Edebiyat dünyasına girdikten
sonra uzun süre tiyatro türünde eser veren Adalet Ağaoğlu, yetmişli yılların
başlarında roman türüne yönelir ve yaklaşık üç yıllık bir çabanın sonunda ilk
romanı Ölmeye Yatmak’’ı yayımlar. Kimi eleştirmenin
başarılı kimi eleştirmenin de başarısız bulduğu
bu ilk denemede Adalet Ağaoğlu, bir süreci -1930 ila 1968
yılları arasını- merkeze alır ve
özellikle “Batıcı Cumhuriyet ideolojisinin temellendirilmeye çalışıldığı
yıllarda eğitim görmüş, bu ideoloji ile getirilmek istenen dönüşümler
karşısında köylü ya da küçük kasabalı ailelerin geleneksel yaşam üsluplarını
değiştirmemekte direnmelerinden doğan çelişkileri yaşamış bir kuşağın” romanını
verir.
Ölmeye Yatmak - Kurgu
Bir kuşağın romanını veren Ölmeye Yatmak, Adalet Ağaoğlu’nun en hacimli
-üç yüz on altı sayfa- romanıdır. Roman, romen rakamıyla işaretli on üç ana
bölümle bu bölümlere yerleştirilmiş başlıklı yirmi üç ara bölümden meydana
gelir. Bunlardan ilki hâlihazır/şimdiki zaman; ikincisi ise art zaman/geçmiş
zaman üzerine kurulmuşlardır. Bu husus, söz konusu bölümlerde açık bir biçimde
görülür. Romen rakamıyla işaretli ana bölümlerde okuyucu, romanın baş kahramanı
ve sosyoloji doçenti Aysel Dereli’nin bir otel odasına gelerek ölmeye
yatmasıyla birlikte başlayan hesaplaşma sürecini izler. Bu hesaplaşma sürecini
burada başlangıcı ile sonunu dikkate alarak şu şekilde ifade edebiliriz: Bir
üniversitede öğretim üyesi olan Aysel, özgürleşme adına birkaç ay önce
öğrencisi Engin’le yasak bir ilişkiye girer. Aysel, özgür bir kadın olduğunu
ispat etmek için böyle bir ilişkiye girer girmesine ama bu ilişki, onu aynı
zamanda içinden çıkılmaz birtakım çatışmaların da içine sürükler. Zamanla daha
da yoğunluk kazanan bu çatışmalar, onu kaçınılmaz sona götürür ve 1968
Nisan’ında sabah erken saatlerde karışık bir zihinle evden çıkarak bir otele
gelir. Bir oda kiralar ve bu odada çırılçıplak soyunarak ölmeye yatar. Bu
yatışla birlikte Aysel, kendi kimliğini bütünleyen tüm tarihiyle amansız bir
mücadeleye girerek hesaplaşmaya başlar. Bir saat yirmi yedi dakika süren bu
hesaplaşma sonunda ise, özgür birey/kendi olma bilinci ve kararlılığıyla ölmeye
yattığı yataktan kalkar; yıkanır; giyinir ve tekrar dış dünyaya döner.
Bu anlatımlar gösteriyor ki,
romanın yaklaşık dörtte birlik kısmını oluşturan bu bölümlerde klasik
metinlerde görülen tarzda izlenebilir veya hareket üzerine kurulu belli bir
olay yoktur. Bunun aksine burada aydın bir kadının, Aysel’in hesaplaşmaları söz
konusudur. Okuyucu, ilk andan son âna kadar bu hesaplaşmalar ve ara ara dikkate
yansıyan birkaç ay öncesine ait yaşantıları okur. Bu okumalarda bir öğe,
kendini iyiden iyiye hissettirir: Merak. Bu, daha ilk sayfalarda beliren bir
öğedir: “Köşedeki yatağı açtım.
Çırılçıplak içine girdim; ölmeye yattım. [...]. Ölüm bazan o denli çabuk gelmiyor. Ölümle savaşmak
gerekiyor.” (s.5) Ölüm veya intiharla birlikte
kendini hissettiren bu öğe, ilerleyen sayfalarda aynı çerçevede giderek daha
güçlü hâle geliyor: “Ölmüş
olduğum kimsenin aklına gelmez. Sekreter belki eve telefon eder. sonra, daha
sonraki günler ne olur? Hiç öğrenemeyeceğim nasıl olsa? Burada yatıyorum işte.
Ölümün tamamlanmasını bekliyorum.”(s.21) Ana bölümlere egemen olan bu öğe, hâliyle okuyucuyu peşine
takar: Gerçekten de Aysel, söylediği gibi kendini öldürecek veya intihar edecek
mi? O, bunu ancak romanın son sayfasına geldiğinde öğrenebilir. Bu, şüphe yok
ki okuyucunun ilgisini artıran bir öğedir ve onu ilk andan son âna kadar metne
ram eder.
