Gökyüzü Romanı – Özet, Tahlil, İnceleme - Edebiyat Araştırmaları
Son Başlıklar
Loading...

29 Ağustos 2020 Cumartesi

Gökyüzü Romanı – Özet, Tahlil, İnceleme

 Gökyüzü Romanı – Özet, Tahlil, İnceleme

Romanın Kimliği

# Reşat Nuri Güntekin’in son dönem eserlerinden olan Gökyüzü romanında ateist olan başkişinin düştüğü inanç buhranı aktarılır. Aynı zamanda Osmanlı’nın son dönem aydınının ortak hikâyesi varoluş sorunu ve inanmak ihtiyacı izlekleri üzerinden hareketle dikkatlere sunulur.
# Gökyüzü romanı aynı zamanda yazarın daha önceki yıllarda kaleme aldığı Yeşil Gece romanındaki “inanç” olgusunu yeniden ve farklı bir bakış açısıyla sunması bakımından dikkate değerdir.


# Gökyüzü romanının ilk basımı 1935 yılında Muallim Ahmet Halit Kütüphanesi tarafından yapılmıştır. Eserin İnkılâp Yayınları tarafından 2008 yılında on yedinci baskısı yapılır.

Bakış Açısı ve Anlatıcı

# Üç bölümden oluşan Gökyüzü romanı, kahraman anlatıcı bakış açısı ile kaleme alınır. Romanın adı verilmeyen başkişisi, olayları hem yaşayan hem de nakleden konumda okur karşısına çıkar. Anlatı başkişisi, olayları naklederken kendi varlığını sürekli olarak hatırlatacak değerlendirmelerde bulunarak romanın merkezindeki anlatıcı-kahramanın varlığını ortaya koyar.
# Gökyüzü romanının ilk sahnesinde varlığını hissettiren kahraman anlatıcı birinci tekil şahsın ağzından olayları aktarmaya başlar:
“Bir akşamüstü sütkardeşim Raşit çocuğun Fatih Çarşamba’sındaki evine uğramıştım.
Raşit çocuk dediğime bakıp da onu sahici çocuk zannetmemeli. Bu, ona ailece takılmış bir addır. Kendisi tam altmış yaşındadır. Sütkardeşim oluşuna göre aşağı yukarı benim yaşım." (s.5)
# Başkişi, birinci tekil anlatım ile romanın kurgusundaki gelişimindeki hâkimin kendisi olacağının ilk işaretlerini bu bölümden itibaren göstermiş olur. Bununla birlikte romanın kurgusundaki anlatımın, yaşanmış bir olayı nakletmekten öte meddah tarzı bir üslupla sunulduğu görülür: “İlk seneki halimi ne siz sorun, ne ben söyleyeyim!" (s. 13) Özellikle karşısında biri varmış şeklinde konuşan ve olayları nakleden kahraman- anlatıcı, olayı daha dikkat çekici bir sunum şekline büründürür:
# Anlatıcının okur ile olan ilişkisinde aradaki sınırlan kaldırdığı görülür. Yazar- metin-okur ilişkisi içerisinde, sınırlarım kendisi belirleyen anlatıcı, meddah tarzı bir anlatımı andıran biçimde olayları aktarır. Trablus’taki sürgün yıllarını anlatırken okuru, karşısında canlı bir izleyici biçiminde algılayan kahraman-anlatıcı bu tutumunu roman boyunca devam ettirir. Bu duruma örnek olarak: “İtiraf güç olacak ama bu kısmı tamamlamak için bir şey daha anlatmaya mecburum. ” (s.20), “Yalnız, bu kitabın iyi bir tarafı vardır ki inkâr edersem kendime karşı haksızlık olur. Bunu anlatayım:” (s.23), “Şimdi size birkaç kelime ile bunu anlatayım:” (s.32), “İşin içyüzü hiç göründüğü gibi değildir. Anlatayım. ” (s. 46), “Neyse, sözü uzatmayayım. ” (s.52) cümlelerini göstermek mümkündür.
# Sınırlı bir sunum hakkına sahip olan kahraman-anlatıcı, olayları kendi yorumlamalarıyla açımlar. Anlatıcı, olayı merkezden dışa doğru aktarırken araya girerek çeşitli yorumlamalarda ve açıklamalarda bulunur.
“Ortaya bir mesele atıldığı vakit son derece âlimane ve ince tahlillere girişirdim. Talât, hayretle gözlerini açar: “Bu adamda bir şeyler var ama bilmem neden ben açık anlayamıyorum! ” gibi bir mana ile yüzüme bakardı. ” (s.26)
# Ya da Sevim’in düşüncelerini başkişi kendi zihninden geçirerek iç diyalog ya da iç monolog biçiminde yansıtır. Karşısındakinin düşüncelerini tahmin yoluyla okura sunan anlatıcı, sınırlı anlatımına rağmen karşısındaki bireyin düşüncelerini olması gerektiğini düşündüğü biçime büründürür:
“- Sende hazırlık yok diye benimle eğleniyorsun galiba... Gidecek yerim olmadığını bilmiyor musun? Burada birkaç gün daha kalabilmek için yüzümü kızartıp müdürden izin istedim. Allah razı olsun, “olmaz” demedi. Deseydi artık otele mi gidecektik Allah bilir. Size de galiba bir angaryam düşecek. “Galiba” diyorum çünkü kimsesizliğimi bilen bir iki yakın arkadaş, babalarına, kardeşlerine söyleyerek bana iş bulacaklarını yarım ağız vaad ettiler... Fakat ümit zayıf. Halimi bildiği halde “sende hazırlık yok” diyecek kadar yabancı bir akrabaya işim düşmesini istemezdim. Fakat sonunda galiba gene sana muhtaç olacağız. ” (s.38)
# Sevim’in düşüncelerine kendi bakış açısından tercüman olan anlatıcı, kendi iç dünyası ile Sevim’in iç dünyasını birleştirerek kişisel bir rahatlamaya ulaşır. Kahraman-anlatıcı karşısındakinin düşüncelerini okuyarak eleştirel biri tutum da sergilemiş olur.

