Kitab-ül Hiyel İhsan Oktay Anar'ın eseridir.
Konusu
Eser, III.
Selim (1789-1807) zamanından II. Meşrutiyet (1908)’in ilanına kadar ki
döneminde usta-çırak ilişkisine dayanan ve birbirini takip eden üç kuşak
hiyelkârın (Yafes Çelebi, Kara Calud, Üzeyir Bey) hırslarının bir yansıması
olan projelerinin gerçekleştirilme çabasını konu edinir.
Olay Örgüsü
İhsan Oktay Anar Kitab-ül Hiyel
eserinde Dede Korkut Hikâyeleri ve Binbir Gece Masalları’ndaki anlatım tarzını
benimsemiştir. Bu eserlerde anlatım bir anlatıcının ağzından birden çok
hikâyenin anlatımına dayandığı herkes tarafından aşikârdır. İşte yazar bu
eserde bir anlatıcı sıfatına girmiş: “Râviyân-ı ahbar ve nâkilan-ı âsâr kâh
hayretü minnet, kâh nefretü ibretle şunları rivayet eder gibi cümlelerle adeta bir meddah edasıyla
hikâyeleri sıralamıştır. İhsan Oktay Anar’ın “daha romanının ilk satırlarında
Kuledibi’ndeki Tamburlu kıraathaneyi mekân olarak seçmesi, sohbet ehli, eğitim
düzeyi yüksek kişilerin konuşmalarını aktarması, Türk kültüründeki hikâye
anlatma geleneğini zihinde canlandırma, geçmişi günümüze taşıma olarak kabul
edilebilir.”
“Zalimler ve muhterisler, âlimler ve
vakanüvisler, halimler ve muhterisler, doğru ya da yanlış, şu menkıbeleri
salnamelerde rivayet ve meyhanelerde hikâyet etmişlerdir.” Gibi sözleri kullanması okuyucunun gerçek ile
hayal arasında gidip gelmesini sağlamaya çalışmaktan ibarettir. Sanatçı eserde
taklidin peşinde koşmuş ve bunu şu sözlerle dile getirmiştir: “Hiyelkâr sayısız
hiylelerle tabiatın kuvvetlerini tuzağa düşürüp esir etmenin yolunu ararken,
hayalkâr, bütün dünyayı gözündeki o noktayla görüyor. Kâinatın kendisinin
gerçekleşmiş bir hayal olduğuna, bu hayali örnek alıp yeni yeni hayaller
yaratmak gerektiğine, çünkü onu mutlu eden şeyin sanayi ya da teknoloji değil,
hulkiyyat ya da kreatoloji olduğuna inanıyordu... Binbir Gece Masalları’m adeta
yuttu ama realist ve natüralistlerden hiç mi hiç hoşlanmadı. Onları, Sultan
Abdülhamit Efendimize yaranmak için onun giyim kuşam ve davranışlarını kopya
eden paşalara benzetiyordu. Oysa Abdülhamid’i kopya değil de taklit eden bir
meddah, elbette ki daha sevimli ve belki de gerçeğe daha yakındı. İşte
realistler de Gerçeği ve Dünya’yı kopya ediyorlar; ama masalcılar, aslında
gerçekleşmiş bir dünyayı örnek alıp, onu ve üslûbunu taklit ederek yeni
hayaller yaratıyorlardı. Kopyalar ne kadar kuru ve tatsızsa, taklitler o kadar
canlı ve sevimliydi. Sonuç olarak realist romanlar, yazarlarının suratları
kadar tekdüze, şaşırtıcılıktan yoksun ve aslında gerçekdışı şeylerin
anlatıldığı kitaplardı. Çünkü bir mucize olan gerçeğin kendisi şaşırtıcı ve
hayranlık uyandırıcı iken aynı gerçeği anlatan bir realistin romanındaki hemen
her şeyin bu kadar tekdüze, bu kadar aşina ve bu kadar alışılmış olması başka
nasıl açıklanabilirdi? Dünyadaki her şey bir mucizeyken insan nasıl hayret
etmeden durabilirdi? İşte Üzeyir Bey bu düşüncelerle insanların gerçeklik
duygusuna değil de, gerçeğin kendisine ve ondaki üslûbuna sadık kalmaya karar
verdi.”
Kitab-ül Hiyel: Yazarın annesi ve babasına ithafıyla başlar. Ardından
kutsal kitaplardan aldığı iki bölüm vardır. Bunlar:
“And olsun ki
biz, Davud’a katımızda bir İmtiyaz verdik,
‘Ey dağlar!
Onunla birlikte tesbih edin’ dedik. Kuşlara da bunu duyurduk. Ona demiri
yumuşak kıldık.”
(Kur’an, xxxıv, 10)
“ Ve Saul kendi
esvabını Davud’a giydirdi ve başına tunç başlık koydu ve ona zırh giydirdi. Ve
Davud esvabı üzerine kılıç kuşandı ve yürümeye çalıştı, çünkü alışmamıştı. Ve
Davud Saul’a dedi: Bunlarla yürüyemem; çünkü alışmadım.
Ve Davud üzerinden çıkardı.” (I.
Samuel, 37-39)
Ve nihayet kitap birinci bölümüyle
okuyucuyu kendi dünyasına çeker Kitap Üç ana bölümden oluşur. Her bölümde
farklı hiyelkarların hikâyeleri ve icatları anlatılır. Bununla birlikte
anlatımın zenginliği için çeşitli olaylar ve olgular da bu bölümlere
serpiştirilmiştir. Bunlar:
A. YÂFES ÇELEBİ HAZRETLERİNİN GÖRÜLEBİLEN MENKIBELERİNDEN BAZILARININ BİLDİRİLMESİ HAKKINDADIR (s. 9-67)
a. Yafes Çelebi’nin Zekeriya Usta’nın yanında çıraklığa başlaması
( s. 9-12)
b. Yafes Çelebi’nin Hiyel ilmini öğrenmesi (s. 12-20)
c. Zencefilin Hikâyesi (s. 20-27)
d. Yafes Çelebi’nin çeşitli icatlarının tanıtımı,
bu icatları padişaha sunmak için yaptığı çalışmalar ve Yafes Çelebi’nin Hiyel
Kalemi Reisi Uzun İhsan Efendi ile tanışması (s. 27-66)
e. Yafes Çelebi’nin Davud’u
kaçırması(s. 54-56)
B. KARA CALÛD'UN HAL TERCÜMESİNİN, HİYEL VE HİYLELERİNİN VE GÖRÜLEBİLEN DİĞER MENKIBELERİNİN BİLDİRİLMESİ HAKKINDADIR (s. 67-117)
a. Calûd’un Yafes Çelebi tarafından esir pazarından satın
alınması(s. 67-68)
b. Calûd’un hiyel ilmine merak salması ve Yafes Çelebi’nin
kitaplarını okuması(s. 68-71)
c.Calûd’un Yafes Çelebi’nin elinde Büyük İskender’in ele geçirip
kaybettiği ‘iktidar taşını’ görmesi ve onun sırrını öğrenmeye çalışması (s.
