Dudaktan Kalbe – Özet, Tahlil, İnceleme
Romanın Kimliği
# Reşat Nuri Güntekin’in
ilk dönem romanlarından olan Dudaktan Kalbe romanının ilk baskısı, 1924 yılında
İkbal Kütüphanesi tarafından yapılır.
# Çalıkuşu romanının
getirdiği ünün ardından bir aşk romanı olarak çıkış yapan bu eserde yazar,
sıkıntılar içinde geçen bir dönemin ardından yakaladığı şöhret ile kadınlara ve
aşka bakışı değişen Hüseyin Kenan’ın öyküsünü anlatır.
# Yazarın kitap halinde
yayınlanan dördüncü romanı olan Dudaktan Kalbe 2008 yılında İnkılâp Yayınları
tarafından ilk baskısından yararlanılıp düzenlenerek otuz birinci baskısı
yapılır.
Bakış Açısı ve Anlatıcı
# Üç bölümden oluşan Dudaktan
Kalbe romanı, karma anlatıcı bakış açısı ile yazılır. Romanın ilk iki bölümü,
3. tekil şahsın ağzından hâkim bakış açısıyla; son bölümü ise günlük şeklinde
1. tekil şahsın ağzından ben-anlatıcı bakış açısıyla sunulur.
# Dudaktan Kalbe
romanının başlangıcında verilen bir diyalogda hâkim bakış açısının kullanıldığı
görülmektedir:
“Ev sahibi, yemek odasının terasa açılan
kapısından misafirlerine seslendi:
(...) Yayvan bir koltuğun içinde yemek
ağırlığı ve yol yorgunluğu ile uyuşup kalan
Prens Vefik Paşa, üşene üşene gözlerini
açtı, yorgun bir rica ile... ” (s.5)
# İlk bölümdeki bu
diyalog ile hâkim anlatıcı olayları, gösterme tekniğiyle okura nakleder. Hâkim
anlatıcı, başkişi Hüseyin Kenan’ın karakter gelişimini okura göstermek amacıyla
çocukluk dönemini ve Kenan’ın ünlü oluncaya kadarki yaşamını özetleme
tekniğiyle sunar.
# Dudaktan Kalbe
romanının ikinci bölümünde ise Lâmia’nın nişanlısı Nazım’ın, Şükrü Bey’e
yazdığı mektup ve hemen ardından Şükrü Bey’in Nazım’a yazdığı cevap
niteliğindeki mektup yer alır. Bu mektuplar, kahramanların ağzından birinci
tekil şahıs olarak aktarılır.
# Dudaktan Kalbe
romanının ikinci bölümünde, başkişi Kenan’dan çok Lâmia’nın yaşadıkları
üzerinde durulur. Yine hâkim anlatıcının ağzından Lâmia’nın Kütahya’ya
dayısının yanına gönderilişi ve orada başına gelen olaylar aktarılır. Hâkim
anlatıcı, Lâmia ile ilgili olayları aktarırken de yine olayları dışarıdan gören
bir konumda karşımıza çıkar:
“Lâmia bedbaht değildi.
İlk günlerde hayli üzülmüş, bu yeni hayata
alışıncaya kadar çok sıkıntı çekmişti. ”
(s.153)
# Olayları üçüncü tekil
şahıs ağzından aktaran hâkim anlatıcı, kahramanların ruh dünyalarını da
yansıtacak kadar geniş ve sınırsız bir hâkimiyete sahiptir. Hâkim anlatıcı,
romanın vakasını, okura daha üstten ve dışarıdan anlatırken romanın üçüncü
bölümünde, başkişi Hüseyin Kenan’ın tuttuğu günlük sayfalarını ortaya çıkararak
sözü ona emanet eder. Bilinçli yapılan bu bakış açısı değişikliğinin amacı;
olayların merkezindeki başkişinin iç dünyasında kendisiyle olan hesaplaşmasını
okuyucuya daha etkili şekilde hissettirme arzusudur.
“Pancurlarım kapalı, odam gece gibi
karanlıktı. Bir saatten beri piyanonun yanındaki koltuğun içinde uyuşup
kalmıştım. Hiçbir şey düşünmüyor, hiçbir şey hissetmiyordum. Odam gibi beynime
ve kalbime de mazlum bir durgunluk çökmüştü. ” (s.239)
# Sınırsız imkânlara
sahip olan hâkim anlatıcı, roman vakasını belirli bir yönde kahramanların
özellikle de başkişi Hüseyin Kenan’ın üzerine odakladıktan sonra kenara
çekilir. Kenan’ın hem iç hesaplaşması hem de ikinci bölümdeki sadece ismen
varoluşu, bu biçimsel geçişin göstergesi niteliğini taşır.
# Doğal olarak romanın
ilk iki bölümünde hâkim anlatıcı tarafından yapılan dış tasvirler ve
kahramanların davranışları daha geniş bir çerçeveden sunulurken kahraman-
anlatıcı devreye girdikten sonra onun kendi bakış açısı, gözlemleri ve ruh
haline uygun olarak dar bir çerçeveye taşır.
Olay Örgüsü
# Dudaktan Kalbe romanı,
yazar tarafından üç kısma ayrılır. Birinci kısım XIX; ikinci kısım XXIV alt
başlıktan oluşmaktadır. Üçüncü kısım ise Hüseyin Kenan’ın günlük şeklinde
yazdığı fakat belirli bir tarihi sıra izlemeyen 22 alt bölümden oluşmaktadır.
# Dudaktan Kalbe, başkişi
Hüseyin Kenan’ın yaşamındaki değişim ve gelişim dikkate alınarak üç vaka
halkasına ayrılabilir:
Birinci Bölüm:
Münir Bey’in, misafirleri Vefik Paşa ve kızı prenses
Cavidan’a yetiştirdiği üzümleri tanıttığı sırada Hüseyin Kenan’ın son
dönemlerde meşhur olan “Şark Leyliyyeleri” adlı parçasının duyulması
Münir Bey’in, Şark Leyliyyeleri bestekârı Hüseyin
Kenan’ın Bozyaka’da olduğunu söyleyerek onu yemeğe davet etmesi
Kenan’ın Şem’i Dedeyi ziyaret ettikten sonra annesi Melek
Hanım ile sohbet etmesi
Zamanda geriye dönülerek Melek Hanım’ın Nail Bey’le
tanışıp evlenmelerinin aktarılması
Nail’in ailesini daha iyi geçindirmek için hırsızlık
yapması ve hapse düşmesi üzerine Melek Hanım’ın çocuklarıyla birlikte ağabeyi
Saib Paşa’nın konağına yerleşmesi
Melek Hanım’ın abisinin kocası hakkındaki imalı sözlerine
karşı çocuklarını alarak Tilkilik’teki evine gitmesi
Hüseyin Kenan’ın Şem’i Dede ile tanışması ve musikiye
ilgi göstermesi
Saib Paşa’nın isteği üzerine Münir Bey’in Kenan’ı
İstanbul’a mühendis mektebine göndermesi
Kenan’ın âşık olduğu Leyla’yı mutlu edemeyeceğini
düşünerek ondan ayrılması
Kenan’ın yaz tatiline döndüğünde Leyla’nın dayısının oğlu
Cemil ile nişanlandığını görmesi
Mühendis mektebini zorla bitirdiği yıllarda kemanını
ilerletmesi ve İstanbul’da özel dersler vermesi
Kenan’ın sınıf arkadaşı Cevat’ın teşviki ve annesinin bir
dükkânını satarak verdiği parayla Paris’e gitmesi
Avrupa’da dört yıl kalan Kenan’ın büyük bir virtüöz
olarak İstanbul’a dönmesi ve şöhret olması
Kenan’ın Münir Bey ile birlikte Prens Vefik ve Cavidan’ı
göndermeye gitmesi ve burada gelecekte olacak nişanın ilk işaretlerinin
görülmesi
Bozyaka’da dayısı Saib Paşa’nın kendisine özel olarak
hazırlattığı merasim odasında kalan Kenan’ın evli bir kadın olan Nimet ile
gönül ilişkisinin ilerlemesi
Nimet Hanım’ın Kenan’la görüşmesini çevreye karşı doğal
göstermek amacıyla Lâmia’yı onunla tanıştırması
Lâmia’nın Kenan ile Nimet arasındaki gizli ilişkiyi büyük
bir aşk olarak gördüğü için bir sır olarak saklaması
Lâmia’nın yeni bestesi üzerinde çalışan Hüseyin Kenan’ın
musikisini yakından dinlemesi ve Kenan ile Lâmia arasında bir yakınlaşma
başlaması
Kenan’ın nişanlısı Cavidan Mısır’da iken İstanbul’da
“Siyah Yıldızlar” adlı yeni eseri üzerinde çalışması
Kenan’ın yaz aylarında yeniden Bozyaka’ya dönmesi ve
Lâmia ile karşılaşması
Lâmia’ya karşı yakınlık hisseden Kenan’ın Lâmia’yı öpmesi
Lâmia’nın kendisine âşık olduğunu fark eden Kenan’ın
bunun aşk olmadığını söylemesi
Kenan’ın Lâmia’nın kendisine olan bağlılığım bir zaaf
olarak hissetmesi üzerine onunla yalnız oldukları bir gece ilişkiye girmesi
Kenan’ın pişman olarak Lâmia’ya evlilik teklif etmesi ve
Lâmia’nın bu teklifi reddetmesi
İkinci Bölüm:
Lâmia’nın, Kenan’dan bir çocuk beklemesine karşın çocuğun
babasının adını bile bilmediği bir Kolbaşı olduğunu söylemesi
Lâmia’nın, lekeli bir kız olduğu için Kütahya’daki
dayısının yanına gönderilmesi
Lâmia’nın lekeli olmasını fırsat bilen Kütahya’da
amcasının damadı Rasih tarafından sürekli taciz edilmesi
Mahmure’nin bir çavuşla olan ilişkisini Rasih’in