Olay Örgüsü

# Gökyüzü romanı, yazar tarafından üç bölüme ayrılır. Bu üç bölüm ise kendi içinde Romen rakamlarıyla bölümlenir. Buna göre birinci kısım on iki; ikinci kısım on altı; üçüncü kısım ise on bir bölümden oluşmaktadır.
Gökyüzü romanının vaka halkalarını oluşturan vaka birimlerini şu şekilde sıralayabiliriz:
Birinci Bölüm:
 Başkişinin yeni emekli olan sütkardeşi Raşit’i ziyaret etmesi ve bu ziyaret dönüşü yaşlılık korkusuna kapılması ile çocukluk yıllarım hatırlaması
 Başkişinin devrin siyasilerini eleştirdiği için Trablus’a sürgün edilmesi ve orada dört yıl kalması
 Başkişinin Trablus’tan Paris’e kaçması ve orada çeşitli konferanslara katılarak kendini geliştirmesi
 Meşrutiyet’in ilan edilmesiyle başkişinin İstanbul’a dönüşü ve gazetecilik yapmaya başlaması
 Başkişinin gazetecilik sonrası bir vilayette kısa süreli mutasarrıflık yaptıktan sonra Darülfünun’da hocalık yapma teklifini reddetmesi
 Başkişinin, akrabası olan Sevim’in diploma törenine katılması ve tören sonrası onu evlatlık edindiği günlerini hatırlaması
 Başkişinin Raşit’i ziyaretinden dönüşünde evde arkadaşı Mükerrem ve Turgut’un misafir olduğunu Sevim’den öğrenmesi
 Misafirliğe gelen Mükerrem’in ispirtizma ile ilgili konulardan bahsetmesi
Sevim’in başkişiye Turgut’un kendisine evlilik teklif ettiğini ancak reddettiğini söylemesi üzerine Turgut’un Antalya’ya tayin edildiğini söylemesi
Mükerrem ile Sevim’in ispirtizma ve Gökyüzü masalları ile ilgili tartışmaları
 Mükerrem’in Bursa’da yapılacak viran bir evdeki ruh çağırma seansına gideceğini söylemesi üzerine başkişi ve Sevim’in de gitmeye karar vermeleri
İkinci Bölüm
 Başkişi, Sevim ve Mükerrem’in ruh çağırma seansına katılmak için Bursa’ya gitmeleri
Mükerrem ve Sevim’in varlık-yokluk, ruhlar ve ispirtizma üzerine tartışmaları
 Ruh çağırma seansına gitmeden önce başkişi ve Sevim’in Bursa’mn tarihi mekânlarım gezmeleri
Başkişi, Sevim ve Mükerrem’in ruh seansına katılmak için perili eve gitmeleri
Ev sahibinin ruhlarla ilgili anlatılanlar karşısındaki duyarsızlığına başkişinin hayran kalması
 Ruh çağırma seansı sırasında, karşı damdaki bir leyleğin vurulmuş gibi aniden düştüğünü gören Sevim’in düşüp bayılması
 Sevim ayıldıktan sonra devam eden seansta, başkişinin elinden düşen bir sıva parçasının Sevim’in ayaklarına değmesiyle tekrar bayılması ve seansın bozulması
 Bursa’da Sevim’in iyileşmemesi üzerine başkişi ve Mükerrem’in onu alarak Hastabakıcısı ile birlikte İstanbul’a getirmeleri
 İstanbul’daki evde Sevim’in daha da fenalaşması üzerine Doktor Hasan’ın muayeneye gelmesi
 Sevim’in başka doktorlar tarafından muayene edilmesi ve konsültasyon sonucu menenjit tüberküloz olduğuna karar verilmesi
 Sevim’in hastalığı sırasında Mükerrem, Raşit ve Doktor Hasan’ın başkişiye destek vermek amacıyla onun evinde kalmaları
Doktor Hasan’ın Sevim’in menenjit tüberküloz olmadığından şüphelenmesi ve diğer doktorlardan birinin de bunu onaylaması
Sevim’in ölüm tehlikesini atlatması şerefine başkişi, Mükerrem, Raşit ve Doktor
Hasan’ın kendilerine içki ziyafeti çektikleri sırada Sevim’in  diğer akrabalarından olan Pervin ve ailesinin gelip bu manzara ile karşılaşmaları
Başkişinin zamanda geriye dönerek sürgün öncesi Pervin’le bir zamanlar evlenmek üzere olduğu günleri hatırlaması
Pervin’in Sevim’e iyi bakılmadığını iddia ederek bir hastaneye göndermek istemesi ve başkişinin bunu reddetmesi
Pervin’in Sevim’in bakımı ve başkişinin evini toparlamak üzere Gülşen Kalfa’yı orada bırakması
 Başkişinin evindeki ihtiyarların sayısının artması ile kargaşanın da artması ve Asude Bacı ile Gülşen Kalfa arasında kavga çıkması
 Sevim’in hastalığına fiziksel bir teşhis koyulmadığını gören başkişi ve arkadaşlarının sinir hastalıkları uzmanlarına müracaat etmeleri
Sinir hastalıkları uzmanının da Sevim’in hastalığına belirli bir teşhis koyamaması ve Sevim’in hastalığı ile baş başa kalması
Üçüncü Bölüm
 Sevim’in hastalığı sırasında gelen güz mevsimi ile romantikleşen Mükerrem’in bir miras davası için Aydın’a gitmesi
Mükerrem’in gidişi ile büyük bir boşluğa düşen başkişinin yaşlılık psikozu içine girmesi
 Yaklaşan kış aylarında, Sevim’in hastalığı ile bunalan başkişinin dışarıda güzel bir gece geçirme planı yapması
 Başkişinin lokanta, sinema ve barlarda geçirdiği bir gece Turgut’la karşılaşması ve Turgut’un Sevim’in hastalığını duyunca onu görmek istemesi
Başkişinin Sevim’i Turgut’a göstermeden önce süslemesi ve Sevim’in hastalığı sırasında Turgut’un adını sayıkladığı yalanım söylemesi
Pervin ve akrabalarından olan Hacı Yenge’nin başkişinin evine gelerek Sevim’in hastalığının Mayangalar’a tütsü yaktırılarak geçeceğini söylemesi
Başkişinin çocukluğunda güzelliğine hayran olduğu Hacı Yenge ile ilgili anıları hatırlaması
 Sevim’in Mayangalar’a gitmesini istemeyen başkişinin onun söylediği tuhaf sözler ve davranışları karşısında çaresiz kalarak onu Mayangalar’a götürmesi
Mayangalar’ın yaptıkları tören sonrası Sevim’in iyileşmesi ve Turgut ile evlenmeye karar vermesi
Pervin ve Asude Bacı’nın başkişiyi ziyarete geldikleri bir gün Asude Bacı’nın “Bamedune” masalını anlatması
 Başkişinin “Bamedune” masalındaki tekerlemenin Sevim’in hastalığı sırasında tekrarladığı tuhaf sözler olduğunu fark etmesi
 Sevim’in iyileşmesi sonucu başkişinin “Gökyüzü” masalına olan inancının değişmesi