Merak öğesinin egemen olduğu
bölümleri takip eden başlıklı yirmi üç ara bölümde ise romanın ana gövdesi yer
alır. Art zaman üzerine kurulu bu ana gövde, esas olarak iki çizgide gelişen
olaylarla/durumlarla vücut bulur. Bunların ilkinde okuyucu, Cumhuriyet dönemi
Türkiye’sinin siyasal, toplumsal, ekonomik ve kültürel alanlardaki gelişmeleri
ve çarpıklıklarını izler. Milli Şefle Menderes dönemlerini içine alan bu
çizgide kısaca şu olaylar/durumlar yer alır: İnönü’nün iktidarda olduğu
yıllarda dış dünyada II. Dünya Savaşı bütün şiddetiyle sürmektedir. Türkiye,
savaşa hiçbir surette katılmak istememektedir. Tarafsızlık ilkesiyle kendi
geleceğini tayin etmeye çalışmaktadır. Ancak sürmekte olan savaş, ülkeyi
ekonomik bakımdan ciddi bir biçimde etkilemektedir. Bu savaşın yansımaları ile
ülke yöneticilerinin uygulamaları aynı zamanda halkı perişan hâle
sürüklemektedir. Ülkede ekmek, un, şeker, gaz gibi temel ihtiyaçlar
bulunamamaktadır. Halk, karneye bağlanmış olan bu ihtiyaçları güç bela elde
edebilmektedir. Bu manzaraya karşın küçük bir kesim son derece rahat bir biçimde
yaşamaktadır. Temel ihtiyaçların sağlanamadığı bu sıralarda ayrıcalıklı kesim,
yurt dışından gelen kumaşlarla elbiseler diktirebilmekte; her tür temel gıda
ihtiyacını karşılayabilmekte; lüks mekânlarda eğlenebilmektedir. Bunlarla
birlikte savaş şartlarından yararlanmaya kalkan kişiler ceplerini
doldurmaktadırlar. Bazı kötü niyetli yetkililerle temasa geçen bu kişiler,
temel ihtiyaçları tek elde toplamakta; karaborsa yoluyla büyük vurgunlar
yapmaktadırlar. Çok etkili olmasa da hükümet, bunlarla mücadele etmektedir. Hem
bu köşe dönücülere, hem de varlık vergisi ödemeyen mükelleflere bazı cezalar
uygulamaktadır. Bunları, Aşkale’ye sürgüne göndermektedir.
Milli Şef Dönemini takip eden
Demokrat Parti yılları ile 27 Mayıs süreci ise, bu çizgide son derece kısa bir
biçimde verilir. “Demokrat Parti’nin iktidar yılları, 27 Mayıs ihtilali, Adalet
Partisi’nin kuruluşu ve seçimi kazanması, C.H.P.’nin yönetimini anlatan
bölümler kadar” ayrıntılı değildir.
Bu ilk çizgi, açıkça görüldüğü
gibi panoramiktir. Bu çizgide yazar, bir sürecin panoramasını eleştirel bir
dille dikkate sunar. Ana gövdede yer alan ikinci çizgide ise, esas olan
noktalara yani bu süreçten geçen eski ve yeni kuşaklara yönelir. Böylece bir
tarafta eski kuşağın yeni rejim karşısındaki bocalamaları ve çelişkilerini öte
tarafta ise Cumhuriyetin ilk yıllarında dünyaya gelen yeni kuşağın aile, çevre
ve özellikle eğitim sürecinde yaşadıklarını sunar. Eski kuşağın dramının da izlendiği
bu çizgide yazar, hiç şüphe yok ki tüm dikkatini yeni kuşağın inşa sürecine
çevirir ve Cumhuriyet ideolojisinin kendi kuşağını nasıl yarattığını sunar. Bu
sunumu farklı kültür tabakalarına mensup çocukları, ilk öğrenimlerinden yüksek
öğrenimlerine kadarki süreci aşama aşama takip ederek yapar: Köye ve kente
mensup zengin-fakir aile çocuklarından Aysel, Ali, Aydın, Sevil, Ertürk, Namık,
Hasip... Ankara’ya yakın bir ilçede öğrenim hayatlarına başlarlar. Öğrenim
hayatlarının ilk basamağında bu çocuklar yeni rejimin gerekleri doğrultusunda
idealistçe yetiştirilmeye çalışılırlar. Bir müddet sonra da bu okuldan mezun
olurlar ve çeşitli okullara dağılırlar.
Bunlardan bir üst okula gitmek,
öğrenimini sürdürmek isteyen Aysel, öğrenim hayatının hemen her aşamasında
ailesi tarafından engellenir. Ancak o, önüne çıkarılan her engeli çeşitli
şekillerde aşarak orta okulu, liseyi ve üniversiteyi tamamlar. Bu süreçte bir
ara eğitim amacıyla Paris’e de giden Aysel, sonunda Cumhuriyet ideolojisinin
istediği gibi aydın bir Türk kadını olarak bir üniversitede öğretim üyesi
olarak göreve başlar. Ancak o, daha önce de işaret edildiği gibi iç dünyasında
birtakım çelişkileri derinden yaşamaya başlar. Bunun üzerine kendi tarihiyle
hesaplaşmak üzere bir otelde ölmeye yatar. Maddi imkânsızlıklar içerisinde
ilkokulu tamamlayan köylü çocuğu Ali, ilk okuldan sonra bir süre bir üst okula
gidemez. Bu durumu tesadüf eseri öğrenen Dündar Öğretmen, onun köyde
harcanmasına gönlü razı olmaz. Onu bir üst okula göndermenin yollarını arar. Sonuçta
ona bir iş bulur. Ali, bir otelde hem çalışır, hem de Sanat Okulu’na devam
eder. Okulu bitirdikten sonra Ankara Rodyosu’nda işe girer.
Sanat Okulu’nda okurken zihni
dönüşüm içerisine giren ve zamanla komünist olan Ali, çalıştığı kurumda rahat
yüzü göremez. Bu yüzden Radyoevi’ndeki işinden ayrılır. Kendine bir çanta
edinir ve evden eve tamir işlerine gider. Hayatını bu şekilde kazanır. İlçe
kaymakamının oğlu olan Aydın, ilkokuldan sonra Galatasaray’a girer. Orta kısmı
pekiyi ile bitirir. Daha sonra Ankara’ya dönerek Gazi Lisesi’ne devam eder.