öğrenmesinden korkması üzerine Lâmia’ya yalvarıp bu işi onun üzerine atması
Rasih’in Lâmia evde tek kaldığı bir gün ona sarkıntılık
etmesi üzerine Lâmia’nın nefs-i müdafaa ile eniştesini öldürmesi
Lâmia’nın eniştesini öldürdükten sonra beraat etmesinin
ardından kızı Mebrure ile dayısının tanıdığı bir eski İmam’ın evinde yaşamaya
başlaması
Lâmia’nın, Kütahya’ya gelirken tanıştıkları emekli subay
Kemal Bey ile evlenmesi
Binbaşı Kemal’in kızı Makbule ile iyi arkadaş olan
Lâmia’nın tam bir ev kadını kimliğine bürünmesi
Kemal Bey’in yeğeni Doktor Vedat Bey’in Kütahya’ya sürgün
olarak gelmesi
Vedat’ın bir sohbet sırasında Hüseyin Kenan’ı tanıdığını
söylemesi
Makbule’nin Doktor Vedat Bey’e âşık olduğunu Lâmia’ya
söylemesi
Büyük bir kaza geçirdiği haberiyle Vedat’ın evine giden
Lâmia’nın, Vedat ile aynı odadayken soba gazından zehirlenmesi
Kemal Bey’in Lâmia ve yeğeni Vedat’tan şüphelenmesi ve
Lâmia’dan boşanması
Vedat’ın kendi yüzünden gerçekleşen bu olay sonucunda
Lâmia’ya evlilik teklif etmesi
Lâmia’nın Vedat’ın evlilik teklifini reddederek
İstanbul’a annesinin ihtiyar sütninesinin yanına gitmesi
İkinci bölümde Lâmia’nın yaşadığı sıkıntılar
aktarıldıktan sonra üçüncü bölümde başkişi Hüseyin Kenan’ın günlük şeklinde
yazdığı notlar başkişinin ağzından aktarılır:
Üçüncü Bölüm:
Hüseyin Kenan’ın İstanbul’da yaşadığı dönemde müzik
yaşamının durağanlaşması ve Bozyaka’daki günlerini hasretle anması
Kenan’ın Cavidan ile olan evliliğinde aradığı mutluluğu
bulamadığı için sorgulaması
Kenan’ın durgunluğunu fark eden Cavidan’ın Bozyaka’ya
gitmeyi teklif etmesi
İzmir’e gidecek olan Kenan’ın annesinin ölümünü hatırlaması
Lâmia’yı Bozyaka’da bulamayan Kenan’ın hayal kırıklığına
uğraması
Kenan’ın Lâmia’yı sevdiğini kendi kendine itiraf etmesi
Cavidan’ın eski arkadaşlarından olan Namık Behçet Bey’in
Cavidan’ı ziyaret etmek amacıyla Bozyaka’ya gelmesi
Bozyaka’da umduğunu bulamayan Kenan’ın İstanbul’a dönmesi
Kenan’ın İstanbul’a döndükten sonra Cavidan ile yapay bir
ilişki içinde olduğunu fark etmesi ve ondan ayrılması
Kenan’ın İstanbul’da eski arkadaşı Doktor Vedat ile
karşılaşması ve Vedat’ın Lâmia ile yaşadıklarını Kenan’a anlatması
Kenan’ın Lâmia ile buluşmak için mektup yazması ve üçüncü
mektuptan sonra buluşmaları
Kenan’ın Lâmia’yı sevdiğini söylemesi ve Lâmia’nın bunun
sadece geçmişte yaşanmış bir gönül eğlencesi olduğunu söylemesi
Vedat’ın Lâmia’yı tanıdığım bildiği için Lâmia ile
evleneceklerini Kenan’a söylemesi
Kenan’ın bir parkta oynayan kızı Mebrure’yi kendi bestesi
olan bir ninniyi söylerken görmesi
Kenan’ın Seydişehir’de evli olan kızkardeşi Afife’yi ve
annesi Melek Hanım’ın mezarını ziyaret etmesi
Bu ziyaretten altı ay sonra bir gazetede Hüseyin Kenan’ın
intihar ederek öldüğü haberinin yazılması
Zaman
# Dudaktan Kalbe
romanının vaka zamanı, ortalama altı buçuk yıllık bir süreci kapsar. Romanın
başkişisi Hüseyin Kenan’ın başından geçen bir aşk macerası romanın temel izleği
konumunda olduğu için vaka, başkişi Hüseyin Kenan ve onun âşık olduğu Lâmia’nın
etrafında şekillenir.
# Vaka zamanı, altı buçuk
yıllık bir süreci kapsamasına karşın başkişi Hüseyin Kenan hakkında anlatıcı
tarafından özetleme tekniğine başvurularak yapılan bilgilendirmede, kahramanın
doğumundan önceki yıllarına dönülür. Hüseyin Kenan’ın annesi ve babasının
evlendikleri zamana ait özet bilgi verildikten sonra kısaca onun çocukluğu ve
otuz beş yaşlarındaki haline gelinir Romandaki zaman akışı şimdi ve geçmiş
olarak iki kategoride verilir.
# Dudaktan Kalbe
romanının ilk bölümünde geçmişten ana doğru bir geçiş söz konusudur. Grafikte
zaman akışı a-b-c-d şeklinde sürer iken aradaki geçmiş a1 olarak
gösterilmiştir. Bu bölümde Kenan ve ailesiyle ilgili bilgiler zamanda geriye
dönüş tekniği ile sunulur. “Zamanda geriye dönüşle ortaya çıkarılan
çocukluk bilinci, dalgalar arasında tek tek görünen takımadalara benzer”
# Bu açıdan yazarın
Kenan’ın “çocukluk bilincini” yansıttığı bölümlerde vaka akronik bir yapıda
ilerler. Dudaktan Kalbe romanının giriş bölümünde, ünlü bir keman virtüözü
olarak karşımıza çıkan Kenan’ın henüz doğmadan öncesine kadar annesi ve
babasının evlendikleri zamana dair bilgiler aktarılır:
“Melek Hanım, ihtiyar bir yemiş tüccarının
son çocuğuydu. Öteki kardeşleri erkek olduğu için babası onu hepsinden ziyade
seviyordu. (...) Fakat ne çare ki, küçük kız; saf tecrübesiz gönlünü, babasının
kâtiplerinden İstanbullu bir gence kaptırmıştı. ” (s.19)
# Bu açıklamalardan sonra
Melek Hanım ile Nail Bey’in evlenmesi, onların aileleri tarafından
dışlanmaları, Kenan ve Afife adlı çocuklarının olması, Nail’in hırsızlık
suçuyla hapse düşmesi, Melek Hanım ve çocuklarının İzmir’deki ağabeyi Saib
Paşa’nın yanına yerleşmeleri, Kenan’ın İstanbul’da mühendis mektebine gitmesi,
Kütahya’da bir süre mühendislik yapması ve oradan Avrupa’ya gidişinin ardından
ünlü bir keman virtüözü olarak geri dönüşü özetlenerek anlatılır. Bu
özetlemeler yapılırken genelde kronolojik bir sıra izlenmişse de Kenan’ın
çocukluğuyla ilgili bazı hatıralar dağınık bir şekilde akronik olarak sunulur:
“Çocukluğunun en acı hatıralarından biri de
annesi ve kardeşiyle beraber dayısının konağından ayrıldığı güne aitti. O vakit
on bir yaşındaydı. ” (s.25)
# Dudaktan Kalbe
romanının asıl vakası bir yaz günü başlar. İlk bölümde karşımıza çıkan Münir
Bey ve misafirleri Prens Vefik ve kızı Cavidan’ın Bozyaka’ya gelmeleri zamansal
açıdan “nihayet o yaz bu arzuyu yerine getirmeye fırsat bulmuş, bir
miras işi için İstanbul ’dan Mısır’a geçerken beş altı günlüğüne İzmir’e
uğramıştı. ” (s.9) olarak
belirtilir.
# Başkişi Hüseyin Kenan
da aynı yaz aylarında oradadır ve olayların merkezindeki kişi olarak onunla
Lâmia ile aynı günlerde tanışır. Romanın başlangıcını oluşturan “o yaz” ile
Kenan-Lâmia aşkının/ilişkisinin başladığı yaz arasında bir yıllık bir süre
vardır. Bu bir yıl sonraki yaz aylarına kadar geçen süreç özetleme tekniği ile
verilir:
“Yaz, o sene erken gelmiş, bağ hayatı,
mevsiminden evvel uyanmıştı. (...) Dokuz ay, sisler, yağmurlar içinde mağmum
bir inzivaya gömülüp kalan kuleler birer birer tahta pencerelerini açıyor;
etraflarını saran yeşillik kümelerinde gecelerin geç vakitlerine kadar yaldızlı
ışıklar oynaşıyordu. Lâmia, o kış İzmir’de pek sıkılmış, Bozyaka’ya gidecekleri
zamanın günlerini küçük parmaklarında saya saya beklemişti. ” (s.92)
# Kenan ile Lâmia
arasındaki aşkın başlamasıyla gelişen vakanın üzerinden, Hüseyin Kenan’ın
günlüğüne kaydettiği ibarelerden beş yıllık bir süreyi takip edebiliyoruz. Bu
süre Kenan’ın Lâmia’yı Bozyaka’da bir aşk oyuncağı olarak gördüğü yıllarla
İstanbul’da yeniden onunla karşılaştığı zaman dilimini içerir: “Bir
mehtaplı yaz gecesinde uzak bir keman sesinden doğan bu genç kız sevdası beş
sene sonra yine aynı sesler içinde sönmüştü. ” (s.328) Bu olayın ardından annesinin mezarını ve
kardeşi Afife’yi ziyaret için Seydişehir’e giden Kenan’ın altı ay sonra
gazetelerde intihar ettiği haberi yayınlanır. Böylece romanın asıl vakasının
altı yıldan fazla bir süre devam ettiği anlaşılmaktadır.
