Ölmeye Yatmak – Tahlili - Edebiyat Araştırmaları
Son Başlıklar
Loading...

2 Eylül 2020 Çarşamba

Ölmeye Yatmak – Tahlili


Edebiyat dünyasına girdikten sonra uzun süre tiyatro türünde eser veren Adalet Ağaoğlu, yetmişli yılların başlarında roman türüne yönelir ve yaklaşık üç yıllık bir çabanın sonunda ilk romanı Ölmeye Yatmak’’ı yayımlar. Kimi eleştirmenin başarılı kimi eleştirmenin de başarısız bulduğu  bu ilk denemede Adalet Ağaoğlu, bir süreci -1930 ila 1968 yılları arasını-  merkeze alır ve özellikle “Batıcı Cumhuriyet ideolojisinin temellendirilmeye çalışıldığı yıllarda eğitim görmüş, bu ideoloji ile getirilmek istenen dönüşümler karşısında köylü ya da küçük kasabalı ailelerin geleneksel yaşam üsluplarını değiştirmemekte direnmelerinden doğan çelişkileri yaşamış bir kuşağın” romanını verir.

Ölmeye Yatmak - Kurgu


Bir kuşağın romanını veren Ölmeye Yatmak, Adalet Ağaoğlu’nun en hacimli -üç yüz on altı sayfa- romanıdır. Roman, romen rakamıyla işaretli on üç ana bölümle bu bölümlere yerleştirilmiş başlıklı yirmi üç ara bölümden meydana gelir. Bunlardan ilki hâlihazır/şimdiki zaman; ikincisi ise art zaman/geçmiş zaman üzerine kurulmuşlardır. Bu husus, söz konusu bölümlerde açık bir biçimde görülür. Romen rakamıyla işaretli ana bölümlerde okuyucu, romanın baş kahramanı ve sosyoloji doçenti Aysel Dereli’nin bir otel odasına gelerek ölmeye yatmasıyla birlikte başlayan hesaplaşma sürecini izler. Bu hesaplaşma sürecini burada başlangıcı ile sonunu dikkate alarak şu şekilde ifade edebiliriz: Bir üniversitede öğretim üyesi olan Aysel, özgürleşme adına birkaç ay önce öğrencisi Engin’le yasak bir ilişkiye girer. Aysel, özgür bir kadın olduğunu ispat etmek için böyle bir ilişkiye girer girmesine ama bu ilişki, onu aynı zamanda içinden çıkılmaz birtakım çatışmaların da içine sürükler. Zamanla daha da yoğunluk kazanan bu çatışmalar, onu kaçınılmaz sona götürür ve 1968 Nisan’ında sabah erken saatlerde karışık bir zihinle evden çıkarak bir otele gelir. Bir oda kiralar ve bu odada çırılçıplak soyunarak ölmeye yatar. Bu yatışla birlikte Aysel, kendi kimliğini bütünleyen tüm tarihiyle amansız bir mücadeleye girerek hesaplaşmaya başlar. Bir saat yirmi yedi dakika süren bu hesaplaşma sonunda ise, özgür birey/kendi olma bilinci ve kararlılığıyla ölmeye yattığı yataktan kalkar; yıkanır; giyinir ve tekrar dış dünyaya döner.

Bu anlatımlar gösteriyor ki, romanın yaklaşık dörtte birlik kısmını oluşturan bu bölümlerde klasik metinlerde görülen tarzda izlenebilir veya hareket üzerine kurulu belli bir olay yoktur. Bunun aksine burada aydın bir kadının, Aysel’in hesaplaşmaları söz konusudur. Okuyucu, ilk andan son âna kadar bu hesaplaşmalar ve ara ara dikkate yansıyan birkaç ay öncesine ait yaşantıları okur. Bu okumalarda bir öğe, kendini iyiden iyiye hissettirir: Merak. Bu, daha ilk sayfalarda beliren bir öğedir: “Köşedeki yatağı açtım. Çırılçıplak içine girdim; ölmeye yattım. [...]. Ölüm bazan o denli çabuk gelmiyor. Ölümle savaşmak gerekiyor.” (s.5) Ölüm veya intiharla birlikte kendini hissettiren bu öğe, ilerleyen sayfalarda aynı çerçevede giderek daha güçlü hâle geliyor: “Ölmüş olduğum kimsenin aklına gelmez. Sekreter belki eve telefon eder. sonra, daha sonraki günler ne olur? Hiç öğrenemeyeceğim nasıl olsa? Burada yatıyorum işte. Ölümün tamamlanmasını bekliyorum.”(s.21) Ana bölümlere egemen olan bu öğe, hâliyle okuyucuyu peşine takar: Gerçekten de Aysel, söylediği gibi kendini öldürecek veya intihar edecek mi? O, bunu ancak romanın son sayfasına geldiğinde öğrenebilir. Bu, şüphe yok ki okuyucunun ilgisini artıran bir öğedir ve onu ilk andan son âna kadar metne ram eder.

