi denebileceğini”  bile düşünür. Okulda arkadaşlarından gördüğü baskıyı Calûd’un yanında da gören Üzeyir, pısırık ve içine kapanık bir kişiye dönüşür. Calûd’un onu ‘yılan’ projesi için yetiştirmeye çalışması ve bu sebeple dış dünyadan onu tamamıyla izole etmesi Üzeyir’i pısırık, sünepe korkak biri haline getirmiştir Üzeyir, ustasının varlık sebebi olarak gördüğü Yılan’ı zihninde yok ettikten sonra kişilik bakımından bir dönüşüme uğrar. Yıllan denen bu canavar onun zihninde değildi; asıl o, canavarın içindeydi. Yani o canavarın parçası gibiydi. Bunu fark eden Üzeyir’in dönüşümü başlar. Bu zihinsel ve fiziksel dönüşümden sonra bulunduğu yeri, kendini ve daha önce yaşamış olanları araştırmaya çalışması araştırmacı bir ruha sahip olduğunu gösterir. Üzeyir sağduyulu ve hassas bir ruh haline bürünmüş ve iki tahayyül arasındaki farkı görebilmekle kalmamış ve önceki ustalarının ulaşamadığı devridaim makinesini yapabilmesi onun erdeme ulaşmış bir kişilik olduğunu gösterir.

Davud : Hiyel Kalemi Reisi Uzun İhsan Efendi’nin yirmi bir çocuğundan biridir. (s. 57) Yâfes, Tahtelbahir’in ruhsatını imzalamayan Uzun İhsan Efendi’yi ikna etmek için Davud’u kaçırır. Davud demiri istediği şekle sokabilmektedir. ‘...ve elennâ lehülhadiyd’ ayeti kerimesince madenleri bir hamur gibi eğip bükebiliyor, demir çubukları küçük parmaklarıyla oğuşturarak onlara kolayca kuş şekilleri verebiliyordu.”  Görüldüğü üzere eserdeki Davud peygamber olan Hz. Davud ile bağdaşmaktadır. Tek fark yazar eserdeki Davud’u hiç büyütmemiş ve hep altı yaşında bırakmıştır. Onun el falına bakan biri “Bu elin sahibi bir çocuk ve hep çocuk kalacak, asla büyümeyecek, çünkü o, her türlü güçten arınmış bir masum” demiştir. Davud’un demiri hamur gibi eğip bükerek kuş heykelleri yaptığını gören Calûd, makinelerinin çark kısmının yapımında onun bu gücünden istifade etmek ister.

Fakat Calûd’un kötülük dolu projelerine bulaşmak istemeyen Davud kendisine verilen demirle sayısız kuş heykeli yapar. Calûd buna çok kızar ve Davud’u acımasızca döver. Calûd ne yapsa da Davud’u kötü emellerine alet edemez. Ve bundan vazgeçer. Görüldüğü üzere Davud hiçbir zaman gücünü kötülük için kullanmamıştır. Calûd Davud’u durmadan döver; fakat Davut hiçbir zaman ağlamamıştır. Ta ki Yâfes Çelebi’nin bir zamanlar onun madalyonuna hak ettirdiği sabır taşı sonunda çatlayana kadar. Calud’un dayağıyla hiç ağlamayan Davud sonunda ağlar. Küçük Davud, sabır taşının çatlamasından sonra elindeki iktidar taşını var gücüyle Calûd’un kafasına fırlatarak iki kaşının arasına isabet ettirir. Bu taşın etkisiyle dev cüsseli Calûd yere yığılır ve bir süre sonra ölür. Görüldüğü üzere yazar Calûd’u kötülüğün simgesi Davud’u ise iyiliğin, güzelliğin ve masumiyetin bir timsali olarak karşımıza çıkarmıştır.