# Gökyüzü romanının vaka zamanı, Meşrutiyet öncesinden başlayarak Cumhuriyet sonrasına kadar uzanır. Gökyüzü romanının merkezinde yer alan kahraman-anlatıcı konumundaki başkişinin ilk gençlik yıllarından altmış yaşına kadar olan yaşamsal süreci, andan geçmişe dönülerek aktarılır.
# Gökyüzü romanının giriş cümlesindeki zaman ibaresi vaka zamanının başlangıcını verir. Bu belirteç öyküleme zamanını da içinde barındırır: “1931 yazının ilk haftasındaydı." (s.5)
# Gökyüzü romanının ana vakası geçmişe dönük yapısıyla birlikte ilerler ve roman zamanı, 8 yıllık bir süreci kapsar. Gökyüzü romanının son bölümünde ise vaka zamanının sınırı “Mayıs 1939..." (s.230) şeklinde belirlenir. Gökyüzü romanının asıl vakasının 1931-1939 yıllarında geçtiğini belirleyen bu zaman tespitinin ardından anlatıcı, zamanın geçmiş ve şimdiki boyutları arasındaki mesafesinin insan ömrü üzerindeki kaçınılmaz tahakkümü üzerinde durur.
# Geçmiş ve anın aynı düzlemde işlendiği Gökyüzü romanında vaka anlatımı da buna uygun olarak akronik bir karakterde sunulur. Kahraman-anlatıcı, altmış yaşlarında bir kişi olarak okur karşısına çıkmasına rağmen yaşlılık psikozu ve endişesi içinde zamanın insanı yutan, kendine dönüştüren ve sonra yok eden bir olgu olduğu düşüncesindedir.
# Gökyüzü romanında Roman başkişisinin çocukluk yıllarındaki anılarım özele indirgeyerek anlattığı bölümlerde, romanın içindeki vaka zamanında geriye dönüşler görülür. Başkişinin sütkardeşi Raşit’i emekli olduktan sonra ziyaret ettiği andan sonra zaman, an ve geçmiş halinde iki yönlü olarak ilerler. Özellikle ilk bölümün Romen rakamlarıyla başlıklandırılmış III ve IX. bölümleri arasında başkişinin geçmişten ana kadar uzanan yaşamı özetleme tekniği ile birinci şahsın ağzından aktarılır.
“Raşit çocuk askere gittiği zaman ben, tıbbiye talebesi idim." (s. 11) biçiminde başlayan geçmişe yolculuk başkişinin daha da gerilere giderek çocukluk yıllarında ailesine ait bazı ayrıntıları aktarmasına da vesile olur:
“Babam, ben sekiz yaşında iken ölmüştü. Annemi ise hiç tanımam.
Ben amcamın Kıztaşı ’ndaki konağında büyüdüm." (s.13)
# Başkişinin aile şefkatinden mahrum bir çocukluk geçirdiği belirtilmesine rağmen bu ayrıntı üzerinde fazla durulmaz. Başkişi yaşamında kendince önemli gördüğü olayları yeniden nakletmeye devam eder. Özellikle sürgün olarak Trablus’a gönderildiği ve oradan Paris’e kaçtığı yıllar yine zamanda geriye dönülerek aktarılır:
“Trablus’ta dört sene kaldım. İlk seneki halimi ne siz sorun, ne ben söyleyeyim (...) Bereket versin Avrupa’ya nasıl kaçılacağım daha evvel uzun uzadıya düşünmüştüm. (...) İki gün sonra hürriyet kahramanı, bir tetkik seyahatinden dönen üç İsviçreli mühendisle vapura biniyordu. ” (s. 13-20)
# Başkişinin İstanbul dışında geçirdiği sürgün yılları ve Paris’e kaçışını sonlandırıp İstanbul’a dönmesini sağlayan olay ise Meşrutiyet’in ilan edilmesidir. Meşrutiyet’in ilanı ile sürgünlerin geri döndüğü İstanbul, başkişi için de dönülmesi kaçınılmaz bir mekân olur: “Nihayet meşrutiyet... On bir yıl kadar ayrıldıktan sonra memlekete dönüş... (s.24) Başkişinin sürgün yıllarında geçirdiği zaman dilimi de böylelikle ifşa edilir.
# Başkişinin geçmişe dönük yaşamını özetleyen anılardan şimdiye dönmesi ile birlikte romanın kurgusu da değişir. Raşit’i ziyaret dönüşü yürürken daldığı anıların içinden gerçek zamana doğru adımlar atar. Andan geçmişe, geçmişten tekrar ana doğru atılan bu adımlarla romanın zaman kurgusu şekillenmiş olur:
“Unkapanı köprüsü kapalı olduğu için bir sandala binmiştim. (...) Şimdi Sevim’i düşünmek bana bu sandalın, arkama kaykılarak ensemi dayadığım yastığı kadar dinlendirici geliyordu. Böyle olmakla beraber sandaldan Karaköy köprüsüne çıktığım zaman bütün o eski yerleri ve zamanları başımdan ziyade ayaklarımla dolaşmış gibi yorgundum. ” (s.40-41)
# Başkişinin geçmişe dönük hatırlamaları ile zamanın psikolojik boyutu ön plana çıkar. Geçmiş ile an arasındaki mesafeyi andaki psikolojisi ile algılayan başkişi, anıların yarattığı yıpratıcılıktan şimdinin dingin zamanına kaçar.
# Gökyüzü romanının vaka zamanı, başkişinin geçmişi ile ilgili verdiği özet bilgilerin ardından ileriye dönük biçimde ilerler. Zaman olgusu romanda başkişinin yaşamıyla özdeşleştirilerek psikolojik bir boyuta taşınır. Başkişinin yaşlılık psikozu içinde girdiği bunalımlı süreç, zaman-mekan birlikteliği ile sunulur:
“Tabiatta hiçbir şeyin sonbaharı insanınki kadar zengin ve parlak olmuyor. Sonbahar meraklısı şairler bilmem neden onu “Kuytu ormanlar, ıssız dereler nâş’-i evrak ile dolu” laflarda aramaya giderler de insanların yüzünü seyretmeyi akıl etmezler. ” (s.180)
# İnsan ile zaman arasındaki kaçınılmaz ilişkinin trajik boyutu, başkişinin yaşlılık dönemindeki duygularının aktarımı ile birlikte açığa çıkarılır. Gökyüzü romanında zamanın insan üzerindeki ezici hâkimiyetinin tabiattakinden daha realist olduğu gerçeği dikkat çeker.
# Gökyüzü romanında zamanın psikolojik boyutu, kozmik düzenin insan yaşamı üzerindeki derin ve içsel görünümünü etkileyen biçiminde de ele alınır. Özellikle gece ile gündüz arasındaki ruh halinin farkı üzerinde duran başkişi, bireysel algıların zamansal izdüşümüne göndermede bulunur:
“Gece oldu mu koyunlar gibi bir baş başa verme ihtiyacıdır başlıyor. Geceleri gündüzden ne kadar başkayız, yağmurlu gecede, açık gecede, aylı gecede, aysız gecede, umduğumuz, sevdiğimiz, yorgun, sarhoş yahut hasta olduğumuz, yakınlarımızdan birini kaybettiğimiz gecelerde ne kadar başka başka insanlarız..." (s.73)
# Zamanın gece ile gündüz arasındaki bireysel etkisi, tarihsel süreç ile paralellik gösterir. Geçmişteki zaman algısı ve zamanı yaşama biçimi ile andaki zamanı yaşama biçimi de romanda farklılık gösterir. Cumhuriyet yılları öncesindeki zaman kavramının belirlendiği alaturka saat ile Cumhuriyet sonrası kullanılan alafranga saatin bir arada kullanılışı da romandaki zamanın psikolojik boyutunu belirler.
“Bu alaturka saat, beni birdenbire çocukluğuma götürdü. Hayalimde birdenbire zaman ölçüsü değişti, gece; uzadı, derinleşti: otuz yıl evvelin akşam ezanıyla başlayan zifiri karanlık, sessiz ve vahşi gecelerden biri oldu. Alaturka iki, hakikaten gecenin ne geç bir saati idi... Bir kupkuru kelimenin insanda bu kadar büyük değişiklikler yapmasına şaşmamak mümkün mü?" (s.82)
“Mükerrem’deki o ürkütücü yabancılık meğer sırf o saate ve havaya mahsus takma bir ruh ve suratmış. O, saatini tekrar alaturkadan alafrangaya çevirmiş." (s.98)
# Alaturka ile alafranga saat arasındaki fark zamanın bireysel algısını göstermesi açısından önemlidir. Bu açıdan zaman, göreceli olarak değişen ve niteliksel olanı ifade eden bir olgu olarak karşımıza çıkar.
# Gökyüzü romanında vaka zamanı, Meşrutiyet öncesinden Cumhuriyet sonrasına kadar geniş bir süreci içermektedir. Bu nedenle romanın vakası içinde sosyal zaman unsurları da yer alır. Başkişinin yaşamını biçimlendiren Abdülhamit dönemindeki sürgün hayatı ve 2. Meşrutiyet dönemi, sosyal zaman unsurlarının başında gelir. Sosyal zaman, bireysel zamanın önüne geçmemekle beraber başkişinin ve çevresindekilerin yaşamını etkileyen/yönlendiren bir unsur olarak görülmektedir. Örneğin başkişinin meşrutiyet dönemi öncesi yaptığı konuşmalar ve okuduğu kitapların kenarlarına aldığı notlar sonucu Trablus’a sürgüne gönderildiği yıllar ve meşrutiyetin ilanı ile İstanbul’a dönmesi, sosyal zaman unsurları olarak göze çarpar.