Merak öğesinin egemen olduğu bölümleri takip eden başlıklı yirmi üç ara bölümde ise romanın ana gövdesi yer alır. Art zaman üzerine kurulu bu ana gövde, esas olarak iki çizgide gelişen olaylarla/durumlarla vücut bulur. Bunların ilkinde okuyucu, Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinin siyasal, toplumsal, ekonomik ve kültürel alanlardaki gelişmeleri ve çarpıklıklarını izler. Milli Şefle Menderes dönemlerini içine alan bu çizgide kısaca şu olaylar/durumlar yer alır: İnönü’nün iktidarda olduğu yıllarda dış dünyada II. Dünya Savaşı bütün şiddetiyle sürmektedir. Türkiye, savaşa hiçbir surette katılmak istememektedir. Tarafsızlık ilkesiyle kendi geleceğini tayin etmeye çalışmaktadır. Ancak sürmekte olan savaş, ülkeyi ekonomik bakımdan ciddi bir biçimde etkilemektedir. Bu savaşın yansımaları ile ülke yöneticilerinin uygulamaları aynı zamanda halkı perişan hâle sürüklemektedir. Ülkede ekmek, un, şeker, gaz gibi temel ihtiyaçlar bulunamamaktadır. Halk, karneye bağlanmış olan bu ihtiyaçları güç bela elde edebilmektedir. Bu manzaraya karşın küçük bir kesim son derece rahat bir biçimde yaşamaktadır. Temel ihtiyaçların sağlanamadığı bu sıralarda ayrıcalıklı kesim, yurt dışından gelen kumaşlarla elbiseler diktirebilmekte; her tür temel gıda ihtiyacını karşılayabilmekte; lüks mekânlarda eğlenebilmektedir. Bunlarla birlikte savaş şartlarından yararlanmaya kalkan kişiler ceplerini doldurmaktadırlar. Bazı kötü niyetli yetkililerle temasa geçen bu kişiler, temel ihtiyaçları tek elde toplamakta; karaborsa yoluyla büyük vurgunlar yapmaktadırlar. Çok etkili olmasa da hükümet, bunlarla mücadele etmektedir. Hem bu köşe dönücülere, hem de varlık vergisi ödemeyen mükelleflere bazı cezalar uygulamaktadır. Bunları, Aşkale’ye sürgüne göndermektedir.

Milli Şef Dönemini takip eden Demokrat Parti yılları ile 27 Mayıs süreci ise, bu çizgide son derece kısa bir biçimde verilir. “Demokrat Parti’nin iktidar yılları, 27 Mayıs ihtilali, Adalet Partisi’nin kuruluşu ve seçimi kazanması, C.H.P.’nin yönetimini anlatan bölümler kadar”  ayrıntılı değildir.

Bu ilk çizgi, açıkça görüldüğü gibi panoramiktir. Bu çizgide yazar, bir sürecin panoramasını eleştirel bir dille dikkate sunar. Ana gövdede yer alan ikinci çizgide ise, esas olan noktalara yani bu süreçten geçen eski ve yeni kuşaklara yönelir. Böylece bir tarafta eski kuşağın yeni rejim karşısındaki bocalamaları ve çelişkilerini öte tarafta ise Cumhuriyetin ilk yıllarında dünyaya gelen yeni kuşağın aile, çevre ve özellikle eğitim sürecinde yaşadıklarını sunar. Eski kuşağın dramının da izlendiği bu çizgide yazar, hiç şüphe yok ki tüm dikkatini yeni kuşağın inşa sürecine çevirir ve Cumhuriyet ideolojisinin kendi kuşağını nasıl yarattığını sunar. Bu sunumu farklı kültür tabakalarına mensup çocukları, ilk öğrenimlerinden yüksek öğrenimlerine kadarki süreci aşama aşama takip ederek yapar: Köye ve kente mensup zengin-fakir aile çocuklarından Aysel, Ali, Aydın, Sevil, Ertürk, Namık, Hasip... Ankara’ya yakın bir ilçede öğrenim hayatlarına başlarlar. Öğrenim hayatlarının ilk basamağında bu çocuklar yeni rejimin gerekleri doğrultusunda idealistçe yetiştirilmeye çalışılırlar. Bir müddet sonra da bu okuldan mezun olurlar ve çeşitli okullara dağılırlar.

Bunlardan bir üst okula gitmek, öğrenimini sürdürmek isteyen Aysel, öğrenim hayatının hemen her aşamasında ailesi tarafından engellenir. Ancak o, önüne çıkarılan her engeli çeşitli şekillerde aşarak orta okulu, liseyi ve üniversiteyi tamamlar. Bu süreçte bir ara eğitim amacıyla Paris’e de giden Aysel, sonunda Cumhuriyet ideolojisinin istediği gibi aydın bir Türk kadını olarak bir üniversitede öğretim üyesi olarak göreve başlar. Ancak o, daha önce de işaret edildiği gibi iç dünyasında birtakım çelişkileri derinden yaşamaya başlar. Bunun üzerine kendi tarihiyle hesaplaşmak üzere bir otelde ölmeye yatar. Maddi imkânsızlıklar içerisinde ilkokulu tamamlayan köylü çocuğu Ali, ilk okuldan sonra bir süre bir üst okula gidemez. Bu durumu tesadüf eseri öğrenen Dündar Öğretmen, onun köyde harcanmasına gönlü razı olmaz. Onu bir üst okula göndermenin yollarını arar. Sonuçta ona bir iş bulur. Ali, bir otelde hem çalışır, hem de Sanat Okulu’na devam eder. Okulu bitirdikten sonra Ankara Rodyosu’nda işe girer.