Buradan mezun olduktan sonra üniversite öğrenimini de tamamlayan Aydın,
dışişlerinde görev alır. 27 Mayıs İhtilali’nden sonra “Peşte’deki kâtipliğinden geri”(s.309) çekilerek Ankara’da beklemeye
alınır. Bunun üzerine görevinden istifa eder ve “İstanbul’da tümen tümen sol yayınlar basan bir
yayınevi”(s.228)
kurar. Ertürk, Bursa Askeri Lisesi’ni tamamlayarak rütbeli bir asker olur;
Kore’ye gider savaşır ve ülkeye bir gazi olarak döner. Döndükten sonra da
aldığı eğitim doğrultusunda çalışmalarını sürdürür. Farklı düşünceli kişilere
göz açtırmaz. İlçe ilkokulunda tanıdığımız diğer çocuklardan Hasip, “mikrofonlu hoca” olur; “Vatan
Cephesine bol üye” (s.308) bulur. Sanatla içli dışlı
büyüyen savcı kızı Sevil, “sanat
çevrelerinde adı”(s.308) geçen biri konumuna yükselir. Namık ise, “önemli bir bankanın önemli bir koltuğuna”(s.308) oturur. “Tarım kredisi alıp işhanı yaptıranlarla Gar
Gazinosu’nda yemek”(308) yiyerek eğlenmesine bakar.
Görüldüğü üzere bu ikinci
çizgide klasik anlamda tek bir kişi etrafında gelişen ve çatışmalar üzerine
kurulu büyük bir olay yoktur. Aksine bu çizgide çatışmalardan uzak küçük olay
parçaları söz konusudur. Anlatımını yaptığımız parçalarda bunu açıkça görmek
mümkündür. Dikkat edilirse burada şahıs kadrosunda yer alan kişiler sadece ilk
aşamalarda yani ilköğrenimleri esnasında karşı karşıya gelirler. Bunun dışında
kalan noktalarda ise neredeyse bir arada bulunmazlar. Her birinin hayatı ayrı
mekânlarda cereyan eder. Dolayısıyla bu da az önce işaret ettiğimiz hususun
ortaya çıkmasına imkân vermez.
Şu ana kadar ana ve başlıklı
ara bölümleri merkeze alarak romanın nasıl kurulduğunu göstermeye çalıştık. Bu
noktada işaret ettiğimiz kısımları bir bütün olarak ele aldığımızda kısaca
şunları söyleyebiliriz: Bu roman esas olarak iki ayrı düzlem üzerine
kurulmuştur. Bunların ilkinde yoğun olarak bir sürecin görüntüsü ile bu süreç
içerisindeki bireylerin ve de özellikle yetişmekte/yetiştirilmekte olan
bireylerin aile çevre ve okul üçgenindeki yaşantıları sergilenmiştir ki, burada
bir süreç bütün yönleriyle izlenir. Bu özellikten hareketle burada şunu
söylemek mümkündür: Bu düzlem bir sonraki düzlemi açıklamakla ya da daha
anlaşılır kılmakla yükümlüdür. Nitekim okuyucu bu düzlemde anlatılanları
okumadan Aysel’in hangi sebeplerden dolayı ölmeye yattığını gerçek manada
kavrayamaz. Çünkü Aysel’i bütünleyen tarih bu düzlemde ifadesini bulur. Buna
karşılık ikinci düzlemde ise bu süreçten geçerek yetişen aydın bir Türk
kadınının içine düştüğü çıkmazlar ve bunlardan kurtulma çabaları sunulmuştur.
Bunlarla birlikte bu romanda
klasik anlamda dört başı mamur bir olayla karşılaşmıyoruz. Söz konusu
düzlemlerin anlatımında da vurgulandığı gibi yazar burada sürükleyici büyük
olaylardan ziyade küçük olay parçalarına daha doğru bir ifade ile
durumlara/kesitlere yer verir.
Ölmeye Yatmak - Zaman
Kurgu ile ilgili anlatımlarda
da görüldüğü gibi bu romanda esas olarak iki ayrı zaman söz konusudur:
Hâlihazır/şimdiki zaman ve art zaman/geçmiş. Bunlardan birincisi/hâlihazır, ana
bölümlerde sosyoloji doçenti olarak karşımıza çıkan Aysel Dereli’nin bir otele
gelerek ölmeye yatması ile son noktada ölmekten vazgeçerek otelden ayrılması
arasında geçen/akan süreyi işaret eder. Bu süre, son derece kısadır: Bir saat
yirmi yedi dakika. Bu kısa sürenin saat cinsinden başlangıç noktası, yedi yirmi
ikidir. Birinci bölümünün sağ üst köşesinde yer alan şu ibare/ya da saat bunu
açıkça gösterir: “Saat 07.22”(s.5). Birinci bölümün sağ üst
köşesinde gördüğümüz bu ibare, her bölüm başında akış hâlindeki zamanı verecek
şekilde değişir. Örneklemek gerekirse, bu ibare, ikinci bölümde yedi yirmi
sekiz; üçüncü bölümde yedi otuz altı; dördüncü bölümde yedi kırk iki; beşinci
bölümde yedi elli beş olur. Bu durum, son bölüme kadar değişerek devam eder. On
üçüncü bölümde ise sürenin son noktasını görürüz: “Saat 08. 49”(s.311). İşte ilkiyle birlikte bu son
işaret, bize otel odasında geçen bir saat yirmi yedi dakikalık süreyi gösterir.