Mekân

# Gökyüzü romanında fiziksel mekân İstanbul ve Bursa’dır. Üç bölümden oluşan romanın birinci ve üçüncü bölümleri tamamen İstanbul’da, İkinci bölümün bir kısmı Bursa’da bir kısmı da İstanbul’da geçmektedir. Romanda genel itibariyle iç mekân kullanımı dikkati çeker.
# Başkişinin sütkardeşi Raşit’in Fatih Çarşamba’sındaki evinden Unkapanı civarındaki kendi evine dönüşü sırasında, İstanbul’un belirli mekânları tasvir edilir. Romanın ikinci kısmında ise Bursa ilinin belirli mekânları tanıtılır.
# Gökyüzü romanının temel izleği durumundaki inançsızlık olgusu ve başkişi ile etrafındaki şahısların yaşama karşı duruş biçimleri, mekân kullanımını derinden etkiler. İnanç ve inançsızlık ikilemi arasında kalan bireylerin “Gökyüzü”nden yardım bekledikleri durumlarda mekân karanlık ve sıkıcı bir biçime bürünür.
# İnsan ve mekân arasındaki karşılıklı ve kaçınılmaz ilişki “Gökyüzü” romanında iki yönlü olarak işlenir. Başkişinin yaşlılık psikolojisi içerisine düştüğü anlarda özellikle daralan mekân, İstanbul sokaklarında yürürken ruhsal dünyasını da karanlık noktalara çeker. Elbette romanın başlangıcında başkişi, emekliye ayrılan sütkardeşinin evindeki hüznü paylaştığı anda mekân, içinde bulunulan duruma uygun olarak kapalı/dar biçimde yansıtılır:
“Dışarıda daha bir parça güneş vardı. Evdeki karanlığın, basık tavanlardan, kafesli dar pencerelerden, belki biraz da Raşit çocuğun tekaütlüğünden ileri geldiğini o zaman fark ettim. ” (s.8)
# Mekân, insanın içinde bulunduğu coğrafi konum olmaktan öte bir şeydir. İnsanın içsel anlamdaki duyarlığını kendine dönüştüren mekân, insan ile aynı paralelde genişler ya da daralır. İşte yukarıdaki alıntıda görüldüğü gibi başkişinin havanın karadığını zannederek sütkardeşinin evinden kalktığı anda, aslında “Evdeki karanlığın, basık tavanlardan, kafesli dar pencereler”(den) öte Raşit’in emeklilik hüznünün olduğunu düşünmesi bunun göstergesidir.
# Gökyüzü romanında genel anlamda mekân dar/kapalı özellikte kullanılır. İnançsızlık buhranı içindeki bireylerin zamanın kendi hükmünü sürmesi karşısındaki çaresizliği, onları yaşadıkları mekân içinde huzursuz eder. Bu anlamda mekân, “kökten değişimin ve beklenmedik yazgı dönüşümünün gerçekleştiği, kararların verildiği, yasak çizginin ötesine geçildiği, kişinin yenilendiği veya öldüğü “nokta” anlamına bürünür. ” Bu dönüşümün ve yenileşmenin sebep olduğu huzursuzluk, özellikle Bursa’da ruh çağırma sırasında zirveye ulaşır:
“Doğrusunu söylemek lazım gelire ben, sarnıca eğilirken gizli bir kuvvetin beni birdenbire içeri çekmesinden korkuyormuş gibi ellerimle taşları tutuyor, sırtımda soğuk bir ürperme hissediyordum. Burası kuyu gibi derin ve karanlık görünen bir yerdi. Ben, geri çekildikten sonra Sevim yaklaştı. Korkmadan buraya bakmak o zavallı için de bir namus borcu olmuştu.(...) Bu arada ufak bir kerpiç parçası mı düşürdük nedir; suyun yüzünde belli belirsiz bir kımıldama oldu. (...) Sevim’in vücudu hafif bir sarsıntıyla geriye fırladı. ” (s.90-91)
# Ruh çağırma seansına katılan iki inançsız kişinin vehimleri mekâna da yansır. Ruh çağırma seansına katıldıkları bahçedeki sarnıç ağacının kovuğu; “kuyu gibi derin ve karanlık” tasvir edilirken bu mekanın başkişi ve yanındaki Sevim’in içerisinde yarattığı korku da mekan-insan etkileşimi çerçevesinde sunulur.
# Sevim’in korku-suzluk iddiası içinde girdiği mekân, korku dolu anlar yaşamasına neden olur. Mekânın insanı kuşatan özelliği, başkişi ve Sevim’in ruh dünyasını daraltır.
# Sevim’in hastalığı ile başlayan süreçte başkişi ve yakın arkadaşı Mükerrem için yaşanılan mekân bunaltıcıdır. Sevim’i bir otel odasında tedavi ettirmeye başlayan kahramanlar için bu oda artık yaşam ile ölümün kesiştiği bir nokta gibi olur.