Sanat Okulu’nda okurken zihni dönüşüm içerisine giren ve zamanla komünist olan Ali, çalıştığı kurumda rahat yüzü göremez. Bu yüzden Radyoevi’ndeki işinden ayrılır. Kendine bir çanta edinir ve evden eve tamir işlerine gider. Hayatını bu şekilde kazanır. İlçe kaymakamının oğlu olan Aydın, ilkokuldan sonra Galatasaray’a girer. Orta kısmı pekiyi ile bitirir. Daha sonra Ankara’ya dönerek Gazi Lisesi’ne devam eder. Buradan mezun olduktan sonra üniversite öğrenimini de tamamlayan Aydın, dışişlerinde görev alır. 27 Mayıs İhtilali’nden sonra “Peşte’deki kâtipliğinden geri”(s.309) çekilerek Ankara’da beklemeye alınır. Bunun üzerine görevinden istifa eder ve “İstanbul’da tümen tümen sol yayınlar basan bir yayınevi”(s.228) kurar. Ertürk, Bursa Askeri Lisesi’ni tamamlayarak rütbeli bir asker olur; Kore’ye gider savaşır ve ülkeye bir gazi olarak döner. Döndükten sonra da aldığı eğitim doğrultusunda çalışmalarını sürdürür. Farklı düşünceli kişilere göz açtırmaz. İlçe ilkokulunda tanıdığımız diğer çocuklardan Hasip, “mikrofonlu hoca” olur; “Vatan Cephesine bol üye” (s.308) bulur. Sanatla içli dışlı büyüyen savcı kızı Sevil, “sanat çevrelerinde adı”(s.308) geçen biri konumuna yükselir. Namık ise, “önemli bir bankanın önemli bir koltuğuna”(s.308) oturur. “Tarım kredisi alıp işhanı yaptıranlarla Gar Gazinosu’nda yemek”(308) yiyerek eğlenmesine bakar.

Görüldüğü üzere bu ikinci çizgide klasik anlamda tek bir kişi etrafında gelişen ve çatışmalar üzerine kurulu büyük bir olay yoktur. Aksine bu çizgide çatışmalardan uzak küçük olay parçaları söz konusudur. Anlatımını yaptığımız parçalarda bunu açıkça görmek mümkündür. Dikkat edilirse burada şahıs kadrosunda yer alan kişiler sadece ilk aşamalarda yani ilköğrenimleri esnasında karşı karşıya gelirler. Bunun dışında kalan noktalarda ise neredeyse bir arada bulunmazlar. Her birinin hayatı ayrı mekânlarda cereyan eder. Dolayısıyla bu da az önce işaret ettiğimiz hususun ortaya çıkmasına imkân vermez.

Şu ana kadar ana ve başlıklı ara bölümleri merkeze alarak romanın nasıl kurulduğunu göstermeye çalıştık. Bu noktada işaret ettiğimiz kısımları bir bütün olarak ele aldığımızda kısaca şunları söyleyebiliriz: Bu roman esas olarak iki ayrı düzlem üzerine kurulmuştur. Bunların ilkinde yoğun olarak bir sürecin görüntüsü ile bu süreç içerisindeki bireylerin ve de özellikle yetişmekte/yetiştirilmekte olan bireylerin aile çevre ve okul üçgenindeki yaşantıları sergilenmiştir ki, burada bir süreç bütün yönleriyle izlenir. Bu özellikten hareketle burada şunu söylemek mümkündür: Bu düzlem bir sonraki düzlemi açıklamakla ya da daha anlaşılır kılmakla yükümlüdür. Nitekim okuyucu bu düzlemde anlatılanları okumadan Aysel’in hangi sebeplerden dolayı ölmeye yattığını gerçek manada kavrayamaz. Çünkü Aysel’i bütünleyen tarih bu düzlemde ifadesini bulur. Buna karşılık ikinci düzlemde ise bu süreçten geçerek yetişen aydın bir Türk kadınının içine düştüğü çıkmazlar ve bunlardan kurtulma çabaları sunulmuştur.

Bunlarla birlikte bu romanda klasik anlamda dört başı mamur bir olayla karşılaşmıyoruz. Söz konusu düzlemlerin anlatımında da vurgulandığı gibi yazar burada sürükleyici büyük olaylardan ziyade küçük olay parçalarına daha doğru bir ifade ile durumlara/kesitlere yer verir.

Ölmeye Yatmak  -  Zaman


Kurgu ile ilgili anlatımlarda da görüldüğü gibi bu romanda esas olarak iki ayrı zaman söz konusudur: Hâlihazır/şimdiki zaman ve art zaman/geçmiş. Bunlardan birincisi/hâlihazır, ana bölümlerde sosyoloji doçenti olarak karşımıza çıkan Aysel Dereli’nin bir otele gelerek ölmeye yatması ile son noktada ölmekten vazgeçerek otelden ayrılması arasında geçen/akan süreyi işaret eder. Bu süre, son derece kısadır: Bir saat yirmi yedi dakika. Bu kısa sürenin saat cinsinden başlangıç noktası, yedi yirmi ikidir. Birinci bölümünün sağ üst köşesinde yer alan şu ibare/ya da saat bunu açıkça gösterir: “Saat 07.22”(s.5). Birinci bölümün sağ üst köşesinde gördüğümüz bu ibare, her bölüm başında akış hâlindeki zamanı verecek şekilde değişir. Örneklemek gerekirse, bu ibare, ikinci bölümde yedi yirmi sekiz; üçüncü bölümde yedi otuz altı; dördüncü bölümde yedi kırk iki; beşinci bölümde yedi elli beş olur. Bu durum, son bölüme kadar değişerek devam eder. On üçüncü bölümde ise sürenin son noktasını görürüz: “Saat 08. 49”(s.311). İşte ilkiyle birlikte bu son işaret, bize otel odasında geçen bir saat yirmi yedi dakikalık süreyi gösterir.