72-80 )
d. Ali Elmas Efendi’nin Hikâyesi (s. 87-90)
e. Samur ve Yağmur Çelebilerin hikâyeleri (s. 90-94)
f. Calud’un ikdar hırsı uğruna cinsel organını kaybetmesi ve bu
eksikliği icat etmeye çalıştığı yılanla tamamlamaya çalıştığının anlatılması
(s. 94-114)
g. Calûd’un İstanbul Sanayi
Mektebi’nden Üzeyir’i çırak alması (s. 114-116)
C. DEVRİ DAİMİN SIRRINI
ÇÖZEN ÜZEYİR BEY'İN HAL TERCÜMESİ VE GÖRÜLEBİLEN MENKIBELERİNDEN BAZILARINI
BEYAN EDER (s. 117-144)
a. Üzeyir’in hikayesi (s. 117-123)
b. Calûd’un ölmesi, Yafes Çelebi’nin vasiyetini hatırlayarak
saçlarının kazıtılıp öğlece gömülmesini Üzeyir’ söylemesi v eÜzeyir’in Yafes
Çelebi’nin çizdiği ‘Devri Daim’in sırrını Calûd’un kafasında görmesi (s.
123-134)
c. Ali Sansar Efendi’nin
’Kör’ Hikâyesi (s. 134-136)
d. Ali Cümbüş Efendi’nin
’Kör’ Hikâyesi (s. 136-137)
e. Uzun İhsan Efendi’nin
’Kör’ Hikâyesi (s. 137-138)
Esere dikkatli bir gözle bakılırsa eserin çift katmanlı olduğu
gözümüze ilişir. Çünkü yazar bu eserde öncelikle hiyel ilmi ve onun getirisi
olan icatların kullanımı, tanıtımı verilmiştir. Buradan bu kitabın bir bilim
kitabı olduğu düşündürülür. Fakat bunların dışında ikinci katmanına
bakıldığında ise bu icatları gerçekleştirmiş kişilerin hayatlarının verilmesi
ve onların kişiliklerine dair izlerin bulunması esere edebi bir özellik
katmıştır. Bu sebeple Kitab- ül Hiyel hem edebi hem de bilimsel bir algıyı
okuyucuya hissettirmek için yazılmış bir kitaptır.
Özet
“Yâfes Çelebi
Hazretlerinin Görülebilen Menkıbelerinden Bazılarının Bildirilmesi Hakkındadır”
adlı birinci bölüm adından da anlaşılacağı üzere Yâfes Çelebi ve projelerinin
anlatldığı bölümdür. Yâfes genç yaşında kılınç dövme sanatına heves eder.
Demirciler çarşısında Zekeriya Usta’nın elini öperek onun çırağı olur. Kısa
sürede bu mesleği öğrenerek Zülfikâr kıvamında bir kılıç yapmayı başarır. Yâfes
Çelebi bu çalışmasıyla dilden dile dolaşır ve en sonunda esnaf şeyhi onu görmek
ister. Şeyh esnaf sandığından akçesi verilir, peştamal beline dolanır ve onun
dükkân açmasına izin verilir.
Yani kısacası Yafes Çelebi artık kendi dükkânı
olan bir esnaf olur. Kısa bir süre sonra Yâfes Çelebi dükkânına makası andıran
tuhaf bir kılıç asar. Bu durumdan rahatsızlık duyan diğer demirci esnafı bunu
şeyhe bildirir. Şeyh örf ve âdete karşı gelmesinden dolayı dükkânı kapattırılır
ve peştemali belinden çıkarılır. Yani mesleki çalışma izni elinden alınır.
Ustasının verdiği yetmiş üç akçe ile bir süre Galata’da avare avere dolaşan
Yâfes, kapağı açılınca çalışan, demirden bir müzik kutusu tasarlar.
“Yeraltından çıkan madenleri bir yolunu bularak yumuşatıp, onlara gayri tabii
şekiller vererek kılınç, top, tüfenk, adı altında satma hayallerinin,
hayatındaki bu karanlık devirde onun zifiri külhan gecelerinin biricik süsü
olduğu, ta Sultan Reşad devrine kadar kıraathanelerde söylenegelmiştir.” Denilerek Yafes Çelebi’nin ruh hali ortaya
konmuştur. Bu hayalinin tek nedenini de bir vatansever olmaktan ibaret olduğunu
söyler. Bir vatansever olduğunu söyleyen bu adam padişaha makinelerden oluşan
bir tebaa oluşturmak istediğini durmadan dile
getirir. Çünkü Yafes Çelebi’ye göre tek güç yani iktidar makinelere
hükmetmektir. Bu görüşleri doğrultusunda eline geçen bütün parayı hiyel ilmine
harcar. Kısa bir süre sonra “Deli Abuzer Beşe, yevmiyesinin onda üçünün bahşişi
daimi olarak kendisine verilmesi şartıyla Yâfes Çelebi’yi Tophane’nin Tersane
eminliğine bağlı olan kısmına dökümcü olarak” (s. 16) aldırılmasını sağlar.
Fakat
Yafes Çelebi’nin tek isteği Mühendishane-i Bahrîye’ye girerek orada hiyel
ilmini öğrenmektir. Bunun için Frenk mühendisinin gözüne girmeyi başarır. Bu
şekilde Mühendishane-i Bahrîye’ye girme yolunu sağlamıştır artık. Hiyel ilmine
esas teşkil eden birçok ilmi burada öğrenen genç adam, çalışmaları sonunda
suyla temas eder etmez patlayıveren, ‘budasyom’ adlı maddeyi keşfeder. Bu
maddenin sırrını öğrenmek isteyen Freng’i öldürür. Öldürülmesiyle birlikte
Yafes Çelebi’nin mühendishanedeki tek koruyucusu da gittiği için onu
mühendishaneden uzaklaştırırlar. Okuldan atıldıktan sonra beş kuruşsuz kalan
Yafes çeşitli hayallere dalar. Bu hayallerden biri de hem karada hem de denizde
ilerleyebilen debbâbe adlı bir savaş aracını oluşturmaktır. Bu tür
bir silahın orduyu zaferden zafere koşturacağına inanır. Bunu hayalini
gerçekleştirmek isteyen Yafes’in bir yerden para bulması gerekir. Bir gün
Galata’da bir meyhanede içerken tanıştığı Zencefil Çelebi’yi, bir şekilde ortak
etmeği başarır ve bu şekilde gerekli maddi yardımı elde etmiş olur. İlk olarak
iki yüz altına mal olacağını söylediği debbâbe, Zencefil Çelebi’ye üç yüz elli
altına mal olur. (s. 23) Bu oluşturulan aracın beratı(patent)’nın alınması
gerekir.