# “Kimsesiz bir insan gibi otel odasına”(s.103) bırakılan Sevim terk edilmiş gibi algılanır. Zira oteller kimsesi olmayanların uğrak yerleridir. Sevim’in Bursa’daki otel odasında hastalığının geçmediğini fark eden başkişi, onu İstanbul’a götürür. Daralan mekânın bir anlık genişlemeye uğradığı bu andan sonra yine başkişinin evinde iyileşmeyen hasta psikolojisi, mekânı kendi ekseninde daraltacaktır. Başkişi, Sevim’in hastalığı süresince kendi evinde rahatsızlık hisseder. Bu rahatsızlık, başkişinin yaşadığı mekâna da siner.
# Başkişinin yaşadığı evi bir anda hastane koğuşuna çeviren Sevim’in hastalığı ve huzursuz ortam, kahramanların davranışlarına da yansır. Özellikle bir grup yaşlı tarafından evi adeta istilaya uğrayan başkişi, kendi içindeki yaşlılık ve ölüm korkusunu yakından duyumsayarak kaçış ve karamsarlık psikolojisi içine girer. Bu durumdan kurtulmak için kendince bir gece geçirmeyi planlayan başkişi başarısız bir deneyim geçirir. Bunalımın son haddine vardığı bir gece kendini dışarı atarak önce bir lokanta ve sinemaya ardından da iki ayrı bara gider. Bu gidilen mekânların hiç birinde hayal ettiği huzuru ve tadı bulamaz. Üstelik kendini daha da sıkılmış bir halde bulur. Başkişi, birinci bardan çıkıp eve gitmeyi düşünmesine rağmen kaçış duygusunun tahakkümü altında kendini başka bir bara atar. İkinci bara girmeden önce eve gitmek ile gitmemek arasındaki tereddüt yaşar:
“Birdenbire gözümün önüne sönük sobanın yanındaki delik deşik kaplan postu, hasta odasının aralık kapısından görülen evhamla dolu mavi ışık geliyor. Siste yolunu kaybetmiş bir gemi gibi sokağın ortasında duruyorum. Gazeteler ara sıra bazı kimselerin Arnavutköy akıntısında yahut şimendifer altında öldüklerini yazıyorlar; fakat sebebini söylemiyorlar. ” (s.190-191)
# Sevim’in hastalığından kaçarak sığındığı mekanlarda aradığı huzuru bulamayan başkişi evine geri dönerken zihninde canlanan “sönük soba” ve“delik deşik kaplan postu” imgeleriyle kendini bütünleştirir. “Siste yolunu kaybetmiş bir gemi ” gibi ne yapacağını bilmeden hastalık ve yaşlılık bunalımı içerinde kıvranan başkişi, maddi dünyanın realitesine sığındığı yıllardaki cesaretinden uzaklaşmış, büsbütün tedirgin bir kimliğe bürünmüştür. İçine düştüğü durum karşısında bocalarken, böylelikle mekânın boğucu ve yutucu özelliğini ruhsal anlamda bir çöküntü biçiminde duyumsar.
# Genel anlamda kapalı ve dar mekânların kullanıldığı Gökyüzü romanında, başkişinin evlatlık edindiği Sevim ve en yakın arkadaşı Mükerrem ile geçirdiği vakitlerin büyük bir kısmı ona mutluluk verir. Yıllarca yalnız yaşayan başkişinin yaşamını renklendiren Sevim’in hastalık dönemleri haricinde başkişinin yanında bulunduğu anlarda mekân genişlik kazanır.
# Gökyüzü romanında, Sevim’in hastalık sürecinde sürekli olarak daralan mekân, onun iyileşme işaretleri gösterdiği anlarda yerini büyük bir ferahlığa bırakır. Mekânın asıl genişlemesi ise romanın sonunda Sevim’in Mayangalar’a tütsü yaktırıldıktan sonra tamamen iyileşmesi ile gerçekleşir. Sevim, düzeldikten sonra Turgut ile birlikte İstanbul’u gezer ve onun evlilik teklifini düşünmeden kabul eder. Mekânın insanla birlikte değiştiği şüphesiz bir gerçektir. Sevim’in yaşadığı rahatsızlık sonrası yaşama karşı duruşunun farklılaşması çevresindeki mekânı algılayış biçimini de değiştirir. Başkişinin yaşama karşı tavrını etkilediği Sevim, hastalık sonrasında tamamen farklı bir kimliğe bürünerek mekânı kendi çevresinde kurguladığı bir dış dünya biçiminde algılar.
“Büyük yeraltı yıkıntıları nasıl tek bir gecede toprağın yüzünü değiştirirse hastalık da Sevim’i öyle değiştirmiş, bir insanda on, on beş senelik tabiî bir yaşamanın meydana getireceği değişiklikleri birkaç ayda yaparak onu hayatın bir devrinden başka bir devrine götürmüştü. ” (s.233)
# Sevim, hastalık sonrası geçmişi tamamen unutarak farklı bir yaşam biçimini benimserken başkişi, onun bu halinden memnun olmakla birlikte kendi yalnızlığına üzülecektir. Fakat evlatlık olarak aldığı kızı adına yaşamın güzel yüzünü görmesi onu sevindiren ve içinde bulunduğu mekânı genişleten unsur olacaktır.