Bu süre aslında Aysel’in iç konuşmalarında da yaklaşık olarak dışa yansır. Bu yansımanın ilk parçasını romanın başında görüyoruz: “Bakmadım ama, saat yedi buçuk falandır. Aşağıda otele kaydımı yapan delikanlıdan duydum sanıyorum.”(s.5) Aysel bunu “Saat 07.22” ibaresinin yer aldığı sayfada söyler. Bunu başka bir yerde şu cümle ile destekler: “Zaten sabah saat sekize doğru ölmeye yatacağımı da bilmiyordum.”(s.40) Sabah sekizden önce otele gelerek ölmeye yatan Aysel, “Saat 08.31” ibaresinin yer aldığı dokuzuncu bölümde artık zamanı merak eder ve çantasının içindeki saate bakar: “Sekizi on geçiyor. Sabah mı, akşam mı? Durmuş mu yoksa? Kulağımı dayıyorum. Saatin yüreğini dinliyorum. Durmuş. Evet.”(s.227) Romanın son kısmında ise Aysel, başta ifade ettiğimiz süreyi yine yaklaşık olarak duyurur. Ama bu duyuruyu bu sefer telefonda görüştüğü arkadaşından öğrenerek yapar: “Matbaadan çıkıp, bir sabahı yürüyüp bu odaya gireli sadece iki saat kadar olmuş. Zamanı, Aydın’dan öğrendim.”(s.312) Bu iki saatlik süreye Aysel, dikkat edilirse otel dışındaki yürümeyi de katar. Bu fazlalığı hesaba katmazsak sürenin, bölümlerin sağ üst köşesinde ifade edilen toplam süre ile aynı olduğunu görürüz.

Bu kısa sürede Aysel, bize büyük oranda hâl içindeki durumunu/psikoloj isini aktarır. Ancak o, bunun yanında zaman zaman hatırlamalar ve çağrışımlar yoluyla da geriye döner. Böylece romanın dokusuna ikinci bir zaman düzlemi/art zaman katılmış olur. Biraz sonra üzerinde duracağımız asıl art zamandan farklı olan bu zaman düzlemi hâlden yaklaşık olarak üç ay öncesine kadar uzanır. Okuyucu bu düzlemde yine ölmeye yatan Aysel’in son üç ay zarfında yaşadıklarını okur.

Hâlde akan bu kısa süre ile bu süre içine yerleşen üç aylık art zaman düzleminin hangi tarih içine düştüğünü romanda açıkça görürüz. Aysel, bunu otel odasında sabaha doğru yolda gördüklerini anlatırken ifade eder: “Bitirilmiş mezar taşlarından birinin üstünü okudum: Celal oğlu Timur Yurdaer-1943-1968. Küçücük bir mezar taşıydı zaten. Yirmi dört yaşında ölenin başına dikilecek. Celal Bey bugün gelip alır onu.”(s.40) İşaret ettiğimiz gibi Aysel henüz dikilmemiş bu mezar taşını otele gelirken yolda görür. Bu da bize içinde bulunulan tarihin 1968 yılı olduğunu gösterir. Bu tarih, muhtelif sayfalarda sosyal zamana yapılan atıflarla da uyumluluk içindedir. Mesela altmış sekiz kuşağı ile ilgili göndermeler /işaretler bunu teyit eder.

Romanın ilk zaman düzlemiyle ilgili bu anlatımları toparlayacak olursak kısaca şunları söyleyebiliriz: Aysel, 1968 yılının “puslu Nisan sabahı”nın(s.317) yedi yirmi ikisinde otele gelir ve burada bir saat yirmi yedi dakika kaldıktan sonra sekiz kırk dokuzda otelden çıkar. Bu süre zarfında bize yoğun olarak kendi iç dünyasını sunar. Bunun yanında zaman zaman geriye döner ve geçmişte yaşadığı bazı hadiseleri aktarır.

Zaman meselesini ele almaya başlarken işaret ettiğimiz ikinci düzleme/geçmiş zamana gelince: Başlıklı ara bölümlerdeki olayları/durumları bünyesinde taşıyan bu zaman düzlemi son derece uzundur. Bunun başlangıç noktası 1938 yılıdır. Dündar Öğretmen’in yıl sonu mezuniyet törenindeki konuşması bunu açıkça gösterir:

“Okulumuz, büyüklerimizin izinde aylardır bu büyük, bu manalı güne hazırlandı. İlk mezunlarımızı verdiğimiz şu günlerde, üçüncü ve dördüncü sınıftaki arkadaşlarının da katılmasıyle, irfan ordumuzda yerlerini almış bulunan öğrencilerimizle sizlere bu müsamereyi hazırladık. Biz, bu müsamereyi Cumhuriyetimizin 13. ve 14. yıldönümlerinde de yapmayı çok istemiştik. Geçirdiğimiz 23 Nisan ve 19 Mayıs Bayramlarımızda yapalım dedik. Kısmet bugüneymiş .”(s.14)

Bu alıntı, bize başlıklı ara bölümlerdeki/ana gövdedeki olayların/durumların asıl başlangıç noktasının 1938 yılı olduğunu gösterir.  Atatürk’ün ölüm yılını işaretleyen bu başlangıcın sonu ise “60 Devrimi ”nin(s. 3 09) kısa bir süre sonrasıdır: “Devrim sabahı Aysel, Atatürk Bulvarı’na fırlayıp subaylara gülücükler ve üç kilo pasta dağıttı.”(s.309) Bu cümle, ana gövdeyi meydana getiren kısmın son sayfasında yer alır. Buna göre bu noktada şunu söyleyebiliriz: Ana gövdedeki zamanın uzunluğu, yaklaşık olarak yirmi iki yıldır. Kurgu meselesini ele alırken işaret ettiğimiz yaşantıları üzerinde taşıyan bu yirmi iki yılı, romanda adım adım izleriz. Anlatılanların hangi yılda, ayda ve günde yaşandığını yazar, ya direkt olarak ya sosyal zamana göndermeler yaparak ya da başka yollara başvurarak duyurur. Mesela ayrı yerlerden cümle seviyesinde yaptığımız şu alıntılar, bize hangi tarihten/veya tarihlerden geçmekte olduğumuzu açıkça gösterirler:

“Hatay hür olmuştur. Hatay Millet Meclisi ertesi gün toplanacaktır.”(s.24) “Ne zamandan beri harp olacakmış diyorlardı. Neyse, olmayacakmış. Bugün tarih hocamız söyledi.'”(s.34) “Hem Ulu Önder’imizin ölümüne, hem kendi kaderime. Orada, okulda olsaydım, ben de herkesle birlikte ağlardım.”(s.50) “Gerçi patlayan bu harp büyüklerimizin sayesinde, bize hiç ulaşamazmış.' (s.63) “Hem Ulu Önder’imizin ölümünün birinci senesi.”(s.70) “İkinci Amerikan atom bombası 250 bin nüfuslu Japon hava üssü Nagasaki’de patlatılmıştır. Yirmi dört saate varmadan da Japonlar teslim olmuşlardır. Dünya savaşı son bulmuştur.”(s.266) “8 Ocakta DP’nin ilk büyük kongresi açıldı.”(s.288) “Çok geçmedi. DP kahir ekseriyetle iktidarı aldı.”(s.308)

‘Hatay’ın hür olması’, ‘Atatürk’ün ölmesi’, ‘İkinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesi’, ‘Ulu Önder’in ölümünün birinci senesini doldurması’, ‘atom bombasının ardından savaşın sona ermesi’ ve ‘ilk büyük kongresinden sonra DP’nin seçimleri kazanarak iktidarı alması’... Örnek olması bakımından aldığımız bu alıntılarda/cümlelerde karşımıza çıkan göndermeler, hiç şüphe yok ki bize geçilmekte olan yılları açıkça duyururlar. Bunun yanında romanda yer alan başka işaretler ise hem söz konusu kişiler etrafında gelişen olayların/durumların hangi günlerde ve aylarda yaşandığını hem de bu olaylar arasında zaman bakımından ne kadarlık boşlukların/atlamaların olduğunu da gösterirler. Romanda muhtelif sayfalarda karşımıza çıkan bu ve benzeri işaretler, bize söz konusu hususu açıkça gösterirler: ‘okuldan çıkınca’, ‘ertesi sabah’, ‘iki gün sonra’, ‘dün’, ‘Ocak ayının bir Pazar günü’, ‘geçen yıldan bu yana’, ‘yazın son günleri’, ‘yeni yılın ilk günü’, ‘hava karardıktan epey sonra’, ‘öğleden sonra’, ‘bugün”, ‘üç gün sonra’, ‘ertesi gün öğle tatilinde’ ve benzeri.

Çeşitli yönleriyle üzerinde durduğumuz bu zaman düzlemi, görüldüğü gibi 1938 yılından hareket ediyor; adım adım belli tarihlerden geçiyor ve 27 Mayıs’ın biraz sonrasında kesintiye uğruyor. Kesintiye uğrayan bu tarihe kadar okuyucu hem devrin siyasal, toplumsal ve ekonomik gelişmelerini hem de eski ve yeni kuşağın rejim karşısındaki durumunu izliyor.

Bununla birlikte burada ilk ve ikinci zaman düzlemleri ile olarak şu noktayı da eklemek gerekiyor: Art zaman düzlemi, her ne kadar 1938 yılından hareket ediyor ve 27 Mayıs’ın kısa bir süre sonrasında kesintiye uğruyor ise de bu zaman düzlemi, sonuç olarak ana bölümlerde karşımıza çıkan zamana/hâle bağlıdır. Bu itibarla burada romanın 1938 yılından 1968 yılına kadar olan zamanı bünyesinde taşıdığını söyleyebiliriz. Ancak bunu söylerken şu noktayı da gözden ırak etmiyoruz: İlk zaman düzleminin kesintiye uğradığı nokta ile ikinci zaman düzleminin başladığı nokta arasında yaklaşık olarak sekiz yıllık bir boşluk doğuyor. Araya giren bu zamanı yazar, romanda hiçbir surette anlatmıyor. Zamanın kesintiye uğradığı noktadan direkt olarak başka noktaya atlıyor.

Ölmeye Yatmak - Mekân


Bu iki zaman düzlemi, esas olarak romanın mekân unsurunu da belirler. Bu itibarla romanın mekân unsurunu söz konusu zaman düzlemleri ekseninde ele almak yerinde olacaktır.

Ölmeye Yatmak romanının ilk zaman düzleminde okuyucu, ilk andan son ana kadar dar/kapalı bir mekânla karşı karşıya gelir. Bu mekân, adı belirtilmeyen bir otelin on altıncı katında yer alan bir otel odasıdır. Romanı okumaya başladığımız ilk satırlarda bunu açıkça görürüz: “Asansörle tam on altı kat çıktık. On altıncı katta indik. Bana odayı gösterecek oğlanın peşinden yürüyorum. Kısa bir koridor geçti. Bir odanın önünde durdu. Ben de durdum. Kapıyı açtı, içeri girdik.”(s. 5) İşte Aysel’in iç konuşmalarından tanımaya başladığımız bu oda, dar zaman düzleminin kapalı mekânıdır. Bu mekân, Aysel’in ölmeye yatmasıyla kalkması arasındaki sürede esastır; değişmez.