Bu süre aslında Aysel’in iç
konuşmalarında da yaklaşık olarak dışa yansır. Bu yansımanın ilk parçasını
romanın başında görüyoruz: “Bakmadım
ama, saat yedi buçuk falandır. Aşağıda otele kaydımı yapan delikanlıdan duydum
sanıyorum.”(s.5)
Aysel bunu “Saat 07.22” ibaresinin yer aldığı sayfada
söyler. Bunu başka bir yerde şu cümle ile destekler: “Zaten sabah saat sekize doğru ölmeye yatacağımı da
bilmiyordum.”(s.40)
Sabah sekizden önce otele gelerek ölmeye yatan Aysel, “Saat 08.31” ibaresinin yer aldığı dokuzuncu bölümde artık zamanı merak
eder ve çantasının içindeki saate bakar: “Sekizi
on geçiyor. Sabah mı, akşam mı? Durmuş mu yoksa? Kulağımı dayıyorum. Saatin
yüreğini dinliyorum. Durmuş. Evet.”(s.227) Romanın son kısmında ise Aysel,
başta ifade ettiğimiz süreyi yine yaklaşık olarak duyurur. Ama bu duyuruyu bu
sefer telefonda görüştüğü arkadaşından öğrenerek yapar: “Matbaadan çıkıp, bir sabahı yürüyüp bu odaya gireli
sadece iki saat kadar olmuş. Zamanı, Aydın’dan öğrendim.”(s.312) Bu iki saatlik süreye Aysel,
dikkat edilirse otel dışındaki yürümeyi de katar. Bu fazlalığı hesaba katmazsak
sürenin, bölümlerin sağ üst köşesinde ifade edilen toplam süre ile aynı
olduğunu görürüz.
Bu kısa sürede Aysel, bize
büyük oranda hâl içindeki durumunu/psikoloj isini aktarır. Ancak o, bunun
yanında zaman zaman hatırlamalar ve çağrışımlar yoluyla da geriye döner.
Böylece romanın dokusuna ikinci bir zaman düzlemi/art zaman katılmış olur.
Biraz sonra üzerinde duracağımız asıl art zamandan farklı olan bu zaman düzlemi
hâlden yaklaşık olarak üç ay öncesine kadar uzanır. Okuyucu bu düzlemde yine
ölmeye yatan Aysel’in son üç ay zarfında yaşadıklarını okur.
Hâlde akan bu kısa süre ile bu
süre içine yerleşen üç aylık art zaman düzleminin hangi tarih içine düştüğünü
romanda açıkça görürüz. Aysel, bunu otel odasında sabaha doğru yolda
gördüklerini anlatırken ifade eder: “Bitirilmiş mezar taşlarından birinin
üstünü okudum: Celal oğlu Timur Yurdaer-1943-1968. Küçücük bir mezar taşıydı
zaten. Yirmi dört yaşında ölenin başına dikilecek. Celal Bey bugün gelip alır
onu.”(s.40) İşaret ettiğimiz gibi Aysel henüz dikilmemiş bu mezar taşını otele
gelirken yolda görür. Bu da bize içinde bulunulan tarihin 1968 yılı olduğunu
gösterir. Bu tarih, muhtelif sayfalarda sosyal zamana yapılan atıflarla da
uyumluluk içindedir. Mesela altmış sekiz kuşağı ile ilgili göndermeler
/işaretler bunu teyit eder.
Romanın ilk zaman düzlemiyle
ilgili bu anlatımları toparlayacak olursak kısaca şunları söyleyebiliriz:
Aysel, 1968 yılının “puslu
Nisan sabahı”nın(s.317) yedi yirmi ikisinde otele gelir ve burada bir saat yirmi
yedi dakika kaldıktan sonra sekiz kırk dokuzda otelden çıkar. Bu süre zarfında
bize yoğun olarak kendi iç dünyasını sunar. Bunun yanında zaman zaman geriye
döner ve geçmişte yaşadığı bazı hadiseleri aktarır.
Zaman meselesini ele almaya
başlarken işaret ettiğimiz ikinci düzleme/geçmiş zamana gelince: Başlıklı ara
bölümlerdeki olayları/durumları bünyesinde taşıyan bu zaman düzlemi son derece
uzundur. Bunun başlangıç noktası 1938 yılıdır. Dündar Öğretmen’in yıl sonu
mezuniyet törenindeki konuşması bunu açıkça gösterir:
“Okulumuz, büyüklerimizin
izinde aylardır bu büyük, bu manalı güne hazırlandı. İlk mezunlarımızı
verdiğimiz şu günlerde, üçüncü ve dördüncü sınıftaki arkadaşlarının da
katılmasıyle, irfan ordumuzda yerlerini almış bulunan öğrencilerimizle sizlere
bu müsamereyi hazırladık. Biz, bu müsamereyi Cumhuriyetimizin 13. ve 14.