Bunun için Yafes Çelebi Zencefil’i bu iş için ikna eder. Bu belgeyi
almak amacıyla Babıâli’ye giden Zencefil “içerideki kalem efendileri, cahiliye
devri boyunca Kâbe’de bekleyen putlar kadar kımıltısız ve kayıtsız” olduklarını görür. Bu belgeyi almak için
aylarca uğraşmasına rağmen bir türlü Bayezid’deki Hiyel Kalemi Reisi Uzun İhsan
Efendi’ye ulaşıp gerekli belgeyi alamamıştır. Yafes Çelebi projelerinin peşinde
koşmaya devam eder. Yaptığı Leyden Şişesi( elektrik yüklü) ile başına bela olan
Deli Abuzer Beşe adlı yeniçeriyi çarptırarak öldürür ve ondan kurtulur. Bu
olaydan sonra şişenin içinde cin bulunduğunu söyleyerek çevresindeki insanları
kandıran Yâfes Çelebi, bundan bir miktar para kazanabilmiştir. Bu işten para
kazanamaz durumu gelen Yafes, “Hırsız saksağanlardan çaldığı altın ve gümüşleri
sarraflara bozdurduktan sonra, elmaslar ve zümrütleri bedestendeki kuyumculara
satıyor, böylece geçinip gidiyordu.” Onun
tasarladığı çift namlulu top, bu refah döneminin bir ürünü rivayet edilecektir. Bu toplardan ilkine düşahî adını verir.
Bu topu gemilerde kullanılmak üzere
tasarlar. Zülkarneyn dediği ikinci topu ise süvari hücumlarına karşı
geliştirmiştir. Yaptığı icatları hiyel kalemine kabul ettirememektedir. Bir gün
Yafes Çelebi, bir savaş gemisini batırabilmeyi hayal eder. Bu hayalini de
gerçekleştirir. Bu icadın adını Kallab koyar. Yafes Çelebi
bürokrasiden çok sıkılmıştır. Bu yüzden bütün projelerini yanına alıp Alemdar
Mustafa Paşa’ya çıkmayı başarır. Paşayı ikna eder ve projelerinin tecrübe
edileceğine değer görülüp bunları gerçekleştirmesi için ona iki bin kuruş
ödenek verilmesi kararlaştırılır. Yafes’in talihi dönecek derken yeniçeriler
ayaklanarak sarayı ateşe verir. Bu ayaklanmada paşa ölür. Bu sebeple Yafes,
ihtira beratını ve iki bin kuruşa veda etmek zorunda kalır. Kırkına merdiven
dayayan Yâfes Çelebi, tek başına tasarılarını gerçekleştirme gücünü kaybettiği
için esir pazarından güçlü kuvvetli Filistinli bir köle olan Calûdu alır. Calûd
ile büyük bir kuvvet olduğuna inanan Yafes evine kapanıp Tahtelbahir i
tasarlamaya başlar. Uzun Ihsan Efendi’nin bu araç için gerekli belgeleri
vermeyeceğini iyi bilen Yafes, Uzun Ihsan Efen’dinin oğlu Davud’u kaçırır.
Fakat şantajla bir yere ulaşabileceğini düşünen Yafes, yine yanılmış ve Davud
onun yanında kalmıştır. Başka bir çıkış yolu arayan Yafes Çelebi, en sonunda
denizaltı projesini gerçekleştirmek için Galatalı tefecilerden Avram Efendi’den
yıllığı % 17 faizle 2950 kuruş alır. ipotek olarak da iki katlı evini gösterir.
Ardından Calûd ile beraber bu aracı tamamlar. Yafes’in hedefi bu aracı padişaha
gösterebilmektir. Bu yüzden suyun içine bu araçla çıkıp padişahın bu aracı
görmesi sağlanacaktır. Fakat bu iş çok tehlikelidir. Bu yüzden Yafes bütün mal
varlığını eğer ölürse Calûd’a bırakacağını bildiren bir vasiyetnameye imza
atar. Suya giren araç ilk zamanlar bir sorun çıkarmaz. Daha sonra araçta bazı
sıkıntılar yaşanır ve Yafes son anda ölümden döner ve kurtulur. Ve o günden
sonra hiyel ilmine tövbe eder.
‘Kara Calûd’un Hal Tercümesinin, Hiyel ve Hiylelerinin ve
Görülebilen Diğer Menkıbelerinin Bildirilmesi Hakkındadır’ adlı ikinci bölümde
Calûd’un hiyel ilmine merakı ve hayatı anlatılır. Yâfes Çelebi tahtelbahirden
sağ salim çıkınca hiyel ilmine tövbe etmiş ve bütün çalışmalarını yakması için
Calûd’a vermiştir. Calûd o çalışmalar yerine papirüs rulolarını yakar. Yâfes
Çelebi Calûd’un “hiyel kitapları okuyup birkaç bilinmeyenli denklemler
çözdüğünden ve sürgülü hesap cetvelleriyle nice fesatlar tezgâhladığından
habersizdi. Sahibinin inşa edip yüzdürdüğü tahtelbahirden fazlasıyla etkilenen
Calûd, tabiata yön veren kuvvetlere söz geçirmenin yolunun rakamlar ve onların
bilimi olan riyazat olduğunu artık öğrenmişti” Yafes Çelebi Calûd’un hiyel ilmiyle
uğraşmasını istemez. Onun saygın bir iş bulup çalışmasını daha uygun görür.
Yafes, Calûd’un sünnet olması koşuluyla onu azat edeceğini söyler. Ustasının
isteklerini yapan Calûd sonunda özgürlüğüne kavuşur ve bir saat tamircisinin
yanında işe başlar. Fakat artık içine işlemiş olan hiyel ilmi onun bu işi
bırakmasına neden olur. Bir gün Calûd “Yâfes Çelebi’nin oda kapısını açar
açmaz, şaşkınlıktan gözleri yerinden uğradı: İhtiyar adam, yıldızsız geceler
kadar kara, ama artık nasıl oluyorsa, duru billurlar kadar saydam bir taşı,
Büyük İskender’in ele geçirip kaybettiği iktidar taşını avucunda tut(tuğunu)”
görür. Gördüğü karşısında şaşkına dönen Calûd’un “... Bir evliya mucizesi, bir
cin ya da hayal gören yahut gök kubbenin değil de aslında dünyanın döndüğünü
hayatında ilk kez anlayan insanların çoğunda olduğu gibi, onun da gerçeklik
duygusu adamakıllı zedelen(ir).”