Aysel’in ölmeye yattığı bu otel odasını romanda bütün ayrıntılarıyla göremeyiz. Bu oda ancak ana hatlarıyla karşımıza çıkar; o kadar. Bunu, romanın muhtelif sayfalarında açıkça görürüz. Mesela romanın ilk sayfalarında yer alan şu cümleler odaya ilişkin ilk görüntüleri sunarlar: “Perdeler sıkı sıkıya kapalı. [...]. Bütün ışıkları söndürdüm.”(s.5) Bu iki cümle bize odanın perdelerle sıkı sıkıya kapalı ve karanlık olduğunu gösterir. İlerleyen sayfalarda ise bu odayı biraz daha yakından tanır gibiyiz; ancak bu tanıma yine genel esasa bağlıdır: “[K]oyu yeşil perdeli, alçak yuvarlak masalı, kareleri renk renk bir battaniyenin üstünde karman çorman durduğu bir yatağı olan, yatağın baş ucunda da bir telefonuyla tahta oturaklı bir gece lambası bulunan yarı aydınlık bir oda”(s.271) İşte romanın kapalı mekânını dikkate sunan cümleler bunlardan ibarettir. Bunların dışında fazla bir şeye tesadüf etmeyiz.

Hususiyetlerini çok az tanıdığımız bu oda ya da geniş anlamıyla bu otel nerededir? Hangi kentin hangi ilçesindedir? Romanda bu otelin Ankara’da olduğunu öğreniriz. Bunu, Aysel açıkça ortaya koyar: “Şimdi kalksam, koyu yeşil perdeleri ardına dek sıyırsam, çıplak gövdemin önüne serilmiş Başkent’i göreceğim.”(s.97) Bu cümle otelin Ankara’da olduğunu gösterir; ancak muhitini ve adını vermez. Bu belirsizlik, Aysel’in şu konuşmasında daha açık bir şekilde görülür: “Nereye bakıyor bu Brezilyalı pencere? Kaleye mi? Gençlik Parkı’na mı? Bir uçtan epoletli Çankaya’ya, öte uçtan eski, soylu ve ucuz Etlik’e mi? Cebeci Mezarlığı’na mı yoksa? Yoksa, Nil Bar’a mı? Belki de Roma Hamamı’na. Hangi otel bu?’’

Anlatımlardan da anlaşılacağı gibi bu zaman düzleminde mekân çok önemli yer işgal etmez. Buna karşı romanın ikinci zaman düzleminde ise bu yapının büyük oranda değiştiğini görürüz. Her şeyden önce bu düzlemde mekân öncekinin aksine sabit olma hususiyetini kaybeder. Buna bağlı olarak da kapalı ve açık mekânlarda sayı bakımından ciddi bir artış meydana gelir. Az önceki ayırımdan yola çıkarak bunların dökümünü şu şekilde verebiliriz. Kapalı mekânlar: “[E]ski Ermeni evinden bozma bir okul”(s.6), İstanbul Galatasaray Lisesi(s.31), “Etnoğrafya Müzesi”(s.52), “Kutlu Lokantası”(s.52), “Ankara Palas ile Kapriç Şehir Lokantası”(s.53), Hergele Meydanı’ndaki “eski ahşap otel”(s.80), “Erkek Sanat Okulu”(s.80), “Büyükada’daki Tilla Pastanesi”(s.99), “Bursa Askeri Lisesi”(s.112), “Gazi Lisesi”(s.171), Aysel’in           öğrencisi          “Engin’in odası”(s.196),         “Bursa Hüsnügüzel Kaplıcaları”(s.267) ve benzeri. Bir kısmının adlarını verdiğimiz bu mekânların birkaçı -mesela çocukların ilk öğrenimlerine başladıkları okul, Ali’nin kaldığı otel ve özellikle Engin’in odası- hariç romanda neredeyse sadece ismen geçerler. Bunların uzun boylu tasvirleri ile insanla münasebetleri hemen hemen yok gibidir.

Kapalı mekânlarda ismen müşahede ettiğimiz bu yoğunluğu, benzer şekilde açık mekânlarda da gözlemleriz. Bu mekânlar, öncekinde olduğu gibi sadece olaylara sahne olma işleviyle karşımıza çıkarlar. Bunlarda da tasvir ve benzeri hususlar, söz konusu değildir. İleride görüleceği gibi yazar açık mekânları sadece ismen anar. Bu anışta özellikle Ankara’yı semtleri, mahalleleri, meydanları, sokakları, caddeleri ile baştan sona dolaşır; hemen her noktaya girer ve çıkarız. Bu nokta, son derece dikkat çekicidir. Romanın muhtelif sayfalarından yaptığımız bu seçme, işaret ettiğimiz noktayı açıkça teyit eder: “Cebeci’de, Tıp Fakültesi Hastanesi’ne çıkan yokuşun üstü”(s.39), “Sıhhiye’de, tren üstgeçidinin altı”(s.40), “Gazi Çiftliği”(s.44), “Mezar taşçılarının orada”(s.59), “Ulus Meydanı”(s.60), “Işıklar Caddesi”, İsmetpaşa Mahallesi”(s.62), “Hergele Meydanı”(s.80), “Posta Caddesi”(s.119), İsmat İnönü Caddesi üstü”(s.135), “Yenişehir Pazarı”(s.167), Atatürk Caddesi(s.204), “Gençlik Parkı”(s.225), “Dil Tarih’in arkası”(s.236), “Hacettepe Parkı”(s.259) ve benzeri. Bu örneklemeleri burada daha da arttırmak mümkündür. Ancak örnekleri arttırmak işaret ettiğimiz gerçeği değiştirmez; aksine onu daha da güçlendirir.

Çeşitli yönleriyle üzerinde durduğumuz açık ve kapalı mekânların geniş anlamdaki coğrafyasını ise şu şekilde sıralayabiliriz: Ankara, İstanbul, Bursa, Paris, Adapazarı. Daha önceki anlatımlardan da anlaşılacağı gibi bunlardan Ankara, esas olan mekândır. Romandaki yaşantıların büyük kısmı bu ilde cereyan eder.