Zencefil Çelebi: Ayasofyalı bir efendinin oğlu olan Zencefil Çelebi otuz yaşlarında, usul, erkân bilen bir zattır. Zencefil’in inci gibi bir yazısı olduğu onun iyi bir eğitim gördüğünü düşündürür. Zencefil Çelebi yüzünü bile görmediği bir dilbere, hamam kocakarılarının sözleriyle âşık olmuş ve yemeden, içmeden kesilmiş bir kişidir. Aşık olduğu bu kız için yabancı diyarlara gider. Ve onunla evlenmek için gerekli parayı toplayıp İstanbul’a döner. Bu durum onun sevdikleri için her zorluğa göğüs geren bir yapıda olduğunu gösteren bir kanıttır. Ancak İstanbul’a döndükten bir süre sonra bir meyhanede Yâfes Çelebi ile tanışır. Hiyelkar ustası ona debbabe projesini anlatır. Yafes Çelebi bir şekilde Zencefil Çelebi’yi ikna ederek bu projeye ikna eder. Zencefil buna ikna olur; çünkü bu projeden senelik on bin altınlık bir gelir beklediğini söyler Yafes Çelebi. Bu şekilde üç yüz elli altın vermeye razı olur. Kısa yoldan zengin olma hayalleri kuran Zencefil Yâfes’in debbabesinin proje onayı için resmi dairelerde elinde avucunda ne varsa vermekle kalmaz, babasının sattığı evin bütün gelirlerini de oraya buraya rüşvet olarak verir. Böylece bir aile faciasına sebep olan bu adamın sevdiği kız bir kabzımalla evlenir. Bu duruma dayanamayan Zencefil Çelebi çıldırarak cinler âlemine göçer.

Uzun İhsan Efendi: Bayezit’teki Hiyel Kalemi nazırıdır. (s. 26) Davud’la birlikte yirmi bir çocuğu olan İhsan Efendi Üzeyir Bey’e üzerinde sadece bir nokta bulunan esrarengiz bir defter vermiştir. Kendisinin hayal ehli olduğunu belirtmektedir.

Samur ve Yağmur Çelebiler: Diyarbakırlı bu ikiz kardeşler hiyelkarlıkla uğraşmaktadırlar. (s. 86) Calûd yaşı ilerlediğinden dolayı methini duyduğu bu kardeşleri kendisine yardım etmek üzere İstanbul’a getirtmiştir. Ancak talihsiz ikizler usul erkân bilmez, küfürbaz babalarından kurtulduklarına sevinirken çok daha ağzı bozuk ve zalim olan Calûd’un eline düşerler. Onları acımasızca çalıştıran Filistî zaman zaman onları dövmekten çekinmez. Devri daimin sırrını çözmek için gece gündüz demeden çalışan iki kardeşin çalışmaları sonuçsuz kalınca intihar etmişlerdir.

Frenk Mühendis: Güllesi yerde defalarca sekip süvariyi telef eden Moskof toplarının yapımına nezaret etmiş bir mühendistir. Yâfes Çelebi’nin mühendishaneye girmesine yardımcı olmuştur. Temizlemesi ve düzenlemesi için laboratuarı Yâfes’e emanet eden Fenk Mühendis, onun gizli bir şeylerle uğraştığımım farkındadır. Frenk Mühendis su değer değmez patlayan budasyumu bulduğu sırada, bu maddenin sırrını vermesi için Yâfes’in yakasına yapışır. Yafes’te bu sırrı verecek göz yoktur. Bu sebeple yağmurlu bir günde hocasının cebine doldurduğu barutun, budasyumun patlaması sonucu hocasını öldürür.

Eserde Adı Geçen Diğer Karakterler:

Zekeriya Usta: Yâfes Çelebi’nin ustasıdır. (s. 10)
Hacıkadınlı merhum Deli Bekir: Kılınç dövme sanatında asrının piri kabul edilen bir zattır. (s. 9-10)
Şeyh: Esnaf şeyhi olan bu yaşlı adam usule bağlı, gelenekçi bir zattır. (s. 10-11)
Yorgancı Mikail Efendi: Yâfes Çelebi’ye az çok yardımı dokunmuş vicdan sahibi bir kişidir. (s. 14)
 Deli Abuzer Beşe: Yeniçerilerden olan bu rüşvetçi şahıs, Nizam-ı Cedid askerini hiçbir suçu olmamasına rağmen kafasından vurarak öldürür. (s. 14-15)
Avram Efendi: Sultan Abdulhamid döneminde Hendek sokağında eczacılık yapan bir kişidir. (s. 16)
Çapraz Beşir Efendi [Ahırkapı delilerindendir. (s. 20)
Ahırkapılı mecnun Zincirli Mahmud: Ayasofyalı deliler taifesi arasında kendisinin Sultan Mahmud olduğunu iddia eden bir kişidir. (s. 27)
 Kasımpaşalı Mecid: Zincirli Mahmud’un vefatından sonra onun yerine geçen bir zattır. (s. 27)
 İbrikdâr Selami Ağa [Yâfes Çelebi’nin meyhane ahbabıdır. Sarayın birinci avlusundaki helâların ibriklerini doldurmakla görevlidir. (s. 37)],
Avram Efendi [Galatalı tefecilerdendir. Yâfes’e yıllık % 17 faizle 2950 kuruş verir. (s. 58)],
Laz Şevket Efendi [Tamburlu kıraathanede berberlik yapan bir zattır. (s. 65)],
Ali Elmas Efendi [Baba Cafer Zindanı’nda ikamet edip tefecilikle servetine servet katan bu zat, Karun kadar zengindir. (s. 87)],
Tokmakçı Abidin Paşa [Diyarbakır valisidir. (s. 90)],
 İkizlerin babası [Para ve içkiden başka hiçbir şey düşünmeyen ayyaş biri olan bu adam edep terbiye bilmez, küfürbaz, adab-ı muaşeretten bihaber bir zattır. (s. 90-91)],
Angilidis Efendi: Suvaş sefaretinin dükkânlarından birinde perûkarlık yapan bir şahıstır. (s. 94)
 Esmeralda: Calûd’un gravürünü görüp âşık olduğu, yirmi sekiz yaşlarında tiyatro oyuncusu şuh bir dilberdir. (s. 98-101)
Vodonis: Terzilik yapan bir zattır. (s. 131)
Vanberg: Fotoğrafçılıkla uğraşan biridir. (s. 131)