Şahıs Kadrosu

Başkişi
# Kahraman-anlatıcının ağzından aktarılan romanda başkişi, adı verilmeyen altmış yaşlarında bir erkektir. Belirli bir mesleğe sahip olmayan ve amcasının yanında büyüyen başkişi, kendi ağzından anlattığı olaylar dizisi içinde adını belirtmez. Gökyüzü  romanının ilk bölümünde sütkardeşi Raşit’in emekliliğini hayırlı etmek üzere ziyaretine gittiği andan itibaren geçmişe doğru yolculuk yapar ve geçmişi hakkında ilk bilgileri vermeye başlar:
“Raşit çocuk askere gittiği zaman ben, Tıbbiye talebesi idim. (...) Babam, ben sekiz yaşında iken ölmüştü. Annemi ise hiç tanımam. Ben, amcamın Kıztaşı'ndaki konağında büyüdüm. Amcam, güngörmüş bir adamdı. Vaktiyle Abdülaziz'e mabeyincilik etmiş, sonra birkaç sene Mamüretülâziz valiliğinde bulunmuştu." (s. 11-12)
# Babasız ve annesiz geçen bir çocukluğa rağmen maddi bakımdan sıkıntı çekmeyen başkişi; siyasetle uğraşmış, Trablus’a sürgün edilmiş, Paris’te bir müddet kendini geliştirmek için çabalamıştır. Başkişinin en belirgin özelliği ateist olmasıdır. Romanın da temel izleğini oluşturan bu inançsızlık, başkişinin yaşam karşısındaki duruşunu belirler. Paris’te kaldığı dönemlerde özellikle Fransa’yı örnek alan başkişi, ülkesindeki din politikasını da eleştirmektedir:
“Ben dinsizdim. “Neler Yapmalıyız"ı yazarken model olarak yalnız laik Fransa’yı model alıyordum. Peygamber bandırasını açarak memlekete girmeyi, hükümet kuvvetinin yarıdan fazlasını gene Şeyhislâm’ın eline bırakmayı, eskisi gibi hacısına, hocasına ayrı ayrı kavuk sallamayı doğru bulmuyordum. Hatta bunu halka karşı samimiyetsizlik, bir aldatma sayıyordum." (s.23)
# Başkişi, inandığı değerleri savunurken samimiyetinden ödün vermez. Paris’te kaldığı yılların ardından ülkesine dönme zamanı geldiğinde de bu samimiyet ile hareket eder.
# Kahraman-anlatıcı konumundaki başkişi, çevresinde gelişme gösteren olayları kendi bakış açısından sınırlı bir biçimde sunar. Pozitivist bir dünya görüşüne sahip olan başkişi, gençliğinden itibaren belirli bir konuda uzmanlık sağlayamamış her dalda bir şeyler öğrenmeye çalışmıştır. Tıp fakültesini yarıda bırakan, kimya, fotoğraf ve tarihle amatör olarak ilgilenen, felsefe, estetik ve sosyoloji üzerine kitaplar okuyan başkişinin Paris dönüşü, önce bir gazetede çalışmış sonra da kısa bir süre mutasarrıflık deneyimi olmuştur. Bütün bu süre sonunda başkişi, kendi durumunun vahametini de anlamış olur.
# Çok fazla konuda bilgi edinmek isteyen insanın herhangi bir konuda uzmanlaşamaması, başkişi tarafından kendine ve kendi çağının aydınına dönük bir eleştiri olarak aktarılır. Özellikle Darülfünundaki akranlarının da aynı sıkıntıda oldukları “dönemin aydın profilini” göstermesi bakımından önem taşır. “Anlatıcının kişisel tarihi, ‘büyük anlatı’ların cazibesine kapılan ve kendi gerçekliğini kaybeden Türkiyeli aydının fotoğrafının negatifidir. Bu negatif, ancak ışığa tutulduğunda seçilebilen bir gölge hayatı belirtir. İnsanlığın kurtuluşu projesini bir misyon olarak üstlenen aydın, kendisini nesnelleştiremediği için, sonunda kendi hayali ve soyut ben’inden başka bir şey olmayan boşluğa çıkar.” Bu boşluk, ideallerini sınırlamayan kahramanların geleceğe taşıdıkları umutları bilinçsiz bir şekilde tüketmelerinden de kaynaklanır. Genel anlamda Osmanlı’nın son dönem aydın profilinin özelliklerini taşıyan başkişi, onların çektiği inançsızlık buhranını da yakından hisseder.
# Başkişinin içinde bulunduğu inançsızlık, basit ve kısa süreli olarak değerlendirilmez. Kendini bildiğinden beri dini inançları reddeden başkişinin akılcılığı, ruhi dünyasının önüne geçmiş sayılmaz. İnançsızlığı sadece kör bir bakış açısı ile benimsemeyen başkişinin, kendi iç dünyasındaki derinliği arkadaşı Mükerrem dile getirir:
“Bu adam, Gökyüzüne karşı bayrak açmış bir kızıl dinsizdir... Ruh diye bir şey tanımıyor. Onun için karaciğerin safra, ağızdaki bezlerin tükrük salması kabilinden, beyin de durmadan fikir yapan ve çıkaran bir makinedir... Fakat tuhaf değil mi ki bu maneviyat namına hiçbir şey kabul etmeyen adamın, içine en küçük bir şey düştüğü zaman kuyu gibi, mağara gibi derin sesler veren bir iç dünyası var... Herhalde bu karışık insandan daha ziyade korkmak lâzım gelir.” (s. 75)
# Başkişi, pozitivist düşünceyi kendine ilke edinmiş olmakla birlikte özellikle devrin aydınlarında sıkça görülen oportünizmden sıyrılmış bir kişilik yapısına sahiptir. İnandığı değerleri samimiyetle savunmasına rağmen yaşamını yeniden sorgulaması, “yaşlılık psikozu” içerisine girdiği bir dönem ile birlikte başlar.
# Gökyüzü romanı boyunca akılcı, dingin, kendi halinde bir karakter görünümünde karşımıza çıkan başkişi, kendi yaşam değerlerini yeniden sorgulamanın ve inanç-sızlık olgusunun sonunun nereye gideceğini düşünmeye başlar. Mükerrem’in de yerinde tespitleriyle inanç ve yaşlılık arasındaki geçiştirilemez bağ, başkişinin de beynindeki düşünceleri istila eder.