Buna tanık olan Calûd hiyel ilmiyle tamamiyle
uğraşmaya ve ilk icadı olan devridaim makinesini tasarlar. Fakat ilk
denemesinde başarısızlığa uğrar. Calûd, ustasına sorduğunda ondan devridaimin
mümkün olduğunu, fakat meselenin püf noktasının iktidar taşı olduğunu düşündüğünü
söyler. Calûd, efendisinin devridaimin sırrını bildiğini ve ona vermediğini
düşünür. Bu durum onu deli eder. Çünkü “korkunç savaş silahları yapıp bunları
devri daim makinesiyle işletecek, sahip olduğu sonsuz iktidarla dünyaya yeni
bir nizam verecekti” Sonunda
devridaimin sırrı için ustasına yalvarması başarılı olur. Ve Yâfes Çelebi
Calûd’e bu sırrı asla kullanmaması ve sürekli kafasında taşıması şartıyla
vermeyi kabul eder. Fakat bu sırrı öğrenmeden önce Calûd’un evin bodrumunda
kırk gün kırk gece ustasının işkencelerine dayanması gerekir. Devridaimin sırrı
karşılığında bütün eziyetlere katlanan Calûd, ustasının sözleri karşılığında
hayal kırıklığına uğrar; Çünkü Yâfes Çelebi “ona, devri daimin sırrına artık
sahip olduğunu ve bu sırrı mektepte medresede değil, kafasında araması
gerektiğini söylüyordu.” Bir müddet sonra Yâfes Çelebi ölür ve her şey Calûd’a
kalır. Calûd ustasının ölümünden sonra tam on yıl boyunca tabiatın yedi kuvveti
üzerinde düşünür. Bütün bu çabası devri daimin sırrını çözebilmek içindir.
Fakat hiçbir yakıt olmaksızın sonsuza dek çalışacak makinenin sırrı iktidar
taşındadır. Zürriyetini bütün dünyaya yaymak ve bir ordu oluşturmak isteyen
Calûd, çocuk yapmaya karar verir. Ama bütün çocukları ölü doğar. Hayallerini
süsleyen Esmeralda, onunla birlikte olmayı kabul eder. Ama içtiği bir sıvı onun
erkekliğinin kangren olup kesilmesine neden olur.
Organsız kalan Calûd,
tabiattan intikam almaya karar verir. Ve onun bir uzantısı olacak olan büyük
bir projeye başlar. Bu da ‘Yılan’ diye adlandırdığı bir makinedir.
Samur ve Yağmur Çelebileri gece gündüz çalıştırarak bu makinenin bir an önce
bitmesini ister. Fakat Samur ve Yağmur Çelebiler bu duruma dayanamaz ve intihar
ederler. Elli yaşına gelen Calûd yalnız kalmıştır. Yanına bir yardımcı almaya
karar verir. İstanbul Sanayi Mektebi’ne giderek orada sevabına okutulan
öğrencilerden biri olan Üzeyir’i yanına çırak olarak alır. Calûd Üzeyir’i
“hiyel ilminde yetiştirip bu konuda buluğa erdirdikten sonra, devasa yılanın
tohumlarını onun masum zihnine fışkırtacak ve bir çeşit rahim olan bu zihni
bilgiyle besleyecekti.” Üzeyir’in dışarı dahi çıkmasına izin vermeyen zalim
usta, onu sadece yılan projesini gerçekleştirmek için yetiştirir. Ömrünün son
yıllarında hala altı yaşında olan Davud ve Üzeyir’e eziyet eden Calûd, o güne
kadar hiç ağlamayan Davud’u sonunda ağlatır. Bunun etkisiyle Davud elinde
tuttuğu iktidar taşını var gücüyle Calûd’un kafasına fırlatarak iki kaşının
arasına isabet ettirir. Taş Calûd’u yaralar. Calûd yanına gelen Üzeyir’den
ustası Yâfes Çelebi’nin vasiyetini gerçekleştirmesini ve öldükten sonra saçını
kazımasını ister. Bunun karşılığında bütün malını mülkünü genç adama
bırakacağını söyler. Üzeyir “Usturayla cesedin alnını ve şakaklarını
temizledikten sonra sıra başın arkasına geldiğinde, yıllar ve on yıllar önce,
adam devri daimin esrarını öğrenmek için evin bodrumunda kırk gün kırk gece
kalıp eziyet çekmeyi kabul ettiği sıralarda, Yâfes Çelebi’nin iğne ve
mürekkeple onun kafasına dövdüğü o dövmeyi görmüştür. Gel gör ki o, ‘sırrı mektepte
medresede değil, kafanda ara’ diyen Yâfes Çelebi’den ve bu dövmenin de iktidar
taşıyla çalışacak olan devri daim makinesinin planı olduğundan elbette
habersizdi” (s. 124-125)
‘Devri Daimin Sırrını Çözen Üzeyir Bey’in Hal Tercümesi ve
Görülebilen Menkıbelerinden Bazılarını Beyan Eder’ adlı üçüncü bölümde hiyel
ustası olan Üzeyir Bey’in hayatını anlatır. Ustası öldüğünde daha on dokuz
yaşını yeni bitirmiş olan Üzeyir, Kara Calûd tarafından öylesine korkak ve
sünepe bir biçimde yetiştirilir ki Calûd öldükten sonra dışarı dahi çıkmaya
cesaret edemez. Bu yüzden evin alış verişini Davud’a yaptırır. O her şeyi ile
kendisini ustasının projesini tamamlamaya adamıştır. Üzeyir’e göre “bu dev
yılan, güçsüz, silik ve pısırık olan kendisini, dünyayı dolduran canavarlara
karşı koruyabilecek yegâne silah.” Olacaktı. Üzeyir Bey üzerinde çalıştığı
canavarı korkunç silahlarla donatır. Bu silahın başkasının eline geçmemesi için
Yılan’la ilgili her şeyi avludaki maden eritme fırınında yakar. Böylece bu
silahla ilgili bütün bilgiler sadece kendisi bilecektir. Bir süre sonra Hiyel
Kalemi Reisi Uzun İhsan Efendi yıllar önce Yâfes Çelebi tarafından kaçırılmış
olan oğlu Davud’u almaya gelir. Oğlunu alıp evden ayrılırken Üzeyir’e, “Siz
hayalperest birine benziyorsunuz. Ayrıca çok temiz bir yüzünüz var. Bu yüzden
beni ziyaret ederseniz evime şeref verirsiniz” der. Üzeyir, Davud evden
ayrıldıktan sonra on küsur yıl evden çıkmaya cesaret edemez. Üzeyir makineyi
tamamlamak üzeredir. Makineyi düşünürken birden şunu fark eder: “Canavar onun
zihninde değil, asıl o canavarın içindedir.Bu düşüncelerden sonra Üzeyir, bir
pişmanlık hisseder ve zihninde bir noktadan başka bir şey kalmaz. Artık Üzeyir
yeniden doğmuştur. Çünkü bu makine kendi kendini yemeye ve yok olmaya başlar. O
nokta ile birlikte zihni boşalır. Artık dışarı çıkabilen Üzeyir İhsan
Efendi’nin evini bulur.“Gerek kendisinin, gerek yaşadığı evin, gerekse evde
izlerini bulduğu yaşamış ve ölmüş kişilerin hikâyelerini” merak eder. Uzun
İhsan Efendi’den yardım ister. Uzun İhsan Efendi Üzeyir’e içinde her şeyin
yazılı olduğu bir defter verir. Fakat bu defterde sadece bir nokta vardır.