yıldönümlerinde de yapmayı çok istemiştik. Geçirdiğimiz 23 Nisan ve 19 Mayıs
Bayramlarımızda yapalım dedik. Kısmet bugüneymiş .”(s.14)
Bu
alıntı, bize başlıklı ara bölümlerdeki/ana gövdedeki olayların/durumların asıl
başlangıç noktasının 1938 yılı olduğunu gösterir. Atatürk’ün ölüm yılını işaretleyen bu
başlangıcın sonu ise “60 Devrimi ”nin(s. 3 09) kısa bir süre sonrasıdır:
“Devrim sabahı Aysel, Atatürk Bulvarı’na fırlayıp subaylara gülücükler ve üç
kilo pasta dağıttı.”(s.309) Bu cümle, ana gövdeyi meydana getiren kısmın son
sayfasında yer alır. Buna göre bu noktada şunu söyleyebiliriz: Ana gövdedeki
zamanın uzunluğu, yaklaşık olarak yirmi iki yıldır. Kurgu meselesini ele
alırken işaret ettiğimiz yaşantıları üzerinde taşıyan bu yirmi iki yılı,
romanda adım adım izleriz. Anlatılanların hangi yılda, ayda ve günde
yaşandığını yazar, ya direkt olarak ya sosyal zamana göndermeler yaparak ya da
başka yollara başvurarak duyurur. Mesela ayrı yerlerden cümle seviyesinde
yaptığımız şu alıntılar, bize hangi tarihten/veya tarihlerden geçmekte
olduğumuzu açıkça gösterirler:
“Hatay hür olmuştur. Hatay Millet Meclisi ertesi gün
toplanacaktır.”(s.24) “Ne zamandan beri harp olacakmış diyorlardı. Neyse,
olmayacakmış. Bugün tarih hocamız söyledi.'”(s.34) “Hem Ulu Önder’imizin ölümüne,
hem kendi kaderime. Orada, okulda olsaydım, ben de herkesle birlikte
ağlardım.”(s.50) “Gerçi patlayan bu harp büyüklerimizin sayesinde, bize hiç
ulaşamazmış.' (s.63) “Hem Ulu Önder’imizin ölümünün birinci senesi.”(s.70)
“İkinci Amerikan atom bombası 250 bin nüfuslu Japon hava üssü Nagasaki’de
patlatılmıştır. Yirmi dört saate varmadan da Japonlar teslim olmuşlardır. Dünya
savaşı son bulmuştur.”(s.266) “8 Ocakta DP’nin ilk büyük kongresi
açıldı.”(s.288) “Çok geçmedi. DP kahir
ekseriyetle iktidarı aldı.”(s.308)
‘Hatay’ın hür olması’,
‘Atatürk’ün ölmesi’, ‘İkinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesi’, ‘Ulu Önder’in
ölümünün birinci senesini doldurması’, ‘atom bombasının ardından savaşın sona
ermesi’ ve ‘ilk büyük kongresinden sonra DP’nin seçimleri kazanarak iktidarı
alması’... Örnek olması bakımından aldığımız bu alıntılarda/cümlelerde
karşımıza çıkan göndermeler, hiç şüphe yok ki bize geçilmekte olan yılları
açıkça duyururlar. Bunun yanında romanda yer alan başka işaretler ise hem söz
konusu kişiler etrafında gelişen olayların/durumların hangi günlerde ve aylarda
yaşandığını hem de bu olaylar arasında zaman bakımından ne kadarlık
boşlukların/atlamaların olduğunu da gösterirler. Romanda muhtelif sayfalarda
karşımıza çıkan bu ve benzeri işaretler, bize söz konusu hususu açıkça
gösterirler: ‘okuldan çıkınca’, ‘ertesi sabah’, ‘iki gün sonra’, ‘dün’, ‘Ocak
ayının bir Pazar günü’, ‘geçen yıldan bu yana’, ‘yazın son günleri’, ‘yeni
yılın ilk günü’, ‘hava karardıktan epey sonra’, ‘öğleden sonra’, ‘bugün”, ‘üç
gün sonra’, ‘ertesi gün öğle tatilinde’ ve benzeri.
Çeşitli yönleriyle üzerinde
durduğumuz bu zaman düzlemi, görüldüğü gibi 1938 yılından hareket ediyor; adım
adım belli tarihlerden geçiyor ve 27 Mayıs’ın biraz sonrasında kesintiye
uğruyor. Kesintiye uğrayan bu tarihe kadar okuyucu hem devrin siyasal,
toplumsal ve ekonomik gelişmelerini hem de eski ve yeni kuşağın rejim
karşısındaki durumunu izliyor.
Bununla birlikte burada ilk ve
ikinci zaman düzlemleri ile olarak şu noktayı da eklemek gerekiyor: Art zaman düzlemi,
her ne kadar 1938 yılından hareket ediyor ve 27 Mayıs’ın kısa bir süre
sonrasında kesintiye uğruyor ise de bu zaman düzlemi, sonuç olarak ana
bölümlerde karşımıza çıkan zamana/hâle bağlıdır. Bu itibarla burada romanın
1938 yılından 1968 yılına kadar olan zamanı bünyesinde taşıdığını
söyleyebiliriz. Ancak bunu söylerken şu noktayı da gözden ırak etmiyoruz: İlk
zaman düzleminin kesintiye uğradığı nokta ile ikinci zaman düzleminin başladığı
nokta arasında yaklaşık olarak sekiz yıllık bir boşluk doğuyor. Araya giren bu
zamanı yazar, romanda hiçbir surette anlatmıyor. Zamanın kesintiye uğradığı
noktadan direkt olarak başka noktaya atlıyor.
Ölmeye Yatmak - Mekân
Bu iki zaman düzlemi, esas olarak
romanın mekân unsurunu da belirler. Bu itibarla romanın mekân unsurunu söz konusu
zaman düzlemleri ekseninde ele almak yerinde olacaktır.
Ölmeye
Yatmak
romanının ilk zaman düzleminde okuyucu, ilk andan son ana kadar dar/kapalı bir
mekânla karşı karşıya gelir. Bu mekân, adı belirtilmeyen bir otelin on altıncı
katında yer alan bir otel odasıdır. Romanı okumaya başladığımız ilk satırlarda
bunu açıkça görürüz: “Asansörle
tam on altı kat çıktık. On altıncı katta indik. Bana odayı gösterecek oğlanın
peşinden yürüyorum. Kısa bir koridor geçti. Bir odanın önünde durdu. Ben de
durdum. Kapıyı açtı, içeri girdik.”(s. 5) İşte Aysel’in iç konuşmalarından tanımaya başladığımız bu
oda, dar zaman düzleminin kapalı mekânıdır. Bu mekân, Aysel’in ölmeye
yatmasıyla kalkması arasındaki sürede esastır; değişmez.