 Zaman


Yazar, eserde en geniş açıyla III. Selim (1789-1807) zamanından başlayarak, II. Meşrutiyet’in ilan edildiği 1908 yılına gelene kadar geçen süre içerisinde yaşananları anlatmıştır. Fakat yazar burada tarihi olaylara sadık kalmayıp bir nevi tarih yanılgısı(anakronizm) yolunu izlemiştir. Bir karakteri III. Selim döneminde yaşıyor gösterirken, Sultan Abdülhamit zamanında da aynı karakterin varlığından bahsetmiştir.Buna göre yazar kendi muhayyilesinde yarattığı bu hikayeler silsilesini çeşitli tarihi olayların içerisinde yaşıyormuş gibi göstererek okuyucuyu gerçek ile düş ikilemine sokmaya çalıştığını söyleyebiliriz.

Kitab-ül Hiyel Postmodern yapıda bir eser olduğu için göreceli bir zaman dokusuna sahiptir.”Uzay-fizik kuramlannın/Einstein’in evrendeki geçmiş, şimdi ve geleceğin bir arada bir bütün olarak var olması gibidir bu; ya da mistik/kozmik öğretilerin sonsuzluk zamanı dedikleri şeydir...tüm zamanların tek bir anda yaşanması(dır)” Yazar eseri bir masal anlatıyormuş gibi kaleme almıştır.Ana bölümlere göre zaman dilimleri aşağıdaki gibidir:

YÂFES ÇELEBİ HAZRETLERİNİN GÖRÜLEBİLEN
Sultan Abdülaziz Devri(1861-1876)[s. 9]
Sultan Selim-i Salis Han Devri (1789-1807)[s. 14]
Sultan Abdülhamit Han devri (1876-1909)[s. 27]
Kabakçı vak’ası ve III. Selim’in tahttan indirilmesi (1807)[s. 36] Mustafa-yı Rabi devri Sultan Selim Yerine geçen padişah (s. 37)
MENKIBELERİNDEN
Alemdar Mustafa Paşa’nın öldürülmesi (1808)[s. 45]
BAZILARININ BİLDİRİLMESİ
Bir cuma günü padişah Beşiktaş’tan çıkıp Ayasofya’ya namaz
HAKKINDADIR (s. 9-67)
kılmaya gelmesi(s. 59)
Öğle namazı ezanı saatle 6.27’de, zevali saatle de 12.33’de kılınmaya başlanacağına göre.. .[s. 61)
KARA CALÛD'UN HAL
Mora İsyanı baş gösterip de Ortodoksların ruhani reisinin Patrikhane kapısında ipeçekildiği yıllarda(s. 71-72)
Yafes Çelebi öldükten sonra Calud’un on sene düşünmesi(s. 82) Mustafa Reşit Paşa’nın Gülhane’de bir hatt-ı hümayün okuyacağı
TERCÜMESİNİN, HİYEL VE
günün arifesi(1908)[s. 89]
HİYLELERİNİN
Gülhane Hatt-ı Hümayünün’den bir yıl, Cüstinyani’nin Cadde-i
VE GÖRÜLEBİLEN DİĞER
Kebir’de Fransız Tiyatrosunu açmasından ise altı ay sonra(s. 94)
MENKIBELERİNİN