Üzeyir Bey tahayyül ile tahayyül (
arasındaki farkı bu şekilde öğrenmiş olur. Yüz on bir yıl önce Yâfes Çelebinin
yaptığı bir ipotek anlaşmasına göre evini terk etmek durumunda kalan Üzeyir
Bey, evden ayrılmadan bir gece önce odaları dolaşırken Calûd’un odasındaki
mangalın içerisinde iktidar taşını görür. Taşın üzerinde birçok yazı vardır.
Bunlar: “ALEKSANDROS ANEPISTEMOS EPSATO TOUTOU PETROU” ile “CAHİL YÂFES BU TAŞA
DOKUNDU” yazılarıdır. Sabaha
kadar bu taşla uğraşan Üzeyir, sonunda devri daimin sırrını çözer. “Mesele,
adeta bir nokta kadar basitti” diyerek iki zamanlı devridaim makinesini
oluşturur.
Kişi Kadrosu
Yâfes Çelebi: Eserde “daha ter bıyıklı, ayva tüylü, paluze tenli bir
delikanlı iken krlınç dövme sanatına heves etmiş ve bunun için demirciler
çarşısında Zekeriya Usta’nın” çırağı olmuştur. Burada kısa sürede
işi öğrenip Zülfikâr ayarında kılıç yapması onun yetenekli biri olduğunu
gösterir. “Bir kahvehanede dinlenirken kafasını güzelce kazıttı ama kanunu
kadim üzere, tepesindeki bir tutam saça dokundurmaması onun Yahudi mezhebinden
olduğunu düşündürür. Yafes Çelebi’nin Zekeriya Ustadan her şeyi hızlıca
öğrendiği ve demircilik erbabının örf ve adetlerine karşı gelerek makas başlı
bir kılıç yapması etrafı rahatsız eder. Çünkü diğer demirciler işsiz
kalacaklardır. Bunun üzerine demircilerin şeyhi onu meslekten menetmiştir. Bu
açıdan bakıldığında Yafes Çelebi’nin öğrenmeye aç olduğunu, çok yetenekli
olduğunu ve icat ettikleriyle kısa sürede zengin olma hırsıyla yanıp tutuşan
biri olduğunu söyleyebiliriz. Aynca işine son verilirken yaptıklarının
doğruluğunu savunması da onun inatçı bir mizacı olduğuna kanıttır. Yafes
Çelebi’nin tek istediği projelerini gerçekleştirmek olup birçok projeyi hayata
geçirmeden diğerine geçmesi de onun sabırsız bir kişilikte olduğunu gösterir.
Yafes Çelebi elektrik yüklü ‘Leyden şişesi’nin içinde cin olduğunu söyleyerek
ahaliye satması onun hırsları için her şeyi yapabileceğinin kanıtıdır. Yâfes
Çelebi, mühendishaneye girmek için her yolu dener ve sonunda Frenk hocanın
gözüne girerek okula alınması onun ne kadar inatçı, azimli ve kararlı biri
olduğunu gösterir. Suda patlayan maddenin sırrını isteyen Frenk hocayı
öldürmesi onun hırsına yenik düşmesine çok iyi bir örnektir. Yafes her şeyi güç
ve iktidar için yapar. Zira o her şeyi güç ve iktidar için yapar. Çırağı Calûd
ile birlikte yaptığı Tahtelbahir’den canını zor kurtaran Yafes Çelebi, hiyel
ilmine tövbe ederek hayattan elini eteğini çeker. Onun ölümle yüz yüze gelmesi
onu iktidar hırsından uzaklaştırır.
Calûd:
Yâfes Çelebi onu esir pazarından kendisine yardımcı olması amacıyla almıştır.
Kimi kaynaklara göre onun Mağripli, kimilerine göre de Filistî olduğu söylenile
gelmiştir. Fakat Çeşm-i Badem Ceylan Hatun’un onun adının Calûd el-Filistî
olduğunu ifade etmesi onun Filisti olduğunun daha güçlü bir ihtimal olduğunu
kanıtlar. Çok küfürbaz biri olmasına karşın yerine ve zamanına göre tam bir
beyefendi gibi davranmasını bilen biridir. Calûd’un gençlik döneminden sıyrılıp
tam bir erkek olduğu şu şekilde tasvir edilir:“Ayaklarda, topuklarına basılmış
birer yemeni. Baldırı gösterecek şekilde, dizlere kadar inen mor bir çakşır.
Belde Cezayir şalı ve üstünde kalın bir kemer. Kemere sıkıştırılan bir çift
dolu piştov. Üstüne, dantelâlı bembeyaz bir Frenk gömleği. Yakada papyon. Sırta
vurulmuş simli bir camadan. Kafaya bir bareta. Zeytinyağıyla taranmış ve
baretanın kenarlarından taşan uzun, kıvırcık saçlar. Evet! Kanunu kadimi
ayaklar altına alan uzun saçlar.” Görüldüğü üzere Calud kendine dikkat eden
“uzun ve bukleli saçları ile kadınları deliye çeviren” bir dış görünüşe
sahiptir. Yazar kahramanı saçlarının üzerinde çok durmuş ve onu saçlarından güç
alan Samson’a benzetmiştir. Calûd, dev cüsseli, güçlü ve kuvvetli bir şahıstır.