# Dudaktan Kalbe romanında
sosyal zamana ait izler yok denecek kadar azdır. Fakat romanın vakasının
anlatıldığı yıllar Meşrutiyet sonrası ve Cumhuriyet’in ilk yıllarıdır. Dudaktan
Kalbe, konusu itibariyle bir aşk üzerine odaklandığı için vaka dışındaki yaşam
yansıtılmaz.
# Dudaktan Kalbe
romanında zaman unsuru mekân unsuruyla birleşerek psikolojik bir boyutta da
karşımıza çıkar. Özellikle romanın vakasının İzmir’de “üzüm/bağ mevsimi” ve bu
mevsimde başlayan bir aşk hikâyesi üzerine kurgulanması dikkat çekicidir.
Mekân
Çevresel Mekân:
# Dudaktan Kalbe
romanındaki en önemli mekânlar: İzmir Bozyaka, Kütahya ve İstanbul’dur.
Özellikle Bozyaka empresyonist bir tarzda gözlemlenerek yazılan bir mekan
olarak dikkatlere sunulur. Bozyaka’nın özel mevkileri de ayrı ayrı
betimlemelerle anlatılır. Kenan ile Şem’i Dede’nin birlikte musikiden
bahsettikleri, Dede’nin ney çaldığı “Zeybek Pınarı” adlı mekân bunların en
önemlileri arasında yer alır.
# Bozyaka’da geçen
çocukluk yıllarında mekânın onu içine alan büyülü bir özelliğini fark eden
Kenan yaşadıklarının tümünü Bozyaka ile ilintilendirir.
Olgusal Mekânlar:
Kapalı-Dar ve Labirentleşen
Mekânlar:
# Dudaktan Kalbe
romanının başkişisi Hüseyin Kenan’ın sıkıntı içersinde geçirdiği çocukluk
döneminde yaşadığı Saib Paşa’nın konağı, kapalı/dar mekân özelliği gösterir.
Babası Nail’i hapishanede ziyaret ettikten sonra geldikleri bu ev, onun dayısı
tarafından her zaman küçümsendiği bir mekân olarak çocukluk hatıraları arasında
kötü bir yer alır.
# Kenan’ın çocukluk yıllarından
aklında kalan ve babasını son kez gördükleri hapishane de kapalı dar mekân
olarak dikkati çeker. Bu mekân, Kenan’ın zihninde her zaman kötü izler
bırakmıştır:
“Kenan, ne vakit gözlerini kapasa, bu küçük
taş odayı bütün teferruatıyla görürdü. Bütün eşyası, üstüne sarı bir battaniye
atılmış kırık bir kerevet, bir testi, bir teneke lamba, boş bir gaz sandığı,
bir de uttan ibaretti. (...) Babası; uzamış traşı, demir parmaklıklı küçük
pencereden giren kirli ziya içinde sarı ve zayıf çehresiyle gaz sandığının
kenarında oturuyor, udun telleriyle oynuyordu." (s.23)
# Kenan’ın ilerdeki
yaşamını etkileyecek olan babası “demir parmaklıklı küçük pencereli küçük
taş oda" içerisinde “uzamış traşı" ve “sarı ve zayıf
çehresiyle" ile son görüşme anından anılarına sızarak
kasvetli bir ortamın ruhunun derinliklerine işlemesinde etkili olur.
# Mekân, geçmiş ile bugün
arasında köprü görevi gören bir özelliğe sahiptir. Bu nedenle başkişi Hüseyin
Kenan’ın çocukluk yıllarından itibaren kendini içerisinde bulduğu Bozyaka bağları
önemli bir konuma sahiptir. Babasının hapishanedeki son durumunu hatırlayan
Kenan için dayısının konağı, o yıllarda yaşanması zor bir yer halini alır.
Dayısının küçümsemeleri karşısında sürekli susan Kenan sadece kendisini
dışarıdaki bağlara attığı zaman rahatlar.
# Kenan’ın hayatında
önemli bir yeri olan İstanbul, onun ruhunun diğer yarısının ortaya çıktığı
dar/kapalı mekândır. Hayatın ezik yüzüyle mağlup bir halde yaşarken aniden ünlü
bir müzisyen olan kahraman, hayatın galibi olmak için “ötekiler"
gibi görünür. Kenan’ın yüzünde iğreti bir maske gibi duran bu durum, İstanbul’u
onun yaşamında boğucu ve yapay bir mekân kılar:
“Pancurlarım kapalı, odam gece gibi
karanlıktı. Bir saatten beri piyanonun yanındaki koltuğun içinde uyuşup
kalmıştım. Hiçbir şey düşünmüyor, hiçbir şey hissetmiyordum. Odam gibi beynime
ve kalbime de mazlum bir durgunluk çökmüştü." (s.239)
# “Pancurları
kapalı" odası ile gönlü
arasında ilinti kuran başkişi, kendisine ait olmayan bir yapay yaşam kurgusu
içindedir. Geçmişten gelen hayat galibi olmak hırsı ile elde ettiği yeni yaşamı
onun yaratıcı müzisyen ruhunu da köreltir. “Kendini gerçekleştirdiği"
Bozyaka’nın ardından İstanbul sosyetesinin içine girer ve geride bıraktığı
yaşamı özler.
# Kenan’ın içinde sürekli
Bozyaka’ya doğru akan bir duygu vardır. İstanbul’da geçen her dakikası
ruhundaki fırtınaları artırmakta; içindeki yaşama ve çalışma arzusunu yok
etmektedir. İstanbul’da kendisi dışındaki yaşamın canlılığının farkında olan
Kenan, kendi yaşamını Boğaziçi’nin Anadolu sahiliyle karşılaştırır ve
benzerlikler bulur:
“Ne kadar birbirimize benziyorduk. Geçmiş
günlerimi de tıpkı böyle görüyordum. Ya durgun, meyus, ümitsiz bir ölüm
karanlığı ve hareketsizliği; yahut da müfrit bir teheyyüç, çılgın, sarhoş bir
şenlik... Bunun ikisini aramış bulamamış başka insanlar gibi ruhuma sakin bir
karar, mutedil bir saadet temin etmemiştim. ” (s.243-244)
# Mekan ve insan
arasındaki kaçınılmaz uyuşum ve dönüşüm halinin ruhsal çöküntü içindeki Kenan “durgun, meyus, ümitsiz
bir ölüm karanlığı ve hareketsizliği ” ile “müfrit bir teheyyüç,
çılgın, sarhoş bir şenlik” arasında kalmış bir insanın
ikilemlerini yaşar. Ruhsal anlamda “mutedil bir saadet”
beklentisine karşılık bulamayan Hüseyin Kenan, kendisi olmak ile öteki olmak
arasında sıkışmanın mekansal yansımasını kendisi ile özdeşleştirir.
# Hayatını iki üç nokta
arasında belirleyen kahraman, dingin bir yaşamın özlemini çeker. Onun ruhunu
dingin kılacak mekân İstanbul’da, Kınalı Yapıncağın çocukluğunu geçirdiği
“Paşabahçe” olur. Fakat yalnızca bir anlık düşüncenin ürünü olarak karşımıza
çıkan bu mekândan ziyade, ruhunun daima kaçış yeri olarak gördüğü Bozyaka
bağları, yaşamını yönlendiren mekân olarak romandaki en önemli yere sahiptir.
# Dudaktan Kalbe
romanının ikinci bölümünde, Lâmia’nın başkişi Kenan’dan daha fazla yer alması,
onun yaşadığı mekânları da önemli hale getirir. Lâmia’nın Kenan’dan çocuk
beklediğini gizleyerek kendini feda etmesinin ardından İzmir’de kalması doğru
bulunmayarak Kütahya’daki büyük dayısı Rıza Bey’in yanına gönderilir. Bu mekân
değişikliğiyle birlikte Lâmia’nın hayatı kararmaya başlar. Toplum tarafından
damgalanan on altı yaşındaki genç kız için aslında bundan sonra yaşayacağı her
mekân aynı anlamsal değeri taşır. Fakat yüreğindeki aşkıyla birlikte kendi
kabuğuna çekilmek isteyen Lâmia, hem dışarıdaki toplumsal normlar hem de
düştüğü durumlardan faydalanmak isteyenler tarafından baskı altına alınmak
istenecek ve bu durum da onun için mekânın daralmasına sebep olacaktır. Bu dar
mekân, “Reşat
Nuri ’nin canlı, sıcak, azgın, bağnaz, duygulu kötücül yan kişilerinin oluşturduğu
‘yaşayan taşra’dır. Tipik kasaba dünyasının bağnaz, acımasız, ikiyüzlü ahlâkı;
namus perdesi ardında gizlenen azgın cinselliği karşısında onurlu ve dirençli.
Lâmia, melodram labirentlerinde varolma savaşını acıyla ve özveriyle
sürdürür."
# Kütahya’da dayısının
evinde kalan Lâmia için en büyük tehdit unsuru, dayısının kızı ile evli olan
Rasih’tir. Onun düştüğü durumdan faydalanmak isteyen Rasih, Lâmia’nın yaşadığı
mekânı her an daraltan unsur olarak karşımıza çıkar.