Ölmeye Yatmak - Anlatıcı ve Anlatım Teknikleri


Anlatma esasına dayalı türlerden romanın en temel unsurlarından biri, hiç şüphe yok ki anlatıcı ve anlatım tekniğidir. Ölmeye Yatmak, anlatıcı ve anlatım tekniği bakımından son derece zengin bir romandır. Anlatıcı ve anlatım tekniğine ilişkin şu sıralama söz konusu hususu açıkça gösterir: Yazar anlatıcı, iç konuşma, bilinç akışı, hatıra/anı, mektup ve montaj tekniği. Baştan beri üzerinde durduğumuz tüm unsurlarının okuyucuya ulaşmasını sağlayan bu vasıtalar, romanda belli seviyelerde görev üstlenirler.

Anlatım noktasında ilk sırayı yazar anlatıcı işgal eder. Yazar anlatıcı, romanda başlıklı ara bölümlerde karşımıza çıkar ve romanın yaklaşık beşte birlik kısmını takdim eder. Bu takdimde onda genel olarak şu özellikler belirir: Görev üstlendiği kısımlarda zaman zaman geriye döner ve geçmişte yaşanan durumları aktarır. Bu noktada o, büyük oranda klasik anlatıcı figürü gibidir. İstediği an geriye döner ve gerekli olan bilgileri romanın dokusuna katar. Öğrencilerin müsamerelerinin anlatıldığı ilk kısımlardan yaptığımız şu alıntı bunu örnekler: “Aysel’e yakası kürklü bir manto bulunamamıştı. Bulunan, Ertürk’ün ninesi Zişan Hanım’ın gelinliğinden kalma, parlak siyah kadife bir mantoydu. Ama Zişan Hanım o sıralar bir yetmiş boyunda, doksan iki kilo ağırlığındaymış. İşte bu pürtüklü kadife manto, Aysel’in üstünde bütün hoşgörülere karşı direndiği için, yeniden bohçalanıp Zişan Hanım’ın sandığına kalktı.”(s.18)

Geçmişe dönerek gerekli aktarmalarda bulunan yazar anlatıcı, aynı zamanda akış hâlindeki zamana yoğun bir biçimde odaklanır ve bu düzlemde cereyan eden tüm olayları/durumları aktarır. Bu aktarmada okuyucu görmeye, işitmeye ve koklamaya ilişkin durumları ayrıntılı bir şekilde izler. Ayrı sayfalardan aldığımız şu iki parça, işaret ettiğimiz durumu örnekler:

“Perdenin gerisinde çocuklar itişip kakışıyorlardı. Toz, yağ, sirke, sidik ve bitotu karışımı bir koku. Okulun her günkü alışılmış kokusunun az daha yoğunu.” [...] “Derken, bordo keten perdenin ardında bir kıpırdanma. Sonra bir sessizlik. Bir ara Öğretmen Dündar’ın maşalanmış saçları perdenin aralığından püskürdü. Bir kolu, birini itti. Öteki kolu, aralık perdeyi birleştirdi. Yeni bir sessizlik. Perdenin alt ucu da kısa kalmıştı. Bu yüzden Öğretmen Dündar’ın ordan oraya koşan kahverengi-beyaz papuçları izlenebiliyordu. Çocukların, sarı, siyah, lastik, kösele, potin, kundura; eski-yeni; birbirini tutmaz papuçları da...”(s.6-11)

İşaret ettiğimiz durumu örnekleyen bu parçada da görüldüğü gibi yazar anlatıcı salonu sadece görme, işitme ve koklama duyularıyla müşahede etmiş ve bunları direkt olarak yansıtmıştır. Bu yansıtmada o, kendi duygu ve düşüncelerine yer vermemiş; yorumlara girmemiştir. Sadece olaylan/durumlan yalın bir biçimde aks ettirmiştir. Alıntıda gördüğümüz bu özelliği/tavrı yazar anlatıcı aynı zamanda romanın bütününde de büyük oranda muhafaza eder. Geneli dikkate aldığımızda o, gerçekten de çok az yerde duygu ve düşüncelerine yer verir; aktardığı olayları/durumları yorumlar. Bu, onun en belirgin özelliğidir.

Bu özelliklerin yanında yazar anlatıcı ayrıca hâl ve hareketlerini adım adım izlediği kahramanların iç dünyalarına girer ve bunların dünyalarında geçenleri takdim eder. Bunları genellikle ‘içinden düşündü’, ‘aklından geçirdi’, ‘diyecek oldu’, ‘dedi içinden’ gibi ibarelerle yapar. Mesela şu kısa alıntı bu duruma iyi bir örnektir: “Hem de, dedi içinden, Salim Efendi’yle bu sefer de Şakir’in uğraştığını, hesaplarını kontrol etsinler diye el altından hükümet adamlarına haberler saldığını, istidalar yolladığını da söyleyeceğim İlhan abiye.”(s. 123-124)

Bu romanda yazar anlatıcının yanında gördüğümüz ikinci bir vasıta iç konuşma yöntemidir. Romanda bu yöntem şu bölümlerde uygulanır: Numaralı ana bölümler ve başlıklı ara bölümler. Bu bölümleri ayrı ayrı ele alarak uygulamaları kısaca gözden geçirmek gerekirse, numaralı ana bölümlerde ilk andan son ana kadar iç konuşmalarıyla merkezde olan kişi romanın baş kahramanı Aysel’dir. Bu bölümlerde Aysel, normal iç konuşmalarda olduğu gibi bilincini/zihnini okuyucuya açar ve konuşma diline yakın bir üslupla hem hâl içindeki psikolojisini/durumunu hem de bu psikolojinin anlaşılmasına katkı sağlayan yakın geçmiş yaşantılarını sunar. Bu sunumda onun son derece yoğun bir zihni faaliyet içerisinde olduğunu; sürekli olarak kendi kendisiyle hesaplaştığını ve peşi sıra sorular sorduğunu görürüz. Numaralı bölümlerden aldığımız şu alıntı, işaret ettiğimiz kimi özellikleri örnekler mahiyettedir:

“Sanırım biraz uyudum. Titremem geçmiş. Tabanlarım yanıyor. Ne kadar uyudum acaba? Yoksa hiç uyumadım mı? Saate bakmamakta direniyorum. [...].