Sinobî Bülbül Dede Hazretleri eğer hiyel ilmini öğrenmeseydi Calûd’un sadece
zalim bir pehlivan olacağını söylemiştir. Okuma yazma bilmediği halde
ustasından gizli okumayı öğrenmesi ve ustasının kitaplarını okuyup hiyel ilmini
öğrenmeye çalışması Calûd’un kafasına koyduğunu yapan bir kişilik olduğunu
gösterir. Calûd ihtiraslarına mahkûm olan, hep daha fazlasını isteyen tabiatın
kuvvetlerine hükmetmek isteyen bir kişiliktir. Hep daha fazlasını istemiş ama
hiç ele geçirememiştir. Hep kaybetmeye mahkûm olmuştur. Çünkü isteme
sınırlarını hep aşmıştır. Cinsel yönden güçlü biri olmasına rağmen daha da
güçlü olmak istemiş ve bu isteği organını kaybetmesiyle sonuçlanmıştır.
Kaybettiği organının bir uzantısı olan “yılan”ı bile en sonunda kendi kendini
yok etmiş ve bir noktadan başka bir şey kalmamıştır. Calûd, sonsuz iktidara
sahip olma arzusu yönüyle Puslu Kıtalar Atlası’ndaki Ebrehe ile koşutluk arz
etmektedir.
Üzeyir Bey: Üzeyir’in Galatavî, İstanbulî ve Sinobî olduğu hakkında
çeşitli rivayetler olduğu halde bazı kaynaklar onun soyunun Harirî’ye kadar
uzandığını nakletmektedir. Mahlası Hayalî, ustası ise Kara Calûd adında bir
hiyelkardır. İstanbul’da öksüz ve yetim bir hayat süren Üzeyir sokaklarda
yaşamış, viranelerde barınmış ve çöplüklerden yiyecek toplamış daha sonra
İstanbul Sanayi Mektebi’nde burslu olarak okumaya başlamıştır. Çok zor şartlar
altında yaşayan Üzeyir derslerinde gösterdiği başarıdan dolayı arkadaşları
tarafından kıskanılmış ve bu yüzden çok hırpalanmıştır. “Fisagor’dan henüz
habersiz olduğu halde, bir dik üçgenin hipotenüsünün, dik kenarların karesinin
toplamına eşit olduğunu ispatlaması “zekâsı(nın) ve kavrama yeteneği(nin)
akranlarının kat be kat üstünde” olduğunun kanıtıdır. Calûd Üzeyir’i yanına
çırak olarak alır. Calûd onun “sünepeliği olmasa ona dâhi denebileceğini” bile düşünür. Okulda arkadaşlarından gördüğü
baskıyı Calûd’un yanında da gören Üzeyir, pısırık ve içine kapanık bir kişiye
dönüşür. Calûd’un onu ‘yılan’ projesi için yetiştirmeye çalışması ve bu sebeple
dış dünyadan onu tamamıyla izole etmesi Üzeyir’i pısırık, sünepe korkak biri
haline getirmiştir Üzeyir, ustasının varlık sebebi olarak gördüğü Yılan’ı
zihninde yok ettikten sonra kişilik bakımından bir dönüşüme uğrar. Yıllan denen
bu canavar onun zihninde değildi; asıl o, canavarın içindeydi. Yani o canavarın
parçası gibiydi. Bunu fark eden Üzeyir’in dönüşümü başlar. Bu zihinsel ve
fiziksel dönüşümden sonra bulunduğu yeri, kendini ve daha önce yaşamış olanları
araştırmaya çalışması araştırmacı bir ruha sahip olduğunu gösterir. Üzeyir
sağduyulu ve hassas bir ruh haline bürünmüş ve iki tahayyül arasındaki farkı
görebilmekle kalmamış ve önceki ustalarının ulaşamadığı devridaim makinesini
yapabilmesi onun erdeme ulaşmış bir kişilik olduğunu gösterir.
Davud
: Hiyel Kalemi Reisi Uzun İhsan Efendi’nin yirmi bir çocuğundan biridir. (s.
57) Yâfes, Tahtelbahir’in ruhsatını imzalamayan Uzun İhsan Efendi’yi ikna etmek
için Davud’u kaçırır. Davud demiri istediği şekle sokabilmektedir. ‘...ve
elennâ lehülhadiyd’ ayeti kerimesince madenleri bir hamur gibi eğip
bükebiliyor, demir çubukları küçük parmaklarıyla oğuşturarak onlara kolayca kuş
şekilleri verebiliyordu.” Görüldüğü
üzere eserdeki Davud peygamber olan Hz. Davud ile bağdaşmaktadır. Tek fark
yazar eserdeki Davud’u hiç büyütmemiş ve hep altı yaşında bırakmıştır. Onun el
falına bakan biri “Bu elin sahibi bir çocuk ve hep çocuk kalacak, asla
büyümeyecek, çünkü o, her türlü güçten arınmış bir masum” demiştir. Davud’un demiri
hamur gibi eğip bükerek kuş heykelleri yaptığını gören Calûd, makinelerinin
çark kısmının yapımında onun bu gücünden istifade etmek ister.
Fakat Calûd’un kötülük dolu
projelerine bulaşmak istemeyen Davud kendisine verilen demirle sayısız kuş
heykeli yapar. Calûd buna çok kızar ve Davud’u acımasızca döver. Calûd ne yapsa
da Davud’u kötü emellerine alet edemez. Ve bundan vazgeçer. Görüldüğü üzere
Davud hiçbir zaman gücünü kötülük için kullanmamıştır. Calûd Davud’u durmadan
döver; fakat Davut hiçbir zaman ağlamamıştır. Ta ki Yâfes Çelebi’nin bir
zamanlar onun madalyonuna hak ettirdiği sabır taşı sonunda çatlayana kadar.
Calud’un dayağıyla hiç ağlamayan Davud sonunda ağlar. Küçük Davud, sabır
taşının çatlamasından sonra elindeki iktidar taşını var gücüyle Calûd’un
kafasına fırlatarak iki kaşının arasına isabet ettirir. Bu taşın etkisiyle dev
cüsseli Calûd yere yığılır ve bir süre sonra ölür. Görüldüğü üzere yazar
Calûd’u kötülüğün simgesi Davud’u ise iyiliğin, güzelliğin ve masumiyetin bir
timsali olarak karşımıza çıkarmıştır.
Zencefil Çelebi: Ayasofyalı bir efendinin oğlu olan Zencefil Çelebi otuz
yaşlarında, usul, erkân bilen bir zattır. Zencefil’in inci gibi bir yazısı
olduğu onun iyi bir eğitim gördüğünü düşündürür. Zencefil Çelebi yüzünü bile
görmediği bir dilbere, hamam kocakarılarının sözleriyle âşık olmuş ve yemeden,
içmeden kesilmiş bir kişidir. Aşık olduğu bu kız için yabancı diyarlara gider.