Açık ve Geniş Mekânlar:
# Dudaktan Kalbe
romanında, başkişi Hüseyin Kenan ve Lâmia’nın yaşadığı mekânlar, kahramanların
ruh hallerini yansıtırcasına mekan-insan bağdaşımında sunulur. Bu bağlamda, hem
başkişinin hem de Lâmia’nın hayatındaki en önemli mekân Bozyaka’dır. Saib
Paşa’nın Bozyaka’daki bağ evinde Hüseyin Kenan için özel yapılmış bir “merasim dairesi"
vardır ki bu mekân onun Lâmia ile ilişkisini belirler.
# Hüseyin Kenan’ın ünlü
bir keman virtüözü olduktan sonra yaşamını özelleştiren bu mekân, onun sığınağı
gibidir. Özellikle de onun ünlü olmasını sağlayan “Şark Leyliyyeleri” adlı
eserin bu mekânın çevresinden mülhem olması ve yaşamının kırılma noktalarını
burada geçirmesi buraya ayrı bir özellik katmaktadır.
# Bağdaki merasim evi,
Kenan’ın hayatındaki izlerin/hatıraların birikimidir aynı zamanda.
Çocukluğundaki hayat mağlubunun gençliğindeki hayat galibinin, Dudaktan Kalbe
inen zehri yudumladığı yer de yine bu mekândır. Merasim evindeki odasını kendi
yaşamıyla ilintilendiren Kenan, bu oda ile ilgili düşüncelerini şöyle anlatır:
“Odam gönlüme benziyor, ilerleyen yaşıma
rağmen orada da daima böyle sessiz bir hayatın raşeleri var. Orada da böyle
gözlerin renkli vehmi sanılacak kadar hafif şeyler mütemadiyen çırpınıyor,
titriyor, bir gizli ateşte nazik kanatlarını yakıyor. Odam gönlüme
benziyor." (s.75)
# Odası ile kendi gönlü
arasında bağdaşım kuran başkişi Kenan, kendilik değerlerini duyumsadığı anlarda
kullandığı bu ibarelerle merasim odasının içsel huzurunu dışa yansıtır.
Yaşamındaki gizli hüzünleri ve ezikliğini paylaştığı bu oda, onun ruhsal
anlamdaki yalnızlığını ve tereddütlerini simgeleyen bir mekândır.
# Kenan’ın yaşam
çizgisinde önemli yere sahip olan Bozyaka bağları ve İstanbul arasındaki
çatışma, mekânın insan ruhundaki derin etkilerinin izlerini taşır. Geçmişindeki
saf ve temiz günleri bıraktığı Bozyaka; onun yapay şöhret mekânı olan
İstanbul’dan sıkıldığı anlarda kaçarak sığındığı büyük bir ruh iklimi gibidir.
Bu nedenle kendisi olma ve başkası olma yolunda tavırlar takındığı bu iki
mekân, simgesel anlamda roman boyunca çatışma içindedir.
Bozyaka bağları, genel anlamda romanda geniş/açık mekân
olarak kullanılmıştır. “Açık
ve geniş mekânlar, içtenlik mekânlarıdır. İçtenlik, mekânı içten dışa doğru
çeviren ve açan bir niteliktir. Bu mekânlarda karakter, kendisiyle çevresi ve
bütün evren ile uyuşum içindedir. "
# Hüseyin Kenan’ın
çocukluğundan itibaren özgürce koşup eğlenebildiği bu bağlar, onun ilerideki
hayatında da etkisini gösterir. Öyle ki, Kenan, Cavidan ile evlenip İstanbul’a
yerleştikten sonra ruhunda ve karakterinde farklı bir insan özelliği baş
gösterir. Kendisini hayata karşı galip konuma getiren musikiyle bile uğraşamaz
hale gelir. Fakat tekrar Bozyaka’nın bağlarına gittiğinde kendini yeniden
bulmuş gibi olacaktır.
“Yol yorgunluğundan ve fazla tahassüsten
bitap bir halde kemanı bıraktığı vakit karanlığa baktı: “Ah Bozyaka, dedi,
çocukluğumun, ilk gençliğimin bütün emeli ve tahassüsümü buraya gömmüştüm...
Bir gün onları bu kadar zenginleşmiş olarak geri vereceğini ümit eder
miydim?" (s. 100)
# Bununla birlikte Lâmia ile
yaşadığı ilişkinin ardından bu mekân daha büyük anlam kazanacaktır. Başlangıçta
geçici bir yaz aşkı olarak gördüğü bu ilişki, zaman geçtikçe Bozyaka bağlarının
mehtaplı gecelerinde başlayıp Dudaktan Kalbe doğru inen bir aşka dönüşür.
Lâmia’nın aşkıyla birleşen Bozyaka, onun ölüme doğru yürüdüğü mekân olarak da
dikkat çeker.
# Dudaktan Kalbe
romanında, mekân unsuru başkişi Kenan ve Lâmia’nın kendilik değerlerini
kurguladıkları Bozyaka bağlarında genel anlamda açık ve geniş bir biçimde
sunulurken, iki kahramanın da Bozyaka dışındaki yaşamlarında mekân kapalı ve
dar bir biçimde sunulur.
Şahıs Kadrosu
Başkişi
# Dudaktan Kalbe
romanında başkişi, ünlü bir keman virtüözü olarak karşımıza çıkan Hüseyin
Kenan’dır. Hayata mağlup başlayan Kenan’ın annesi Melek Hanım, babası Nail Bey
ile evlenmek istediği zaman ailesi tarafından reddedilir. Çünkü Nail Bey ailesine daha iyi bakabilmek için hırsızlık yapmış ve
bunun neticesinde hapse girmiştir.
# Hüseyin Kenan,
çocukluğunun büyük bir bölümünü Bozyaka’daki Saib dayısının konağında annesi ve
kız kardeşi ile birlikte bir sığıntı gibi geçirmiştir. Babası Nail Bey’in
hırsızlığı ve müzisyenliğinin kötü tarafları dayısı tarafından ona sirayet
ettirilir.
# Kenan, anlatıcı
tarafından sosyal sınıflar arasındaki geçişkenlik kurallarını bilmeden kendince
yaşayan şaşkın bir karakter olarak çizilir. Çocukluk döneminde zor hayat
şartları karşısında boynu bükük bir şekilde karşımıza çıkan Kenan, ilk gençlik
yıllarında da bu tavrını devam ettirir:
“Mamafih, hala eski ürkek, uyuşuk,
mütehayyil tabiatını bırakmamıştı. Mektepte de konakta olduğu gibi çocuklardan
uzak kalıyor, yine o nazik, mahcup vakarıyla haşarı arsız arkadaşlarına kendini
saydırıyordu. (...) çalışkan değildi, derslerine fazla merakı yoktu. Ev
işlerinde annesine yardım eder, hatta onun örgülerine, gergeflerine biraz eli
yatardı. Komşular onu, haşarıca bir kız olarak yetişen Afife’den ziyade kıza
benzetirlerdi. ” (s.28)
# Yaşamındaki bu mahcup
çocukluğun ardında, onun ruhundaki “babası gibi hayat mağlubu” olma psikozu
yatmaktadır. Bununla birlikte mağrurdur ve üzerindeki büyük sorumluluğun
bilinciyle, çocukluğunun getirdiği haklardan kendi isteğiyle feragat etmiştir.
# Hüseyin Kenan’ın yaşam
karşısında iki farklı tutumu/tavrı vardır. Bunlardan ilki çocukluk döneminde
babasının günahlarını üstlenen durgun ama mağrur kişi, diğeri ise ünlü bir
müzisyen olduktan sonra hayata karşı galip geldiğini düşünen neşeli, pervasız
bir sonradan görme. Çocuk yaşlardaki mağrur kişiliğinin ardından ne olduğunun
farkında olan ve sınırlarını aşmayan bir kişilik yapısıyla karşımıza çıkar. Bu
anlamda, kendi yaşadığı sosyal tabakanın farkında olan Kenan, üst tabakadakilere
de yük olmamak gayreti içindedir.
“Dünyada en çok iğrendiği insanlar, zengin
ve mesut insanların etrafında yaşayan, onların saadetlerinin kırıntılarıyla
bahtiyar olmaya çalışanlardı. (...) İnsan, kendini, halini bilmeli, elde
edemeyeceği bir şeyi mümkünse istememeli, mümkün değilse bu arzuyu gönlünde
gizlemeliydi. ” (s.37)
# Kendisini hayat
karşısında mağlup gören Kenan’ın hayat felsefesi, daha sonraki dönemde ünlü bir
keman virtüözü olmasıyla birlikte değişecektir. İçindeki “yaşanmamış şeyler”
birdenbire saldırgan bir tavırla baskın çıkacak, görgüsüzce etrafa
saldıracaktır. Bu saldırganlığın altında çocukluğundan gelen “bastırma”
içgüdüsü yatmaktadır. Kenan’daki bu bastırma olgusunun temelinde “toplum tarafından
dışlanma korkusunu almak, her toplumun insanı toplum dışı bırakmak tehdidiyle
istediği şekle sokabileceği ve insansallığından uzaklaştırabileceği türden çok
karamsar bir görüş” söz konusudur. Nitekim Leyla’yı kendine layık
görmeyen Kenan’ın “hırsızın
oğlu olması” nedeniyle toplum tarafından dışlanacağı hissine
kapılarak aşkını bastırma yoluna gitmesi de bunun bir göstergesidir. Bu
anlamda, çocukluğundaki aşkı Leyla’yı “elde edemeyeceği arzuları gönlünde
gizleyerek” büyüyen Kenan, Lâmia karşısında aşkın saflığını
yıkarak şehvetin kollarına atılır. Bu durum, Kenan’ın bastırdığı aşk duygusunun
ötelenerek cinsellikle yer değiştirmesini yansıtır.