BİLDİRİLMESİ
Françe payitahtında iştirakilerinin barikatlar kurdukları ve

HAKKINDADIR (s. 67-117)
Dersaadet’te esir ticaretinin yasak edilip Cadde-i Kebir’de ise Parodi Tiyatrosu’nun açıldığı yıl...(s.97)
Kırım Savaşı arefesinde. (s. 97)
DEVRİ DAİMİN SIRRINI ÇÖZEN ÜZEYİR BEY'İN HAL TERCÜMESİ

VE GÖRÜLEBİLEN

MENKIBELERİNDEN BAZILARINI
Büyük Beyoğlu yangını...(s. 120)
BEYAN EDER (s. 117-144)


Mekân

Postmodern yaratılarda mekân döngüseldir. Yani hayal ürünü veya gerçekte var olan bir mekânın düşteki tasviri esere yansıtılır. Anar Kitab-ül Hiyel’de gerçek mekânları kullanarak kendi muhayyilesindeki hikâyeleri bu mekanlara oturtmuştur. Eserde geçen mekânları aşağıdaki tabloda görelim:

YÂFES ÇELEBİ HAZRETLERİNİN GÖRÜLEBİLEN
Kuledibi’ndeki Tamburlu kıraathane, Kazasker’deki demirciler çarşısı ( s. 9)
Yafes Çelebi’nin dükkânı, Fener’deki sümbüllü meyhane (s. 11) Tophane’nin Tersane Emirliği, Mühendishane-i Bahri(s. 16) Kasımpaşa, Galata meyhanesi, Meyyit kapısı(s. 17)
Hac dönüşü Zencefil Çelebi’nin Şam’da kalması (s. 21)
Tophane, Azapkapı, Haseki Hamamı civarı, Kâğıthâne(s. 22)
Babıali (s.24);Yedi yangını salimen atlatan sihirli ev(s.25) Bayezid’deki Hiyel Kalemi reisinin evi,(s.26) Mihaliki’nin
MENKIBELERİNDEN
Meyhanesi (s.28) Frenk kalyonlarının birinin güvertesi(s. 30)
BAZILARININ BİLDİRİLMESİ
Galata’daki Kuledibi’nin biraz üstünde, Mevlevihane’nin tam
HAKKINDADIR (s. 9-67)
karşısında, yani Büyük İskender’in o iktidar taşını ele geçirip kaybettiği yerde iki katlı ev(s. 35) Tahtakale(s.36)
Sadrazamlık makamı ve paşa kapısı (s. 45) Esirhane(s. 48)
Haliç, Bayezid, Uzun İhsan Efendi’nin evi(s.55) Hasköy’de bir atölye(s. 57) Beşiktaş, Ayasofya(s.59)
KARA CALÛD'UN HAL

Yüksek Kaldırım(s.67)
Mevlevihane’nin karşısındaki evlerin alt katındaki saatçi dükkânı(s.
TERCÜMESİNİN, HİYEL VE
71)
HİYLELERİNİN
Galata Mevlevihanesi’nin karşısındaki ev(s. 74)
VE GÖRÜLEBİLEN DİĞER
İdris Baba Tekkesi( s.81)
MENKIBELERİNİN BİLDİRİLMESİ
Ali Elmas Efendi’nin bulunduğu hücre, Allahüekber Dağları(s. 88)
HAKKINDADIR (s. 67-117)
Cedde-i Kebir(s. 102) İstanbul Sanayi Mektebi(s. 115) Kasımpaşa Kabristanı(s. 116)
DEVRİ DAİMİN SIRRINI ÇÖZEN ÜZEYİR BEY'İN HAL TERCÜMESİ
Zeytinburnu’ndaki Sanayi Mektebi(s. 118) Yüksek Kaldırım(s. 119)
Beyoğlu(s.120)
VE GÖRÜLEBİLEN
Hristodulo Konstantino Kitabevi(s.130)
MENKIBELERİNDEN BAZILARINI
Karaköy, Mısır Çarşısı, Serapçı Sokak(s. 132)
BEYAN EDER (s. 117-144)
Maveraünnehir(s. 137)
Galatasaray’daki Spoek Birahanesi(s. 139)

Share with your friends

Add your opinion
Disqus comments
Notification
This is just an example, you can fill it later with your own note.
Done