# Yaşlılık sürecini birdenbire algılayan ve içinde bulunduğu zamana nasıl büyük bir süratle geldiğini fark eden başkişi, inandığı değerlere sığınamamanın çaresizliğini de ruhunda barındırır. Özellikle yalnız geçen yılların büyük bir hengâme içerisindeyken unutulduğu ve birdenbire bedeninin yorgun düştüğü anlarda terk edildiği gerçeğiyle yüzleşen başkişinin imdadına son zamanlarda evlatlık edindiği Sevim yetişir. Yaşlılık psikozu içine giren başkişi, Sevim’in hastalığı sırasında yalnızlığını ve içindeki inanma ihtiyacını derinden duyumsamaya başlamıştır. “İçgüdüsel doğasından kopması insanı kaçınılmaz olarak bilinç ile bilinç dışı, ruh ile doğa, bilgi ile inanç arasında çelişkiye sokar”. Başkişi de pozitivizmin öğretilerinin yaşlılık döneminde yetersiz kalmasıyla içgüdüsel anlamda bir inanma ihtiyacı içine girmiş ve kendini tam anlamıyla tatmin edememesi neticesinde bilgi ile inanç arasında sıkışıp kalmıştır.
# Gökyüzü romanının başlangıcından itibaren akılcı kişiliğiyle ön plana çıkan başkişi, Sevim’in hastalığı süresince bu kişilik özelliğini de yavaş yavaş yitirir. Sevim’in bir ruh çağırma seansı sırasında hastalanması onun içindeki boşluğun yerini vehim ve tereddütlerle doldurmaya başlar. Bununla birlikte fiziksel çöküntü içerisine giren başkişi daha önceleri yaşını göstermemesinin gurunu yaşarken Sevim’in hastalığı sonrası aynaya baktığında farklı bir görünümle karşılaşır. Başkişinin fiziksel anlamdaki bu çöküntüsü, aslında Sevim’in hastalığıyla birlikte hızlanan yalnızlık ve yaşlılık psikozunun bedensel yansımasıdır. Ruhsal anlamda kendine birçok şeyi dert edinmeden yaşayan başkişi için zamanın ezici ve yıpratıcı üstünlüğü bir çaresizlik durumu ortaya çıkarmıştır.
# Başkişinin ateist çizgideki yaşamı, yaşlılık ve Sevim’in hastalığı sırasında ruhların parmağı olabileceği şüphesi ile birlikte değişime uğrar. Bu değişim, temelde köklü bir biçimde olmamasına rağmen başkişinin içindeki inanma ihtiyacını körükleyecek, onu “Gökyüzü” masallarına karşı daha duyarlı hale getirmeye yetecektir.
Norm Karakterler
# Gökyüzü romanında, başkişinin yaşamında önemli yere sahip olan ve onun kendini bütünlemesini sağlayan iki önemli norm karakter vardır. Bunların ilki onu yıllar süren yalnızlığı içinde bir aile şefkati ile buluşturan Sevim’dir. Başkişinin büyük halasının torunu olan Sevim, küçük yaşta ailesini kaybetmiş ve Amerikan Kolejinde yatılı olarak okuyan bir genç kızdır.
# Sevim’in geçmişi ile ilgili sınırlı bilgiler verilmesine karşın başkişi ile onu birleştiren en önemli unsur kimsesizlikleri olur. Kendi geçmişini ve yalnızlığını bu küçük kızda bulan başkişi, Sevim’i evlatlık edinerek geçmişinde yaşayamadığı duyguları ona aktarmak ister. Hall, bu durumda olan bireylerin amaçlarını şu şekilde açıklar: “Kişi, simgelenmiş bir nesneyi kaybettiği veya ona sahip olamadığı zamanlarda, bunu, kendisini bu nesneye benzeterek geri almaya veya güvence altında tutmaya yeltenir”.  Sevim, bu nedenle roman başkişinin geçmişe dönük buruk yalnızlığını bütünleyen, onun anne-baba şefkatinden uzak çocukluğunu unutturan bir simge değer olarak da önemli bir noktada yer alır.
# Kadın karakterler daima ilk bakışta güzel olmadıkları halde dikkatle bakılınca mutlaka sevimli, sempatik ve güzel bir hale bürünür. Sevim de başkişi tarafından buna uygun biçimde tanıtılır:
“Konuşmaya başladığı zaman çenesi sonsuz bir sevimlikle sivrilir; dişlerinin duru sedef akisleriyle pırıldayarak meydana çıkması bir saniye evvel iki ince gölge olan dudaklarını nar çiçeği gibi renklendirir... Gözler de öyle. Durgun zamanlarında donuk ve bulanık sarı zannettiğiniz gözlerinin yeşile çalar bir rengi olduğunu görürsünüz.” (s.51)
# Kahraman-anlatıcı tarafından biraz da yanlı bir tutumla bu biçimde aktarılan Sevim, onunla düşünsel anlamda da yakınlık kurar. Amerikan koleji mezunu olan Sevim de başkişi gibi ateisttir. Mektep yıllarında Amerikalı öğretmenleriyle cennet-cehennem hakkında tartışan bu delişmen kız, başkişinin çıraklığını yapmakla övünür ve sürekli olarak başkişinin arkadaşı Mükerrem ile bu konularda tartışır.
# Gökyüzü romanında başkişinin yaşlılık günlerinde onu neredeyse hiç yalnız bırakmayan dostu Mükerrem de norm karakterdir. Mükerrem, ispirtizma masalları ve ruh çağırma seanslarına olan inançları ile başkişinin inanma ihtiyacını bir anlamda telafi eder. Başkişi, Mükerrem’i henüz küçük bir çocuk iken tanımasına rağmen aradaki yaş farkını bir kenara bırakarak onunla yakın bir dostluk kurmuştur. Mükerrem ile başkişi Trablus’ta iken tanışmışlardır. Trablus’ta Mükerrem’e hesap ve Fransızca dersleri öğreten bir öğretmen iken şimdi onun can yoldaşıdır.
# Mükerrem de başkişi gibi belirli bir mesleği olmayan, her işle az çok uğraşmış biridir:
“Gene benim gibi o da her boyadan boyanmıştır. Mülkiye mektebinden sonra Beyrut ve Aydın vilayetlerinde birer sene maiyet memurluğu, sekiz on ay muhalif gazetecilik, arkasından Sinop’ta bir sene sürgün... Bu, birinci kısım... İkinci kısım politikaya tövbe, su mühendisliği tahsili için Belçika’ya hareket...” (s.45)