“On beş yaşında iken ihtiyarlar gibi
yorgundu. Şimdi otuz yaşından sonra on beş yaşındaki mektep çocukları gibi yeni
tahassüslerle titremeye başlıyordu. Gördüğü takdir ve muhabbet ona eski mahcup,
merdümgirizliğini yavaş yavaş kaybettirmişti. ” (s.47)
# Kenan’ın kişiliğindeki
değişim, şöhretin hızla başını döndürmesinden kaynaklanır. Fakat onun
kişiliğindeki bölünme, babasından miras aldığı “hayat mağlubu” sıfatının,
çocukluk döneminin ertelenmesi ve yaşanmaması sebebiyledir. Şöhret sonrası
hızlı bir aşk evrimi geçiren Kenan, yüreğindeki çocuğun saf yanlarını değil
yaramaz yanlarını yaşar. Bu noktada Kenan, ünlü bir virtüöz olduktan sonra
narsist bir kimliğe bürünür. Onun kişiliğinde Kernberg’in tarif ettiği
narsistik özellikler bu şöhretle birlikte belirmeye başlar. “Narsisistik
kişiliklerin başlıca özellikleri büyüklenmecilik, aşırı bencillik ve başka
insanlardan hayranlık ve takdir elde etmeye çok hevesli olmalarına karşılık,
başkalarına karşı çarpıcı bir ilgi ve eşduyum yokluğudur”. Kenan,
küçüklüğünden gelen aşağılık kompleksini şöhretiyle birlikte narsizme
dönüştürmüş ve çevresine karşı “eş duyum yokluğu” ile bakmaya başlamıştır.
# Başkişi Hüseyin
Kenan’ın karakterindeki ani değişim, onun yaşama karşı eğreti tutumunu derinden
etkiler. İki arada kalan kahraman, ne çocukluğundaki olgun Kenan, ne de
gençliğindeki çocuk Kenan’ı tam anlamıyla yaşayamaz. Bu nedenle ikisinden de
mahrum kalarak, çözümü ölümün sonsuz sessizliğine kaçmakta bulur.
Norm Karakterler
# Dudaktan Kalbe
romanında en önemli norm karakter başkişi Hüseyin Kenan’ın yaşam dengesini alt
üst eden ve yer yer ondan daha çok ön plana çıkan Lâmia’dır. Kanan’ın, Lâmia
ile karşılaşması onun dudak ile kalp arasındaki çatışma içerisinde büyük bir
erginlenme aşaması göstermesini sağlar.
# Lâmia, romanın
başlarında çocuk yaşıyla, silik bir karakter olarak karşımıza çıkar. Lâmia da
Kenan gibi henüz çocuk yaşlarda hayata karşı mağlup durumdadır. Annesi ve
kardeşi Fahir’in ölümünden sonra henüz on iki yaşındayken, şark vilayetlerinde
kaymakamlık yapan babasına şefkatle bakan Lâmia, babasının bir kaza sonucu
ölmesiyle hayatta neredeyse yalnız başına kalır. İzmir’deki dayısı Şükrü Bey’in
evine yerleşen Lâmia, burada bir sığıntı gibi yaşamaktadır.
# Dudaktan Kalbe
romanında, Lâmia, başkişi Kenan’ın aşka bakışının dışavurum simgesi gibidir.
Saf bir romantizmle, çocuk yaşta Kenan’a âşık olan Lâmia, onun tüm isteklerine
boyun eğecek kadar kapalı gözlerle bilinmez bir maceranın içine atılır.
# Hüseyin Kenan’dan
hamile kalan ve bunu büyük bir sır olarak saklayan Lâmia romanda “dudak ve
kalp” simgelerinden oluşan çatışmada “kalp” tarafında yer alır. Toplum
tarafından damgalanmış Lâmia’nın yaşamı, Kenan’a olan aşkına karşı yaptığı
fedakârlığın bedeli olarak karşımıza çıkar. Kalbindeki aşkı günden güne büyüten
Lâmia, toplumun tüm olumsuz bakışlarına ve davranışlarına karşı mücadele
etmekte kararlıdır. Kenan’ın sevgisini yüreğinin gizli köşelerinde saklarken,
kendisine yapılan iyiliklere karşı da minnettar bir tavır sergiler.
# Lâmia’nın roman
içerisindeki en önemli konumu/görevi ise başkişi Hüseyin Kenan’ın, şöhret
olduktan sonraki aşk anlayışını tersyüz etmektir. Bununla birlikte sadece
Kenan’ın aşk anlayışını değil onun hayat karşısındaki tutumunu da sarsar.
# Dudaktan Kalbe
romanında, başkişi Hüseyin Kenan’ın yaşamını yönlendiren bir diğer norm
karakter ise Şem’i Dede’dir. Rumelili bir göçmen olan Şem’i Dede “yarı meczup, fakat rint, ehlidil bir adamdır” (s. 15)
Onun, Kenan’ın yaşamındaki en önemli yeri ise musiki dolayısıyladır. Şem’i Dede,
çok iyi ney çalmaktadır. Romanda, Kenan’ın yıllarca önce yitirdiği babasının
konumunda görünen Şem’i Dede, baba şefkatinden mahrum bir çocukluk geçiren
başkişiyi bu noktada bütünlemekte ve Kenan’ı bir evlat gibi görmektedir:
“Kenan, hayatında ilk defa bir arkadaş
bulmuştu. (...) Şem’i Dede, Kenan’ın ruhundaki ağır, mağmum ciddiyeti çok iyi
anlamış onu evlat gibi, hatta yaşlı başlı bir arkadaş gibi sevmişti. ” (s.30)
# Şem’i Dede, Kenan’ın
ruhundaki musiki aşkını babasının mirasıyla birleştirir. Kenan’daki musiki
istidadını keşfeden Dede, ona ney ile parça çalmadan önce mutlaka güftesini
okuyup manasını açıklar. Musikiyi insanın ruhundaki gizli yanlarıyla
birleştiren Şem’i Dede, Kenan’a Mesut Bey adındaki eski bir reji kâtibinden
keman dersi aldırarak hayat yönünün değişmesine vesile olur.
Kart Karakterler
# Dudaktan Kalbe
romanında, başkişi Kenan’ın roman boyunca yanında görülen tekdüze/klişe
tiplerden dayısı Saib Paşa, Münir Bey, Prens Vefik Paşa ve kızı Cavidan;
Lâmia’nın Kütahya’da kaldığı yıllarda karşımıza çıkan Rıza Bey ve damadı Rasih
efendi, Binbaşı Kemal ve kızı Makbule ile Doktor Vedat kart karakterlerdir.
# Dudaktan Kalbe
romanının ilk bölümünden son ana kadar canlılığını ve hayata bakışını
değiştirmeyen Kenan’ın dayısı Saib Paşa, İzmir’de belediye başkanlığı için
sürekli çırpınan, gösteriş meraklısı bir adamdır. Kenan’ın çocukluğunda onu
sürekli hakir gören Paşa, ünlü bir keman virtüözü olmasının ardından aniden ona
karşı tavırlarını değiştirir. Romanda Saib Paşa’nın fiziksel özelliklerinden
çok karakter yapısına dair özelliklerinden bahsedilir. Onun dünyadaki mekân ve
ikbal hırsı üzerinde ise özellikle durulur: “Bu
adamda sönmez bir ikbal hırsı, müfrit bir azamet deliliği vardı.” (s.24)
# Saib Paşa, roman
boyunca genel anlamda çıkar ilişkilerini gözeten bir karakter olarak çizilir.
# Dudaktan Kalbe
romanındaki bir diğer önemli kart karakter ise Cavidan’dır. Prens Vefik’in kızı
olan Cavidan, babasıyla sürekli ülkeden ülkeye dolaşan, yüksek sosyetenin
gereklerini yerine getiren bir tiptir.
“Prenses Cavidan, esaslı bir tahsil ve
terbiye görmemişti. O da babası gibi mutasallifti; o da sanatı kıymetli bir süs
gibi kullanıyordu. Fakat güzel çehresi gibi zengin, göz aldatıcı bir zekası
vardı. Mecmualardan, edebiyat kitaplarından, sanat mahfillerinin
dedikodularının toplanmış köksüz fakat süslü, renkli fikirlerini oldukça iyi
idare ediyor, babası gibi, nutka başlar başlamaz foyasını meydana veriyordu. ” (s.9)
# Süslü bir biblo gibi
tasavvur edilen ve kişileştirilen Cavidan’ın, Kenan ile evlenme sebebi de
yüksek şöhret tutkusundandır. Kenan ile aralarındaki ilişkinin boyutu da sadece
fiziksel güzelliğin ve sosyal şartların zorlamasından kaynaklanmaktadır.
Romanda boyutsuz bir karakter olarak karşımıza çıkan Cavidan, Kenan’ın
“maskelenmiş yüzünün” sosyete karşısındaki tutumunu da sembolize etmektedir.
# Dudaktan Kalbe
romanında Kenan’ın çevresinde bulunan Saib Paşa ve Cavidan’ın yanı sıra onlar
kadar ön plana çıkmamakla birlikte Münir Bey ve Prens Vefik de kart karakterler
grubunda yer alırlar. Prens Vefik, Cavidan’ın babasıdır. O da Münir Bey gibi
ailesi tarafından Paris’e gönderilmiş orada bir süre kaldıktan sonra
İstanbul’da Münir Bey ile Şûara-yı Devlet Azalığı yapmış ve nihayet sefaret
müsteşarlığı göreviyle birçok seneler Londra’da bulunmuştur. Ömrünün çoğunu
kızıyla birlikte seyahatlerde geçiren Prens Vefik Bey, “kibar,
centilmen, biraz seyahate meyilli bir adamdı. Büyük emellere, büyük fikirlere
bağlanmaya ruhu müsait değildi. Kendisini bir vazife esiri olamayacak kadar
geniş fikirli, bir hayat-ı intizamı kabul edemeyecek kadar sanatkâr ruhlu
zannederdi. " (s.8)
# Münir Bey, İzmir
Bozyaka’da Kenan’ın dayısı Saib Paşa’nın bağ komşusudur. On senelik bir
zamandır bağlarına çekilen Münir Bey, kendisini üzüm yetiştiriciliğine
adamıştır. Rintmeşrep, sade ve makul bir adam olan Münir Bey, Kenan’ın
mühendislik mektebine kaydolması ve Cavidan ile tanışıp evlenmesinde de etkin
rol oynar.