Ve onunla evlenmek için gerekli parayı toplayıp İstanbul’a döner. Bu durum onun
sevdikleri için her zorluğa göğüs geren bir yapıda olduğunu gösteren bir
kanıttır. Ancak İstanbul’a döndükten bir süre sonra bir meyhanede Yâfes Çelebi
ile tanışır. Hiyelkar ustası ona debbabe projesini anlatır. Yafes Çelebi bir
şekilde Zencefil Çelebi’yi ikna ederek bu projeye ikna eder. Zencefil buna ikna
olur; çünkü bu projeden senelik on bin altınlık bir gelir beklediğini söyler
Yafes Çelebi. Bu şekilde üç yüz elli altın vermeye razı olur. Kısa yoldan
zengin olma hayalleri kuran Zencefil Yâfes’in debbabesinin proje onayı için resmi
dairelerde elinde avucunda ne varsa vermekle kalmaz, babasının sattığı evin
bütün gelirlerini de oraya buraya rüşvet olarak verir. Böylece bir aile
faciasına sebep olan bu adamın sevdiği kız bir kabzımalla evlenir. Bu duruma
dayanamayan Zencefil Çelebi çıldırarak cinler âlemine göçer.
Uzun İhsan Efendi: Bayezit’teki Hiyel Kalemi nazırıdır. (s. 26) Davud’la
birlikte yirmi bir çocuğu olan İhsan Efendi Üzeyir Bey’e üzerinde sadece bir
nokta bulunan esrarengiz bir defter vermiştir. Kendisinin hayal ehli olduğunu
belirtmektedir.
Samur ve Yağmur Çelebiler: Diyarbakırlı bu ikiz kardeşler hiyelkarlıkla
uğraşmaktadırlar. (s. 86)
Calûd yaşı ilerlediğinden dolayı methini duyduğu bu kardeşleri kendisine yardım
etmek üzere İstanbul’a getirtmiştir. Ancak talihsiz ikizler usul erkân bilmez,
küfürbaz babalarından kurtulduklarına sevinirken çok daha ağzı bozuk ve zalim
olan Calûd’un eline düşerler. Onları acımasızca çalıştıran Filistî zaman zaman
onları dövmekten çekinmez. Devri daimin sırrını çözmek için gece gündüz demeden
çalışan iki kardeşin çalışmaları sonuçsuz kalınca intihar etmişlerdir.
Frenk Mühendis: Güllesi yerde defalarca sekip süvariyi telef eden Moskof
toplarının yapımına nezaret etmiş bir mühendistir. Yâfes Çelebi’nin
mühendishaneye girmesine yardımcı olmuştur. Temizlemesi ve düzenlemesi için
laboratuarı Yâfes’e emanet eden Fenk Mühendis, onun gizli bir şeylerle
uğraştığımım farkındadır. Frenk Mühendis su değer değmez patlayan budasyumu
bulduğu sırada, bu maddenin sırrını vermesi için Yâfes’in yakasına yapışır.
Yafes’te bu sırrı verecek göz yoktur. Bu sebeple yağmurlu bir günde hocasının
cebine doldurduğu barutun, budasyumun patlaması sonucu hocasını öldürür.
Eserde Adı Geçen
Diğer Karakterler:
Zekeriya Usta: Yâfes Çelebi’nin ustasıdır. (s. 10)
Hacıkadınlı merhum Deli Bekir: Kılınç dövme sanatında asrının piri kabul edilen bir
zattır. (s. 9-10)
Şeyh:
Esnaf şeyhi olan bu yaşlı adam usule bağlı, gelenekçi bir zattır. (s. 10-11)
Yorgancı Mikail Efendi: Yâfes Çelebi’ye az çok yardımı dokunmuş vicdan sahibi bir
kişidir. (s. 14)
Deli Abuzer
Beşe: Yeniçerilerden olan bu rüşvetçi şahıs,
Nizam-ı Cedid askerini hiçbir suçu olmamasına rağmen kafasından vurarak
öldürür. (s. 14-15)
Avram Efendi: Sultan Abdulhamid döneminde Hendek sokağında eczacılık
yapan bir kişidir. (s. 16)
Çapraz Beşir Efendi [Ahırkapı delilerindendir. (s. 20)
Ahırkapılı mecnun Zincirli Mahmud: Ayasofyalı deliler taifesi arasında kendisinin Sultan
Mahmud olduğunu iddia eden bir kişidir. (s. 27)
Kasımpaşalı
Mecid: Zincirli Mahmud’un vefatından sonra
onun yerine geçen bir zattır. (s. 27)
İbrikdâr Selami
Ağa [Yâfes Çelebi’nin meyhane ahbabıdır.
Sarayın birinci avlusundaki helâların ibriklerini doldurmakla görevlidir. (s.
37)],
Avram Efendi [Galatalı tefecilerdendir. Yâfes’e yıllık % 17 faizle 2950
kuruş verir. (s. 58)],
Laz Şevket Efendi [Tamburlu kıraathanede berberlik yapan bir zattır. (s.
65)],
Ali Elmas Efendi [Baba Cafer Zindanı’nda ikamet edip tefecilikle servetine
servet katan bu zat, Karun kadar zengindir. (s. 87)],
Tokmakçı Abidin Paşa [Diyarbakır valisidir. (s. 90)],
İkizlerin babası [Para ve içkiden başka hiçbir şey düşünmeyen ayyaş biri olan bu adam
edep terbiye bilmez, küfürbaz, adab-ı muaşeretten bihaber bir zattır. (s.
90-91)],
Angilidis Efendi: Suvaş sefaretinin dükkânlarından birinde perûkarlık yapan
bir şahıstır. (s. 94)
Esmeralda:
Calûd’un gravürünü görüp âşık olduğu, yirmi sekiz yaşlarında tiyatro oyuncusu
şuh bir dilberdir. (s. 98-101)
Vodonis:
Terzilik yapan bir zattır. (s. 131)
Zaman
Yazar, eserde en geniş açıyla III.
Selim (1789-1807) zamanından başlayarak, II. Meşrutiyet’in ilan edildiği 1908
yılına gelene kadar geçen süre içerisinde yaşananları anlatmıştır. Fakat yazar
burada tarihi olaylara sadık kalmayıp bir nevi tarih yanılgısı(anakronizm)
yolunu izlemiştir. Bir karakteri III. Selim döneminde yaşıyor gösterirken,
Sultan Abdülhamit zamanında da aynı karakterin varlığından bahsetmiştir.Buna
göre yazar kendi muhayyilesinde yarattığı bu hikayeler silsilesini çeşitli
tarihi olayların içerisinde yaşıyormuş gibi göstererek okuyucuyu gerçek ile düş
ikilemine sokmaya çalıştığını söyleyebiliriz.