Peki ama, ne oldu? Öğrencim gitti. Bütün gece çalıştım. Bütün gece çalıştıktan sonra evden çıktım. Neden çıktım? Yolunda giden bir evlilik. Yıllar sonra yatakta birbirine hâlâ istekle sarılan iki kafa dengi. Evliliğin bir tanımı varsa, en yalını bu olmalı. İki kişiyle bütün bir dünya kurulamayacağını da bilen üstelik. Neden çıktım evden? Matbaada işçilik eden bir öğrencimle yattım. Ama çok önceydi bu.” (s.91)

İç konuşmayı izleyen önemli bir anlatım tekniği de hatıradır. Ölmeye Yatmak’ta kırk bir sayfa tutarında üç ayrı hatıra defteri karşımıza çıkar. Bu defterlerin üçü de bir kaymakamın oğlu olan Aydın Alpdemir adlı bir öğrenciye aittir. Bu öğrencinin defterleri romanda beş ayrı bölüm içine yerleştirilmiştir

Hatıra defterlerinin yanında bu romanda karşımıza çıkan başka bir anlatım tekniği de montajdır. Başkalarına ait hazır bir metni veya herhangi bir parçayı roman dokusuna kalıp hâlinde katmak şeklinde tanımlanan bu teknik, Türk ve dünya romanlarında sıkça karşımıza çıkmaktadır. Adalet Ağaoğlu, Ölmeye Yatmak’ta “roman kahramanı Doçent Aysel’in çocukluk ve gençlik yıllarını Cumhuriyetin ilk kuşağının çocukluk ve gençlik yılları olarak işlerken o dönemi canlandırmak için montaj tekniğinden ustaca yararlanır.”  Roman kahramanlarının geçtikleri süreci tarihsel boyutlarıyla inandırıcı bir biçimde vermek amacında olan yazar, yoğun olarak Ulus gazetesine dayanır ve bu gazeteden direkt veya dolaylı alıntılar yapar. Romanın yaklaşık otuz sayfalık kısmını oluşturan bu alıntıların ilki, işaret edildiği gibi direkttir. Haber, ilan, reklam ve benzeri metin parçası herhangi bir müdahaleye uğramadan olduğu gibi montajlanır. Mesela Kızılay Cemiyeti’nin şu ilanı, işaret ettiğimiz hususu örnekler mahiyettedir: “Cemiyetimiz tarafından harp, kıtlık, muhaceret ve emsali ahvalde zuhuru muhtemel olan hastalıklarla yapılacak mücadelelerde ve bilhassa seferberlik esnasında hastanelerde Kızılay hemşirelerine yardımcı sıfatıyla çalıştırılmak üzere Ankara Numune Hastanesi’nde kurs açılacaktır.”(s.73)

Ölmeye Yatmak’ta ayrıca mektup tekniğinin de önemli bir yere sahip olduğunu görüyoruz. Bunun kanıtı numaralı ana bölümler içindeki başlıklı ara bölümlere yerleştirilen - IlI/bir adet, IV/iki adet, Vl/bir adet, VlII/bir adet, IX/altı adet, XI/bir adet- mektuplardır. Bu bölümlerde sırasıyla Semiha, Aysel, Behire, Ertürk, Emin Efendi, Namık ve Aydın tarafından kaleme alınmış/veya aldırılmış on iki mektupla karşılaşırız. Bunlardan on tanesi arkadaşlık; iki tanesi ise iş ilişkileri ekseninde yazılmıştır. Arkadaşlık ilişkileri ekseninde yazılmış olanlar, bir zamanlar aynı okulda öğrenim görmüş, birbirleriyle belli seviyelerde münasebetleri olmuş öğrencilerden Semiha, Aysel, Behire, Ertürk, Namık ve Aydın'a; iş ilişkileri ekseninde yazılmış olanlar ise aynı zamanda hemşehri olan Emin Efendi ile Salim Efendi'ye aittirler. Söz konusu kişilere ait olan bu mektuplar romanda yirmi iki sayfalık bir alanı kaplarlar ki, bu da yukarıda belirttiğimiz hususu teyit eder.

Bütün bu anlatımlarda da görüldüğü gibi bu romanda yazar geleneksel metinlerde karşımıza çıkan yazar anlatıcının yanında çok çeşitli anlatım tekniklerine de başvurmuş ve bunlardan belirli ölçülerde yararlanmıştır. Bunda ana gaye hiç şüphe yok ki bireyi ve onun merkezde olduğu bir süreci en inandırıcı biçimi ile dikkatlere sunabilmektir. Bunu gerçekleştirmek arzusunda olan yazar, romanda bilinçli olarak hem yazar anlatıcıya hem de diğer anlatım tekniklerine başvurur ve böylece bir süreci farklı merceklerden aks ettirir.


Share with your friends

Add your opinion
Disqus comments
Notification
This is just an example, you can fill it later with your own note.
Done