# Dudaktan Kalbe romanının ikinci bölümünde karşımıza çıkan
Binbaşı Kemal ve kızı Makbule de Lâmia’nın hayatını doğrudan, Kenan’ın hayatını
ise dolaylı yönlerden etkileyen kart karakterlerdir. Emekli bir asker olan
Binbaşı Kemal, aynı trenle Kütahya’ya yolculuk yaptığı Lâmia’yı başlangıçta
damgalı bir dul olarak görmesine rağmen daha sonraki vakalar neticesinde onunla
evlenir. Kemal Bey, Lâmia’ya ilk evlilik günlerinde sevgi ve sadakatle
yaklaşmıştır. Kemal Bey’in kızı Makbule ise on altı on yedi yaşlarında, sevimli
fakat geveze bir kızdır. Kütahya’da bir dönem Lâmia’nın yegâne arkadaşı
gibidir.
# Lâmia ile Kenan’ın
ortak arkadaşları Doktor Vedat ise Binbaşı Kemal Bey’in yeğenidir. Lâmia’nın
Kemal Bey ile evli olduğu sıralarda sürgün olarak Kütahya’ya gelmiştir. Doktor
Vedat neşeli, hayatla barışık, makam sahiplerine karşı pervasız bir kişiliğe
sahiptir. Vedat aslında romanda Kenan ile Lâmia arasında bir köprü vazifesi
görmektedir.
Fon Karakterler
# Dudaktan Kalbe romanı,
başkişi Kenan ve Lâmia çevresinde zaman ve mekân bakımından dinamik bir süreçte
kurgulandığı için fon karakterlerin sayısı da bir hayli fazladır.
# Hüseyin Kenan’ın İzmir
Bozyaka’daki çevresi, Lâmia’nın Kütahya’daki çevresi ve bu iki kahramanın
İstanbul’daki çevreleri fon karakterleri oluşturmaktadır. Hüseyin Kenan’ın
annesi Melek Hanım, babası Nail Bey ve kız kardeşi Afife bu karakterlerin
başında gelir. Kenan’ın babası Nail Bey, İzmir’de Selahattin Bey’in yanında
kâtiplik yaparken Melek Hanım ile tanışır ve evlenirler. Nail Bey, ailesini
daha iyi geçindirebilmek için hırsızlık yapar ve hapse düşer. Kenan’ın annesi
Melek Hanım ise Selahattin Efendi’nin son çocuğudur. Adı ile müsemma olan Melek
Hanım hayatını çocuklarının saadetine adamıştır. Özellikle de Kenan’ın
Avrupa’ya gitmesi konusunda Melek Hanım’ın çok büyük desteği olur. Kenan’ın kız
kardeşi Afife ise Seydişehir’de bir tüccarın oğlu ile evlidir
# Kenan’ın Bozyaka’da
geçen çocukluğu sırasında âşık olduğu Leyla, onun yaşanmamış çocukluk ve ilk
gençlik yıllarının simgesi olarak karşımıza çıkar. Yine bu yıllarda Saib
Paşa’nın konağında kaldığı dönemde görülen Saib Paşa’nın iki oğlu Cemil ve Sadi
de fon karakterlerdir.
# Kenan’ın çocukluk yıllarında evlerinin yakınlarındaki
eski bir tekkede dinlemeye gittiği udî emekli binbaşı; musiki hocalığı yaptığı
mekteplerdeki müdürler, okul arkadaşı olan ve Kenan’ın Avrupa’ya gitmesini
sağlayan arkadaşı Cevat, Kütahya’da yol mühendisliği yaptığı sıralarda tanıdığı
arkadaşları ve mutasarrıf, İzmir’de bir gece vapurdan indiği sırada kendi
bestesini çalan ihtiyar dilenci, Kenan’ın çevresindeki olayların genişlemesini
sağlayan fon karakterlerdir.
# Şükrü Bey ve onun eşi
Meftune Hanım; henüz hiç yüzünü görmediği nişanlısı Nazım Bey ise Lâmia’nın
çevresindeki ilk fon karakterler olarak dikkat çekerler. Lâmia’nın başına gelen
olaydan sonra damgalanmasını fırsat bilen Namık Bey de bu grupta yer alır.
# Lâmia’nın Kütahya’daki
dayısı Rıza Bey eşi Huriye Hanım, kızı Mahmure ve onun kocası Rasih de romanın
Lâmia cephesinden boyut kazanmasını sağlayan karakterler olarak dikkat
çekerler. Kenan ile Lâmia’nın çocukları Mebrure de fon karakterdir. Bunlardan
başka Cavidan’ın eski aşığı Namık Behçet Bey, Lâmia’ya mahkeme sonrası sahip
çıkan Hakkı Efendi ve ailesi de fon karakterler grubunda yer alır.
İzleksek Kurgu
Dudaktan Kalbe romanında entrik kurguyu oluşturan ve
çatışmayı sağlayan değerleri “KORA şemasında” şu şekilde göstermek mümkündür:
Ülkü (Tematik) Değerler
|
Karşı Değerler
|
|
Kişiler
Düzeyinde
|
Lâmia Şemi Dede Melek Hanım Leyla
Doktor Vedat
|
Kenan Cavidan Saib Paşa Nimet Hanım
|
Kavramlar
Düzeyinde
|
Aşk
Kendisi olma
Masumiyet
Fedâkârlık
Sevgi
Sadakat
|
Şehvet
Yabancılaşma
Ahlâki yozlaşma/sömürü
Çıkar
Şöhret
Narsisizm
Kaçış
|
Simgeler
Düzeyinde
|
Kalp
Kınalı Yapıncak Bozyaka Siyah Yıldızlar Günlük (Ruzname)
|
Dudak Musiki İstanbul Merasim Odası İntihar
|
Aşk:
# Klasik anlamda bir aşk
hikâyesini konu alan Dudaktan Kalbe romanında, başkişi Kenan ile Lâmia arasındaki
“aşk” ve “aşk anlayışı” farkının çatışması ön plandadır. Romanın başkişisi
Hüseyin Kenan, yaşanmamış çocukluğun ve çocukluk aşkının yüreğindeki anlamını
yitirmesinin ardından aşkını kalpte değil dudaklarda yani bedende arar. Lâmia
ise aşkı çocuk yaşta itibaren kalbinin derinliklerinde hisseder.
# Dudaktan Kalbe
romanında kavramlar düzeyindeki çatışmanın temelinde aşk vardır. Aşkın saf hali
ile şehvet arasındaki o kaçınılmaz çatışma, romanın başkişisi Kenan ile Lâmia
arasındaki yaşam biçimine yansımış halde karşımıza çıkar. Kenan’ın aşk anlayışı
onun yaşanmamış bir çocukluk devresinin ardında gizlenen/ötelenen duygularının
baskısı altında gelişir. Çocukluğunda “hayat mağlubu” sıfatıyla kendisine layık
göremediği doğal bir duygu olan aşk, otuzlu yaşlarda “hayat galibi” sıfatını
kazandıktan sonra kimlik değiştirerek şehvet elbisesi altında Kenan’ın yaşamını
alt üst eder:
“Kenan, karasevdasının bütün
çılgınlıklarına rağmen Leyla’yı bırakmış, ağlaya ağlaya oradan kaçmıştı. Bu
izzetinefis sahibi büyük adam fedakârlığını yaptığı vakit on yedi yaşında
çocuktan başka bir şey değildi. ” (s.36)
# Çocukluğundaki
“ulaşamayacağı hedeflerden kaçmayı” yaşam felsefesi haline getiren Kenan’ın
büyük fedakârlığı, onun daha sonraki yaşamında karşısına yaşanmamış duyguların
saldırısı ve sonradan görmeliği olarak çıkacaktır. Çünkü Kenan, dış dünya
tarafından onaylanmayacak aşkını bastırma yoluna giderek kendi iç dünyasında,
aşk olgusunun olmadığı düşüncesiyle yeni bir benlik kazanma çabası içine
girmiştir. “Kendilik
ile iç nesneler dünyası (bütünleşmiş nesne temsilleri) arasındaki normal ilişki
tehdit edildiğinde ve kendiliğin iç nesneler tarafından içsel olarak terk
edilmesi denilebilecek bir durum ya da nesnelerin yitirilmesi durumu meydana
geldiğinde acı verici ve rahatsız edici nitelikte patolojik öznel deneyimler
gerçekleşir. ”
# Aşkın yaşan(a)madan terk edilmesiyle/
yitirilmesiyle ortaya çıkan bu “öznel deneyim”in etkisi ve
aşkın biçiminin şehvete dönüşmesi, Kenan’ın Lâmia ile arasındaki duygusal bağın
niteliğini de sarsıntıya uğratır. Nitekim Kenan’ın hayat galibi olduğunu
zannettiği ünlü bir keman virtüözü olduğu dönemlerdeki aşk anlayışı, bedensel
değerlere bürünür. Kenan, aşkı artık kalpte değil dudaklarda aramaya başlar:
“Kenan, onun yeşil gözlerinin iki iri yaş
damlasıyla bulandığını gördü, rüyasında ağlayan çocuklar gibi sönük bir sesle:
“yapmayın Kenan Bey, yazık bana!” dediğini işitti. Buna rağmen onu daha
kuvvetle kollarında sıktı, tekrar tekrar dudaklarından öptü. ” (s.109)
# Aşk ile şehvet
arasındaki bu çatışma, Kenan’ın “arsız bir sonradan görme”
oluşuyla yakından ilintilidir. Kenan’ın iki ayrı duygu arasındaki gel-git
dönemlerine tesadüf eden Lâmia’yı sevme süreci, onu yitirmesiyle trajik bir
kimliğe bürünür. Aşkın, Kenan’ın dünyasındaki şekil değişikliği, romanda
doğallık ve yapaylık çatışmasının oluşmasını sağlar. Aşkın doğallığı ile yapaylığı
başkişinin yaşadığı dönemlere bağlı olarak değişkenlik gösterir. Oysa “aşk ne bir tüketim
biçimine indirgenebilir ne de karşıtlık kurduğu ‘kutsal’ bir kösnüllüğe;
bireyin kendisine, özgür yaratımına zevkine, mutluluğuna dönüşüdür.” Bu bilişten uzaklaşmış olan Kenan,
çocukluğunda Leyla’ya karşı duyduğu saf aşkı, fedakârane bir biçimde kalbine
gömer. Yaşamın doğal değerleri yerine sonradan kazanılan şöhretin baş
döndürücülüğü ile alışık olmadığı yüksek sosyete tabakasında yapmacık tavırlar
sergileyen, yaşadığı ikileme rağmen bu hayatı bir süre devam ettirir. Çünkü
Kenan, “kendi
içinde, onu düşmeye kışkırtabilecek ya da uçsuz bucaksız yükseklikleri
keşfetmeye özendirecek bir uçurumun varlığından” tam olarak haberli değildir.