Kitab-ül Hiyel Postmodern yapıda
bir eser olduğu için göreceli bir zaman dokusuna sahiptir.”Uzay-fizik
kuramlannın/Einstein’in evrendeki geçmiş, şimdi ve geleceğin bir arada bir
bütün olarak var olması gibidir bu; ya da mistik/kozmik öğretilerin sonsuzluk
zamanı dedikleri şeydir...tüm zamanların tek bir anda yaşanması(dır)” Yazar
eseri bir masal anlatıyormuş gibi kaleme almıştır.Ana bölümlere göre zaman
dilimleri aşağıdaki gibidir:
YÂFES ÇELEBİ HAZRETLERİNİN GÖRÜLEBİLEN
|
Sultan Abdülaziz
Devri(1861-1876)[s. 9]
Sultan Selim-i
Salis Han Devri (1789-1807)[s. 14]
Sultan
Abdülhamit Han devri (1876-1909)[s. 27]
Kabakçı vak’ası ve III. Selim’in tahttan indirilmesi (1807)[s.
36] Mustafa-yı Rabi devri Sultan Selim Yerine geçen padişah (s. 37)
|
MENKIBELERİNDEN
|
Alemdar Mustafa Paşa’nın öldürülmesi (1808)[s. 45]
|
BAZILARININ BİLDİRİLMESİ
|
Bir cuma günü padişah Beşiktaş’tan çıkıp Ayasofya’ya namaz
|
HAKKINDADIR (s. 9-67)
|
kılmaya gelmesi(s. 59)
Öğle namazı ezanı saatle 6.27’de, zevali saatle de 12.33’de
kılınmaya başlanacağına göre.. .[s. 61)
|
KARA CALÛD'UN HAL
|
Mora İsyanı baş gösterip de Ortodoksların ruhani reisinin
Patrikhane kapısında ipeçekildiği yıllarda(s. 71-72)
Yafes Çelebi öldükten sonra Calud’un on sene düşünmesi(s. 82)
Mustafa Reşit Paşa’nın Gülhane’de bir hatt-ı hümayün okuyacağı
|
TERCÜMESİNİN, HİYEL VE
|
günün arifesi(1908)[s. 89]
|
HİYLELERİNİN
|
Gülhane Hatt-ı Hümayünün’den bir yıl, Cüstinyani’nin Cadde-i
|
VE GÖRÜLEBİLEN DİĞER
|
Kebir’de Fransız Tiyatrosunu açmasından ise altı ay sonra(s. 94)
|
MENKIBELERİNİN
BİLDİRİLMESİ
|
Françe payitahtında iştirakilerinin barikatlar kurdukları ve
|
HAKKINDADIR (s. 67-117)
|
Dersaadet’te esir ticaretinin yasak edilip Cadde-i Kebir’de ise
Parodi Tiyatrosu’nun açıldığı yıl...(s.97)
Kırım Savaşı arefesinde. (s. 97)
|
DEVRİ DAİMİN SIRRINI ÇÖZEN ÜZEYİR BEY'İN
HAL TERCÜMESİ
|
|
VE GÖRÜLEBİLEN
|
|
MENKIBELERİNDEN BAZILARINI
|
Büyük Beyoğlu yangını...(s. 120)
|
BEYAN EDER (s. 117-144)
|
Mekân
Postmodern yaratılarda
mekân döngüseldir. Yani hayal ürünü veya gerçekte var olan bir mekânın düşteki
tasviri esere yansıtılır. Anar Kitab-ül Hiyel’de gerçek mekânları kullanarak
kendi muhayyilesindeki hikâyeleri bu mekanlara oturtmuştur. Eserde geçen
mekânları aşağıdaki tabloda görelim:
YÂFES ÇELEBİ HAZRETLERİNİN GÖRÜLEBİLEN
|
Kuledibi’ndeki
Tamburlu kıraathane, Kazasker’deki demirciler çarşısı ( s. 9)
Yafes Çelebi’nin
dükkânı, Fener’deki sümbüllü meyhane (s. 11) Tophane’nin Tersane Emirliği,
Mühendishane-i Bahri(s. 16) Kasımpaşa, Galata meyhanesi, Meyyit kapısı(s. 17)
Hac dönüşü
Zencefil Çelebi’nin Şam’da kalması (s. 21)
Tophane,
Azapkapı, Haseki Hamamı civarı, Kâğıthâne(s. 22)
Babıali (s.24);Yedi yangını salimen atlatan sihirli ev(s.25)
Bayezid’deki Hiyel Kalemi reisinin evi,(s.26) Mihaliki’nin
|
MENKIBELERİNDEN
|
Meyhanesi (s.28)
Frenk kalyonlarının birinin güvertesi(s. 30)
|
BAZILARININ BİLDİRİLMESİ
|
Galata’daki
Kuledibi’nin biraz üstünde, Mevlevihane’nin tam
|
HAKKINDADIR (s. 9-67)
|
karşısında, yani
Büyük İskender’in o iktidar taşını ele geçirip kaybettiği yerde iki katlı
ev(s. 35) Tahtakale(s.36)
Sadrazamlık
makamı ve paşa kapısı (s. 45) Esirhane(s. 48)
Haliç, Bayezid,
Uzun İhsan Efendi’nin evi(s.55) Hasköy’de bir atölye(s. 57) Beşiktaş,
Ayasofya(s.59)
|
KARA CALÛD'UN HAL
|
Yüksek Kaldırım(s.67)
Mevlevihane’nin
karşısındaki evlerin alt katındaki saatçi dükkânı(s.
|
TERCÜMESİNİN, HİYEL VE
|
71)
|
HİYLELERİNİN
|
Galata
Mevlevihanesi’nin karşısındaki ev(s. 74)
|
VE GÖRÜLEBİLEN DİĞER
|
İdris Baba
Tekkesi( s.81)
|
MENKIBELERİNİN BİLDİRİLMESİ
|
Ali Elmas
Efendi’nin bulunduğu hücre, Allahüekber Dağları(s. 88)
|
HAKKINDADIR (s. 67-117)
|
Cedde-i Kebir(s. 102) İstanbul Sanayi Mektebi(s. 115) Kasımpaşa
Kabristanı(s. 116)
|
DEVRİ DAİMİN SIRRINI ÇÖZEN ÜZEYİR BEY'İN
HAL TERCÜMESİ
|
Zeytinburnu’ndaki Sanayi Mektebi(s. 118) Yüksek Kaldırım(s. 119)
Beyoğlu(s.120)
|
VE GÖRÜLEBİLEN
|
Hristodulo
Konstantino Kitabevi(s.130)
|
MENKIBELERİNDEN BAZILARINI
|
Karaköy, Mısır
Çarşısı, Serapçı Sokak(s. 132)
|
BEYAN EDER (s. 117-144)
|
Maveraünnehir(s. 137)
Galatasaray’daki
Spoek Birahanesi(s. 139)
|