Aysel’in
ölmeye yattığı bu otel odasını romanda bütün ayrıntılarıyla göremeyiz. Bu oda
ancak ana hatlarıyla karşımıza çıkar; o kadar. Bunu, romanın muhtelif
sayfalarında açıkça görürüz. Mesela romanın ilk sayfalarında yer alan şu
cümleler odaya ilişkin ilk görüntüleri sunarlar: “Perdeler sıkı sıkıya kapalı. [...]. Bütün ışıkları
söndürdüm.”(s.5) Bu
iki cümle bize odanın perdelerle sıkı sıkıya kapalı ve karanlık olduğunu
gösterir. İlerleyen sayfalarda ise bu odayı biraz daha yakından tanır gibiyiz;
ancak bu tanıma yine genel esasa bağlıdır: “[K]oyu yeşil perdeli, alçak yuvarlak masalı, kareleri
renk renk bir battaniyenin üstünde karman çorman durduğu bir yatağı olan,
yatağın baş ucunda da bir telefonuyla tahta oturaklı bir gece lambası bulunan
yarı aydınlık bir oda”(s.271) İşte romanın kapalı mekânını dikkate sunan cümleler
bunlardan ibarettir. Bunların dışında fazla bir şeye tesadüf etmeyiz.
Hususiyetlerini
çok az tanıdığımız bu oda ya da geniş anlamıyla bu otel nerededir? Hangi kentin
hangi ilçesindedir? Romanda bu otelin Ankara’da olduğunu öğreniriz. Bunu, Aysel
açıkça ortaya koyar: “Şimdi
kalksam, koyu yeşil perdeleri ardına dek sıyırsam, çıplak gövdemin önüne
serilmiş Başkent’i göreceğim.”(s.97) Bu cümle otelin Ankara’da olduğunu gösterir; ancak
muhitini ve adını vermez. Bu belirsizlik, Aysel’in şu konuşmasında daha açık
bir şekilde görülür: “Nereye
bakıyor bu Brezilyalı pencere? Kaleye mi? Gençlik Parkı’na mı? Bir uçtan
epoletli Çankaya’ya, öte uçtan eski, soylu ve ucuz Etlik’e mi? Cebeci
Mezarlığı’na mı yoksa? Yoksa, Nil Bar’a mı? Belki de Roma Hamamı’na. Hangi otel bu?’’
Anlatımlardan
da anlaşılacağı gibi bu zaman düzleminde mekân çok önemli yer işgal etmez. Buna
karşı romanın ikinci zaman düzleminde ise bu yapının büyük oranda değiştiğini
görürüz. Her şeyden önce bu düzlemde mekân öncekinin aksine sabit olma
hususiyetini kaybeder. Buna bağlı olarak da kapalı ve açık mekânlarda sayı
bakımından ciddi bir artış meydana gelir. Az önceki ayırımdan yola çıkarak
bunların dökümünü şu şekilde verebiliriz. Kapalı mekânlar: “[E]ski Ermeni evinden bozma bir okul”(s.6), İstanbul
Galatasaray Lisesi(s.31), “Etnoğrafya Müzesi”(s.52), “Kutlu Lokantası”(s.52),
“Ankara Palas ile Kapriç Şehir Lokantası”(s.53), Hergele Meydanı’ndaki “eski
ahşap otel”(s.80), “Erkek Sanat Okulu”(s.80), “Büyükada’daki Tilla
Pastanesi”(s.99), “Bursa Askeri Lisesi”(s.112), “Gazi Lisesi”(s.171), Aysel’in öğrencisi “Engin’in odası”(s.196), “Bursa Hüsnügüzel Kaplıcaları”(s.267) ve benzeri. Bir kısmının
adlarını verdiğimiz bu mekânların birkaçı -mesela çocukların ilk öğrenimlerine
başladıkları okul, Ali’nin kaldığı otel ve özellikle Engin’in odası- hariç
romanda neredeyse sadece ismen geçerler. Bunların uzun boylu tasvirleri ile
insanla münasebetleri hemen hemen yok gibidir.
Kapalı
mekânlarda ismen müşahede ettiğimiz bu yoğunluğu, benzer şekilde açık
mekânlarda da gözlemleriz. Bu mekânlar, öncekinde olduğu gibi sadece olaylara
sahne olma işleviyle karşımıza çıkarlar. Bunlarda da tasvir ve benzeri
hususlar, söz konusu değildir. İleride görüleceği gibi yazar açık mekânları
sadece ismen anar. Bu anışta özellikle Ankara’yı semtleri, mahalleleri,
meydanları, sokakları, caddeleri ile baştan sona dolaşır; hemen her noktaya
girer ve çıkarız. Bu nokta, son derece dikkat çekicidir. Romanın muhtelif
sayfalarından yaptığımız bu seçme, işaret ettiğimiz noktayı açıkça teyit eder: “Cebeci’de, Tıp Fakültesi Hastanesi’ne çıkan yokuşun
üstü”(s.39), “Sıhhiye’de, tren üstgeçidinin altı”(s.40), “Gazi Çiftliği”(s.44),
“Mezar taşçılarının orada”(s.59), “Ulus Meydanı”(s.60), “Işıklar Caddesi”,
İsmetpaşa Mahallesi”(s.62), “Hergele Meydanı”(s.80), “Posta Caddesi”(s.119),
İsmat İnönü Caddesi üstü”(s.135), “Yenişehir Pazarı”(s.167), Atatürk
Caddesi(s.204), “Gençlik Parkı”(s.225), “Dil Tarih’in arkası”(s.236),
“Hacettepe Parkı”(s.259) ve benzeri. Bu örneklemeleri burada daha da arttırmak
mümkündür. Ancak örnekleri arttırmak işaret ettiğimiz gerçeği değiştirmez;
aksine onu daha da güçlendirir.
Çeşitli
yönleriyle üzerinde durduğumuz açık ve kapalı mekânların geniş anlamdaki
coğrafyasını ise şu şekilde sıralayabiliriz: Ankara, İstanbul, Bursa, Paris,
Adapazarı. Daha önceki anlatımlardan da anlaşılacağı gibi bunlardan Ankara,
esas olan mekândır. Romandaki yaşantıların büyük kısmı bu ilde cereyan eder.