Kenan: Fiziksel cinsellik boyutlu aşk algısı (Dudak)
Cavidan: toplumsal sınıf ve ekonomik anlamda aşk algısı
(Meta)
Lâmia: Tinsel boyutlu aşk algısı (Kalp)
# Kenan’ın yaşam karşısındaki tavrının
değişimi, ünlü bir keman virtüözü olarak çevresi tarafından önemsenmesi ile başlar.
Kendisini başkaları tarafından “önemli” hissetme farkındalığı aslında,
çocukluğunda başkaları tarafından önemsenmeme/fark edilmeme psikolojisinin
tersi biçiminde ortaya çıkar. Yaşama tutunma noktaları farklı olan, Kenan,
Lâmia ve Cavidan’ı buluşturan aşk, yukarıdaki şekilde görüldüğü gibi algı
farklarından doğar. Romanın başkişisi Kenan’ın aşkın saf hali ile gösteriş/meta
hali arasındaki kararsızlığı -bedensel hazlarına esir olan bir erkek olması
dışında- yaşama ve insanlara karşı çocukluğundan beri biriktirdiği öfkenin
dışavurumudur. Bu dışavurum sonucu Lâmia’nın saf aşkını kirleten Kenan,
“gösteriş” için taktığı maskenin de farkına varır.
# Cavidan’ın Kenan’dan beklediği ise yeniden
güzel besteler yaparak hep meşhur bir sanatkâr kalmasıdır. Karşılıklı gösteriş
ve çıkar ilişkisine dayalı olan bu aşk anlayışı iki tarafın da beklentilere
karşılık vermemesi sonucu yıkıma uğrar. Kenan ve Cavidan tarafından ötelenen
Lâmia’nın aşkı algılayış biçimi, böylelikle yükselen ve aranan değer halini
alır. Kenan’ın maskesini çıkararak öfkesini tamamen boşalttıktan sona
algıladığı ve hedeflediği aşk değeri erişilemez konuma geçer. Ancak artık
Lâmia, Kenan’a olan aşkını “değersizleştirme
” yoluna gitmiştir. Bunun temelinde ise “düş kırıklığı
tepkileri olarak rasyonelleştirilen değersizleştirme”nin etkisi söz konusudur.
# Dudaktan Kalbe
romanındaki entrik kurguyu sağlayan en önemli çatışma simgeler düzlemindeki
dudak ve kalp çatışmasıdır. Sevginin dudaklarda mı kalplerde mi yaşanması
gerektiği çatışması üzerine kurgulanan romanda başkişi Kenan ve Lâmia’nın
yaşadıkları gönül ilişkisi bu çatışmanın merkezini oluşturur. Kenan’ın
sevgisini kalbine gömdüğü bir çocukluk döneminin ardından daha çok şehevi
duygulara yöneldiği görülür. Şöhretin de etkisiyle sevgiyi artık dudaklarda
arayan başkişi, kalpten gelen hislere kendini kapamıştır. Kenan, Lâmia ile
tanıştıkları anda onunla yaşadığı ilişkiyi bir gönül macerası olarak
nitelendirir. Lâmia’ya aşk hakkında bilgece sözler söylerken kalp ile dudaklar
arasındaki ilişkiyi şu şekilde açıklar:
“- Sevdayı size kalpte doğup ölen bir şey
diye öğretiyorlar Kınalı Yapıncak... Ne fena, ne yanlış bir fikir... Sevdanın
kalple hiçbir alakası yok... Sevda, yalnız dudaklarda doğup yaşadıkça saadet
olur... Onun Dudaktan Kalbe zehir gibi işlemesine meydan vermemeli... Ben
çiçeklere “toprağın sevdası” derim Kınalı Yapıncak... Onlar da toprağın
dudağında birer buse olarak açılıp sönüyorlar... Hangisi toprağın kalbine
girmeyi düşünüyor?” (s. 117)
# Bastırılmış aşk
duygusunu, yaşamının “mağlup” olarak nitelendirdiği bölümünde bilinçaltına iten
Kenan’ın bu sözleri, geçmiş yaşam birikiminin intikamı niteliğindedir. Aşkın
kalpte yaşandığını henüz çocuk yaşta fark etmesine rağmen içinde bulunduğu
toplumsal baskının neticesinde onu yaşayamayan başkişi, geçmişindeki aşk
kazanımını şimdiye farklı boyutta taşır. Bir anlamda aşkın öznesi konumundayken
nesnesi konumuna geçer. Kalp ile dudak arasındaki aşk çatışması, Kenan’ın
yaşamındaki dönüşümü ve onun yaşama bakışı çerçevesinde değerlendirilmelidir.
Simgesel anlamda dudaklar tensel aşkı, kalp ise duygusal bağlanmayı
çağrıştırmaktadır. Yalnız ve ötelenmiş bir çocukluk dönemini, içindeki
nefretleri biriktirerek erteleyen kahramanın ani ve hızlı bir şöhret travması
sırasında topluma karşı içinde biriktirdiği nefreti dışavurumu ve aşkın
dönüşümü bununla ilintilidir. Bu anlamda Kenan, umutsuzluğunun/uyumsuzluğunun
farkında olmayan bir insan olarak karşımıza çıkar. Kierkegard’ın ifadesiyle “umutsuz insan yalnızca
hayali şatolar yapar ve her zaman yel değirmenlerine yakalanır” Nitekim Kenan da yapaylığın içinde dokunduğu
her şeyin yerle bir olduğunu görerek, hayali bir benlik kurduğunun bilincine
varır.
Yabancılaşma:
# Dudaktan Kalbe
romanında başkişi Hüseyin Kenan’ın yalıtık ve sindirilmiş bir çocukluk
döneminin ardından gizli bir intikam şekline bürünen ve şöhret olduktan sonra
ortaya çıkan bir yabancılaşma izleği söz konusudur. Bir “hırsızın oğlu” olarak
çevresine karşı daima sürekli bir eziklik hisseden başkişi, doğal bir yaşam
çizgisinden kopuş süreci içerisine girer. “Bireyin ‘iç dünyası’ kendine özgü bir
çerçeve içine kapanmaktadır; söz konusu çerçeve birey tarafından (nesnel, özgür
amaçlar ve niyetlerle belirlenmiş dünya olarak) yaşananla bu ‘yaşantılar
dünyası’nın öte yanında bulunan nesnel dünya, zorunluluklar dünyası arasındaki
sınırın bir belirtisidir. ”
# Hüseyin Kenan, çocukluk
yıllarında iç dünyası ile nesnel dünya arasındaki farklılığın sınırlarını büyük
bir içe çekilme ve “kendisi” olamama ya da çocukluğunu yaşayamama biçiminde
belirler. Böylece, doğal bir gelişim sürecinden kopan başkişi yapay bir
davranış biçimi sergiler.
# Yabancılaşma izleğinin
arka planında varolan doğallık ve yapaylık çatışması, Kenan’ın şöhret merdivenlerini
hızla tırmandığı dönemlerde daha çok ön plana çıkar. Ünlü bir keman virtüözü
olan Kenan’ı, daha önceleri bu çocuk adam olmaz diyen dayısı Saib Paşa,
ardından Bozyaka’dakiler ve Prens Vefik ve kızı Cavidan doğal ortamından alarak
yapay ve zorlama bir çevrenin içine yerleştirirler. Kenan kendi isteği ile
seçtiği bu yaşam tarzındaki yapaylığı şöyle tasvir eder:
“Sonra, yeni hayatım, senelerce uzaktan
hasretini çektiğim kibar, yüksek, debdebeli hayat.. ilk zamanlarda gülünç bir
hareketle kendimi bu âlemin içine atmıştım. Ezberlenmiş zarafetler, soğuk
merasim, his ve fikir sahtekârlıkları, riyakârlığı, tasallüf; hulasa, bütün bu
iğrenç şeyler arasında manken gibi, kukla gibi yaşamaktan zevk alıyordum. “Ben,
artık sakin, münzevi bir çoban ömrü yaşamak istiyorum, ” demeye hakkım var mı?” (s.253)
# Kenan’ın bir “manken ya da bir kukla
gibi yaşadığı” şöhret hayatı, onu kendinden uzaklaştırıp başka
birisi olmaya doğru götürür. Kendilik değerlerine yabancılaşarak çocukluğunun
bastırılmış duygularını tatmin etmek isteyen başkişi, bu yapay durumun kendi
üzerindeki iğretiliğini geç fark eder. Fark ediş süreci ile yapay ve kendine
ait olmayan yaşamdan nefret ederek “münzevi bir çoban ömrü”
yaşamayı özler. Bu tezat durum, Kenan’ın olduğu ile olmak istediği durum
arasındaki çatışmadan kaynaklanmaktadır.