Ölmeye Yatmak - Anlatıcı ve Anlatım Teknikleri
Anlatma
esasına dayalı türlerden romanın en temel unsurlarından biri, hiç şüphe yok ki
anlatıcı ve anlatım tekniğidir. Ölmeye Yatmak, anlatıcı ve anlatım tekniği bakımından son derece zengin
bir romandır. Anlatıcı ve anlatım tekniğine ilişkin şu sıralama söz konusu
hususu açıkça gösterir: Yazar anlatıcı, iç konuşma, bilinç akışı, hatıra/anı,
mektup ve montaj tekniği. Baştan beri üzerinde durduğumuz tüm unsurlarının
okuyucuya ulaşmasını sağlayan bu vasıtalar, romanda belli seviyelerde görev
üstlenirler.
Anlatım
noktasında ilk sırayı yazar anlatıcı işgal eder. Yazar anlatıcı, romanda
başlıklı ara bölümlerde karşımıza çıkar ve romanın yaklaşık beşte birlik
kısmını takdim eder. Bu takdimde onda genel olarak şu özellikler belirir: Görev
üstlendiği kısımlarda zaman zaman geriye döner ve geçmişte yaşanan durumları
aktarır. Bu noktada o, büyük oranda klasik anlatıcı figürü gibidir. İstediği an
geriye döner ve gerekli olan bilgileri romanın dokusuna katar. Öğrencilerin
müsamerelerinin anlatıldığı ilk kısımlardan yaptığımız şu alıntı bunu örnekler:
“Aysel’e yakası kürklü bir manto
bulunamamıştı. Bulunan, Ertürk’ün ninesi Zişan Hanım’ın gelinliğinden kalma,
parlak siyah kadife bir mantoydu. Ama Zişan Hanım o sıralar bir yetmiş boyunda,
doksan iki kilo ağırlığındaymış. İşte bu pürtüklü kadife manto, Aysel’in
üstünde bütün hoşgörülere karşı direndiği için, yeniden bohçalanıp Zişan
Hanım’ın sandığına kalktı.”(s.18)
Geçmişe
dönerek gerekli aktarmalarda bulunan yazar anlatıcı, aynı zamanda akış
hâlindeki zamana yoğun bir biçimde odaklanır ve bu düzlemde cereyan eden tüm
olayları/durumları aktarır. Bu aktarmada okuyucu görmeye, işitmeye ve koklamaya
ilişkin durumları ayrıntılı bir şekilde izler. Ayrı sayfalardan aldığımız şu
iki parça, işaret ettiğimiz durumu örnekler:
“Perdenin gerisinde çocuklar itişip
kakışıyorlardı. Toz, yağ, sirke, sidik ve bitotu karışımı bir koku. Okulun her
günkü alışılmış kokusunun az daha yoğunu.” [...] “Derken, bordo keten perdenin
ardında bir kıpırdanma. Sonra bir sessizlik. Bir ara Öğretmen Dündar’ın maşalanmış
saçları perdenin aralığından püskürdü. Bir kolu, birini itti. Öteki kolu,
aralık perdeyi birleştirdi. Yeni bir sessizlik. Perdenin alt ucu da kısa
kalmıştı. Bu yüzden Öğretmen Dündar’ın ordan oraya koşan kahverengi-beyaz
papuçları izlenebiliyordu. Çocukların, sarı, siyah, lastik, kösele, potin,
kundura; eski-yeni; birbirini tutmaz papuçları da...”(s.6-11)
İşaret
ettiğimiz durumu örnekleyen bu parçada da görüldüğü gibi yazar anlatıcı salonu
sadece görme, işitme ve koklama duyularıyla müşahede etmiş ve bunları direkt
olarak yansıtmıştır. Bu yansıtmada o, kendi duygu ve düşüncelerine yer
vermemiş; yorumlara girmemiştir. Sadece olaylan/durumlan yalın bir biçimde aks
ettirmiştir. Alıntıda gördüğümüz bu özelliği/tavrı yazar anlatıcı aynı zamanda
romanın bütününde de büyük oranda muhafaza eder. Geneli dikkate aldığımızda o,
gerçekten de çok az yerde duygu ve düşüncelerine yer verir; aktardığı
olayları/durumları yorumlar. Bu, onun en belirgin özelliğidir.
Bu
özelliklerin yanında yazar anlatıcı ayrıca hâl ve hareketlerini adım adım
izlediği kahramanların iç dünyalarına girer ve bunların dünyalarında geçenleri
takdim eder. Bunları genellikle ‘içinden düşündü’, ‘aklından geçirdi’, ‘diyecek
oldu’, ‘dedi içinden’ gibi ibarelerle yapar. Mesela şu kısa alıntı bu duruma
iyi bir örnektir: “Hem de, dedi içinden,
Salim Efendi’yle bu sefer de Şakir’in uğraştığını, hesaplarını kontrol etsinler
diye el altından hükümet adamlarına haberler saldığını, istidalar yolladığını
da söyleyeceğim İlhan abiye.”(s. 123-124)
Bu romanda
yazar anlatıcının yanında gördüğümüz ikinci bir vasıta iç konuşma yöntemidir. Romanda
bu yöntem şu bölümlerde uygulanır: Numaralı ana bölümler ve başlıklı ara
bölümler. Bu bölümleri ayrı ayrı ele alarak uygulamaları kısaca gözden geçirmek
gerekirse, numaralı ana bölümlerde ilk andan son ana kadar iç konuşmalarıyla
merkezde
olan kişi romanın baş kahramanı Aysel’dir. Bu bölümlerde Aysel, normal iç
konuşmalarda olduğu gibi bilincini/zihnini okuyucuya açar ve konuşma diline
yakın bir üslupla hem hâl içindeki psikolojisini/durumunu hem de bu
psikolojinin anlaşılmasına katkı sağlayan yakın geçmiş yaşantılarını sunar. Bu
sunumda onun son derece yoğun bir zihni faaliyet içerisinde olduğunu; sürekli
olarak kendi kendisiyle hesaplaştığını ve peşi sıra sorular sorduğunu görürüz.