# Şöhret’in baş döndüren
ve göz kamaştıran büyüsü altında “hayat mağlubu” sıfatından kurtulduğunu
zanneden Kenan, daha ağır bir mağlubiyet alır. Kenan’ın hayatına şöhretle
birlikte giren kişilerin taşıdığı değerler, ahlâki yozlaşmanın boyutlarını da
göstermektedir. Çıkar ilişkileri içinde yaşayan belirli bir sosyal sınıfın
değer yargılarının yapaylığı karşısında Lâmia’nın da içinde bulunduğu sınıfın
samimi ve doğal davranışları, yüceltilir.
# Kenan’ın arada
kalmışlığını ifade eden simge değer ise günlük’tür. Romanın üçüncü bölümünde
Kenan’ın hayat karşısında düştüğü yanılgıyı kendine itiraf ettiği günlüğü,
pişmanlığının simgesidir. Bu itirafın ve arada kalmışlığın güçlüğünü derin bir
ıstırapla duyar.
‘‘İki buçuk sene manasızlıklar içinde,
kuklalık ettiğim yetişmiyormuş gibi bu geceyi kendi kalbimle yalnız kaldığım bu
tek geceyi de böyle ziyan etmek doğru değil... Benim dertleşmeye, kalbimi bütün
çıplaklığıyla göstermeye ihtiyacım var... Bu iki buçuk sene içinde bu kadar
insan tanıdım... Yüzlerce dostum var. Bunların içinde mesela bir biçare Şem’i
Dede kadar beni anlayacak kimsem yok. ‘Şu halde bu mektubu kendi kendime
yazayım, ’ dedim." (s.248-249)
# Yaşamındaki duygusal
anlamdaki değer yitiminin farkına varan başkişi Hüseyin Kenan, günlüğe yazdığı
satırlarla, “sahte
değerler uğruna kendisini kendisi kılan her şey"i itiraf
eder. Bu itiraf, Kenan için bir tür katharsis (arınma) olarak algılansa da o
kaçınılmaz son intihara doğru sürüklenir. Günlük, Kenan’ın bilinci ile
bilinçaltı çatışmalarını ifşa etmesi bakımından önemli bir simge değerdir.
Aşkın boyutunu duygusal ve tensel anlamda sosyal statünün gereklerine uyduran
bilinci ile ezilmiş çocukluk döneminin baskıladığı bilinçaltının sürekli
çatışması, Kenan’ın Lâmia ile yaşadığı ilişkinin biçimlenmesini sağlar. Aşkın
doğal halini yani olması gerekeni sonradan fark eden kahraman için yıkım,
kaçınılmaz bir hal alacak ve bu yıkımın onun ruhundaki yansıları da günlükte
ortaya çıkar.
# Sömürü izleği anlatıda
başkişi Hüseyin Kenan’ın kendi oluş sürecinden koparak yabancılaştığı ve aşkı
ruhsal anlamı dışına çıkararak fiziksel bir şehvete dönüştürmesi ile
sergilenir. Sömürücü yönlenme karakterinin özelliklerini taşıyan Kenan, “aşk ve duygu alanında
el koyma ve çalmaya eğilim gösterir. ”
# Çocukluk yıllarında
kendisinde sevme hakkını dahi bulamayan başkişi şöhretli bir keman sanatçısı
olduktan sonra kadınları kendi çıkarları uğruna cinsel bir sömürü aracı olarak
kullanmaktan çekinmez. Bu bağlamda Bozyaka’ya ünlü olduktan sonra geldiği ilk
günlerde evli bir kadın olan Nimet Hanım ile olan ilişkisi Kenan’ın aşktan ve
sevgiden ziyade bedensel anlamdaki yakınlaşmalardan haz aldığını kanıtlar.
“- Kimbilir... Belki mesela zorla sizi
öperim diye...
Bu beklenilmez bir küstahlıktı. Genç kadın,
kıpkırmızı kesildi. Hiddetle:
-Kenan Bey rica ederim, dedi.
Genç adam korkmuyor, ehemmiyet vermiyordu.
Aynı çapkın fakat sevimli küstahlıkla genç kadını bileklerinden tuttu, süratle
yanağından öpüp bıraktı. ” (s.68)
# Nimet Hanım’a karşı
gösterdiği lakayt çapkınlık, Kenan’ın geçmişindeki ezik ve yaşanmamış aşk
duygularının farklı bir boyuta bürünerek ortaya çıkmasından kaynaklanır.
Duygusal yakınlaşmayı öteleyen Kenan, geçmişteki yaşanmayan sevgiyi bedensel
hazların müsrifçe tüketilmesi biçimine dönüştürür. Bu dönüşüm daha sonraki
süreçte kendisine karşı büyük bir zaaf ile bağlı olan Lâmia’ya yaklaşımında da
kendini gösterir:
“Genç adam son bir mukavemet
gösterdi; çıplak kolu kapamak için pelerinin düşmüş ucuna sarıldı. Fakat
telâşla öyle sert bir hareket yapmıştı ki, pelerin büsbütün genç kızın
omuzlarından kaydı; Lâmia’nın yaprak gibi titreyen hummalı hasta vücudunu
birdenbire koklarlının içinde buldu. Lâmia bir müdafaa sevkitabiisile
çırpınıyor, kendini kurtarmaya çalışıyor: “Bırakınız beni Kenan Bey...
Bırakınız... Gideceğim” diyordu. Sonra mehtap gecesindeki gibi gözlerinde iki
büyük yaş damlasıyla “yazık bana Kenan Bey” diye yalvardı. ”
(150-151)
# İstediği her şeyi
yapabilme ve elde etme hakkını kendisinde gören Kenan, Lâmia’yı cinsel anlamda
sömürmekten çekinmez. Gerçi geçmiş ile arasındaki bağı ben ile öteki çatışması
halinde duyumsayan Kenan’ın pişmanlık duyduğu anlar olsa da bu durum, yabancılaşmış
bilincin ve şöhretin getirdiği “arsız sonradan görmeliğin”
tesiri ile kısa sürer.
# Romantik aşk algısını,
şöhret olduğu andan itibaren yitiren Kenan’ın çıkar dünyası içerisinde yapay
ilişkileri ve sömürüye dayanan bir yeni düzen içine girişi sadece bedensel
hazlarını tatmin etmekle sınırlı kalmaz. Onun kendini başkalarına kabul ettirme
arzusu ve gözde olma tutkusu da Cavidan ile yaptığı çıkar ilişkisine dayalı
evliliği ile gün yüzüne çıkar. Cavidan ve Kenan arasındaki evlilik romanın
bütünselliği içerisinde ele alındığında her iki tarafında yapay şöhret
tutkularının ve girdikleri ortamların hesaplanması sonucu yapıldığı gerçeği ile
karşılaşılır. Karşılıklı çıkar ilişkisine dayalı olan bu evlilik de duygusal
bir yakınlaşma yerine kişisel kimlik ve toplumsal etiketlerin sömürüldüğü
görülür.
Kaçış:
# Dudaktan Kalbe romanına
başkişi Kenan’ın ezik bir çocukluk dönemi ile birlikte kaçış psikolojisi de
kendini gösterir. Toplumsal baskılardan korkan Kenan babasının hırsız olduğu
gerçeğini değiştiremeyeceğinin bilincinde olduğu için çevresinden uzak durarak
bu sıkıntılı durumdan kurtulmaya çalışır. Bu bağlamda özellikle dayısı Saib
Paşa’nın köşkünde kaldıkları dönemlerde sürekli küçük düşürülme korkusuna
karşın Kenan, çocukluğunun bütün haklarından fedakârlık eder:
“O, hakarete uğramaktan korktuğu için daima
herkesten uzak durur, haşarı dayızadelerini arasına karışmaktan çekinirdi.
Çocukluğunun bütün haklarından kendi ihtiyariyle feragat etmişti. Kimseden
hiçbir şey istemez, hiçbir şikâyeti duyulmazdı." (s.25)
# Kenan’ın çocukluğundaki
bu durum onun çevresinden kaçmasında da etkili olur. Çocukluk yıllarını
dilediği gibi yaşayamayan başkişinin bu fedakârlığı ilerleyen dönemlerde ters
yönde bir akış kazanarak onun yaşam dengesini bozar.
# Ezilmiş bir çocuk
olmayı gururuna yediremeyen başkişi Kenan’ın kaçış süreci çocukluk yıllarında
kendisini toplumdan yalıtma biçiminde gerçekleşir. Bununla birlikte şöhret
olduktan sonra bu süreç tersine işler ve toplumun üst tabakasında kendine yer
edinme çabası olarak görülür.
# Kenan’ın kendilik
değerlerinden uzaklaşarak şöhretini bir sonradan görme olarak tükettiği dönemde
tekrar bir kaçış içerisine girdiği görülür. Bu kaçış sadece fiziksel anlamda
toplumdan kendisini yalıtma değil düşünce dünyasında da ortaya çıkar.
# Kaçış psikolojisi
içerisine giren başkişi içsel anlamdaki mutsuzluğunu/huzursuzluğunu gidermek
amacıyla günlük tutmaya başlar. Dış yaşamın kaba realitesi içerisinde boğulan
Kenan yapay rolünden ve tüketim halini alan şöhretinden kaçış yollarım arar