Numaralı bölümlerden aldığımız şu alıntı, işaret ettiğimiz kimi özellikleri
örnekler mahiyettedir:
“Sanırım biraz uyudum. Titremem geçmiş.
Tabanlarım yanıyor. Ne kadar uyudum acaba? Yoksa hiç uyumadım mı? Saate
bakmamakta direniyorum. [...].
Peki ama, ne oldu? Öğrencim gitti.
Bütün gece çalıştım. Bütün gece çalıştıktan sonra evden çıktım. Neden çıktım?
Yolunda giden bir evlilik. Yıllar sonra yatakta birbirine hâlâ istekle sarılan
iki kafa dengi. Evliliğin bir tanımı varsa, en yalını bu olmalı. İki kişiyle
bütün bir dünya kurulamayacağını da bilen üstelik. Neden çıktım evden? Matbaada işçilik eden bir öğrencimle
yattım. Ama çok önceydi bu.”
(s.91)
İç konuşmayı
izleyen önemli bir anlatım tekniği de hatıradır. Ölmeye Yatmak’ta kırk bir sayfa tutarında üç
ayrı hatıra defteri karşımıza çıkar. Bu defterlerin üçü de bir kaymakamın oğlu
olan Aydın Alpdemir adlı bir öğrenciye aittir. Bu öğrencinin defterleri romanda
beş ayrı bölüm içine yerleştirilmiştir
Hatıra
defterlerinin yanında bu romanda karşımıza çıkan başka bir anlatım tekniği de
montajdır. Başkalarına ait hazır bir metni veya herhangi bir parçayı roman
dokusuna kalıp hâlinde katmak şeklinde tanımlanan bu teknik, Türk ve dünya
romanlarında sıkça karşımıza çıkmaktadır. Adalet Ağaoğlu, Ölmeye Yatmak’ta “roman kahramanı Doçent
Aysel’in çocukluk ve gençlik yıllarını Cumhuriyetin ilk kuşağının çocukluk ve
gençlik yılları olarak işlerken o dönemi canlandırmak için montaj tekniğinden
ustaca yararlanır.” Roman kahramanlarının geçtikleri süreci tarihsel
boyutlarıyla inandırıcı bir biçimde vermek amacında olan yazar, yoğun olarak
Ulus gazetesine dayanır ve bu gazeteden direkt veya dolaylı alıntılar yapar.
Romanın yaklaşık otuz sayfalık kısmını oluşturan bu alıntıların ilki, işaret
edildiği gibi direkttir. Haber, ilan, reklam ve benzeri metin parçası herhangi
bir müdahaleye uğramadan olduğu gibi montajlanır. Mesela Kızılay Cemiyeti’nin
şu ilanı, işaret ettiğimiz hususu örnekler mahiyettedir: “Cemiyetimiz tarafından harp, kıtlık, muhaceret ve
emsali ahvalde zuhuru muhtemel olan hastalıklarla yapılacak mücadelelerde ve
bilhassa seferberlik esnasında hastanelerde Kızılay hemşirelerine yardımcı
sıfatıyla çalıştırılmak üzere Ankara Numune Hastanesi’nde kurs
açılacaktır.”(s.73)
Ölmeye
Yatmak’ta
ayrıca mektup tekniğinin de önemli bir yere sahip olduğunu görüyoruz. Bunun
kanıtı numaralı ana bölümler içindeki başlıklı ara bölümlere yerleştirilen -
IlI/bir adet, IV/iki adet, Vl/bir adet, VlII/bir adet, IX/altı adet, XI/bir
adet- mektuplardır. Bu bölümlerde sırasıyla Semiha, Aysel, Behire, Ertürk, Emin
Efendi, Namık ve Aydın tarafından kaleme alınmış/veya aldırılmış on iki
mektupla karşılaşırız. Bunlardan on tanesi arkadaşlık; iki tanesi ise iş
ilişkileri ekseninde yazılmıştır. Arkadaşlık ilişkileri ekseninde yazılmış
olanlar, bir zamanlar aynı okulda öğrenim görmüş, birbirleriyle belli
seviyelerde münasebetleri olmuş öğrencilerden Semiha, Aysel, Behire, Ertürk,
Namık ve Aydın'a; iş ilişkileri ekseninde yazılmış olanlar ise aynı zamanda
hemşehri olan Emin Efendi ile Salim Efendi'ye aittirler. Söz konusu kişilere
ait olan bu mektuplar romanda yirmi iki sayfalık bir alanı kaplarlar ki, bu da
yukarıda belirttiğimiz hususu teyit eder.
Bütün bu
anlatımlarda da görüldüğü gibi bu romanda yazar geleneksel metinlerde karşımıza
çıkan yazar anlatıcının yanında çok çeşitli anlatım tekniklerine de başvurmuş
ve bunlardan belirli ölçülerde yararlanmıştır. Bunda ana gaye hiç şüphe yok ki
bireyi ve onun merkezde olduğu bir süreci en inandırıcı biçimi ile dikkatlere
sunabilmektir. Bunu gerçekleştirmek arzusunda olan yazar, romanda bilinçli
olarak hem yazar anlatıcıya hem de diğer anlatım tekniklerine başvurur ve
böylece bir süreci farklı merceklerden aks ettirir.