# İspirtizma işleriyle uğraşmasına karşılık Mükerrem de ateisttir. Fakat başkişinin tespitiyle o ispirtizma yoluyla kendisini başka türlü bir mistisizme kaptırmıştır. Bir dönem gençliğinin inanç buhranı içindeki kıvranışları onları farklı noktalara iter. Mükerrem de onlardan biridir. Bu nedenle o “Gökyüzü”nün zannedildiği kadar boş olmadığı gerçeğine inanarak içindeki vehimlerle mücadele eden bir karakter niteliğini taşır.
# Aynı zamanda Mükerrem, başkişinin içindeki büyük ve derin ruh sükûnetinin ardındaki şüphe ve tereddüt isyanlarını ifşa etmekle görevli bir karakterdir. Mükerrem ile konuştuğu anlardan büyük haz alan, onun çılgınca ve karşı konulamaz ruh çağırma ve ispirtizma masallarını keyifle dinleyen başkişi, içindeki “bir şeylere inanma” güdüsünü böylelikle tatmin eder:
“Mükerrem ’le bir arada geçirdiğimiz geceler en tatlı gecelerimizdir. Bunlara ben, alay olsun diye “Gökyüzü geceleri” adını veririm. Birkaç saat aklı, mantığı bir yana atıp Mükerrem’in masallarına kendimizi kaptırdığımız, onun akın ruhları arasında yaşadığımız için hakikaten de böyledir. ” (s.58)
# Mükerrem, başkişinin yaşayamadığı duyguların eksikliğini gideren/tamamlayan özelliği ile de dikkat çeker. Mükerrem’in başkişi ile benzeşen yönlerinin yanı sıra ondan farklı olarak şiir ile uğraştığı da belirtilir. Özellikle sonbahar aylarında yarası kanayan Mükerrem bu zamanlarda hüzünlü bir tavır takınır.
# Gökyüzü romanının genelinde başkişinin yalnızlığım bir evlat olarak tamamlayan Sevim ile dostluğunu ve içindeki inanç buhranını tamamlayan Mükerrem bütünleyici norm karakterlerdir.
Kart Karakterler
# Roman boyunca belirli bir çizgide ilerleyen ve kişilik özelliklerini koruyan Turgut, Raşit, Pervin, Hasan Çukurçeşme, Gülşen Kalfa ve Asude Bacı kart karakterler grubunda yer alırlar.
# Turgut, Sevim’i seven ve onunla evlenmek isteyen, fiziksel anlamda kusursuz fakat ruhsuz denebilecek genç bir bankacıdır. Gökyüzü romanının başlangıcında Sevim’e talip olan Turgut ile Sevim’i kıyaslayan anlatıcı, onun özelliklerini şu şekilde tasvir eder:
“Güzelliğe gelince, Turgut’ta boy bos, kelle kulak yerindedir. Bir atlet vücudu astragan gibi pırıl pırıl kıvırcık kara saçlı, güzel bir baş. (...) Herhangi bir artist heykeltıraş özene bezene yaptığı bir vücudun üstüne Turgut’un başını seve seve oturtabilir. (...) Yalnız baktığı ve konuştuğu zaman bir parça bönleşir, mana ve ihtişamından az çok kaybeder. ” (s.50-51)
# Turgut, fiziksel güzelliğinin altındaki aşırı saflığını yitirmeden roman boyunca aynı düzlemde ilerler. Romanın son bölümünde Sevim onunla evlenmeye karar verdiğinde bile değişen Turgut değil Sevim’dir. Çünkü Turgut karakter yapısı bakımından değişmez bir özelliktedir.
# Başkişinin sütkardeşi Raşit ise, yeni emekliye ayrılmış bir denizcidir. Ömrünün kırk yılını denizlerde geçiren Raşit altmış yaşındadır. Raşit, başkişinin sütannesi ve evlerinin hizmetçisinin oğludur. Bu nedenle aralarında çocukluk yıllarından gelen yakın bir arkadaşlık bağı vardır. Raşit başkişinin aksine bir mesleği olan ve bu meslek uğruna yıllarını harcamış biridir. Başkişi, onun bu nedenle hayata karşı bakışının kendisinden farklı bir noktada olduğunu vurgular:
“Raşit çocuk bana nispetle çok basit bir insan. (...) O hayatta muayyen bir iş gördüğüne kani. Senelerce memleketten memlekete yük ve insan taşımış... Bir çok fırtınalar görmüş, kazalara uğramış... " (s. 10)
# Tek tutkusu olan denizden ayrılınca adeta bir çocuk hüznüyle köşesine çekilen Raşit, başkişinin evinde kaldığı süre içinde evin en üst katında deniz gören terasta kalarak hasret giderir.
# Başkişinin hem akrabası hem de gençlik yıllarında evlenmek üzere olduğu Pervin de kart karakterlerdendir. Başkişinin içinde bulunduğu zor durumu kendi lehine çevirmek isteyen akraba grubunun reisi olarak tanıtılan Pervin’in asıl amacının yardım etmek mi yoksa başkişinin düştüğü kötü durumu dedikodu malzemesi yapmak mı olduğu belirsizdir.
# Başkişinin Paris dönüşünde henüz bekâr olan Pervin, kendi akranlarının aksine politikaya merak sarmış, gazetelerde ve dergilerde politika yazıları yazmıştır. Bir süre sonra da Büyük Muharebede vagon ticareti yapan bir iş adamı ile evlenmiştir. Pervin, başkişinin gözünde dedikoducu bir karakter olarak yansıtılmasına karşın romanın ilerleyen bölümlerinde Sevim’in hastalığına çare aramak için adeta çırpınan biri konumunda karşımıza çıkar.
# Başkişinin Gülhane yıllarından arkadaşı olan Hasan Çukurçeşme, belediye doktorluğu yapmaktadır. Gençliğinde idealist olan ve büyük yerlere geleceği zannedilen Hasan da başkişi gibi bir kenarda kalmıştır. Okulu bitirdikten sonra bir süre Arabistan’da, Büyük Muharebe’de İngilizlere esir düşerek Bombay’da üç yıl kalmıştır. Hasan Çukurçeşme de başkişi gibi ateisttir. Eski bir tanıdığın sıkıntılı zamanında yardımına geldiği için memnun olan Hasan, Sevim’in hastalığı boyunca başkişiyi yalnız bırakmayacak kadar vefalı davranır.
# Başkişinin evinde yıllardır hizmetçilik yapan Gülşen Kalfa ve Pervinlerin evinde çalışan Âsude Bacı bir dönem Osmanlı hizmetçi modelini oluşturan karakterlerdir. İkisi de göçmen olan ve Türkçe’yi bozuk bir biçimde kullanan bu yaşlı kadınlar, efendilerinin hizmetlerini görmek için yaratılmakla birlikte yaşadıkları evlerde belli söz hakkını ellerinde bulunduran emektarlardır. Kendilerine özgü dünyaları olan bu kalfalar/hizmetçiler kendi içlerinde de rekabet halindedir.
# Gökyüzü romanında, sınırlı bir çevre ve buna bağlı olarak da sınırlı karakter kullanımı söz konusudur. Başkişinin yaşamındaki inançsızlık buhranı ve evlatlığı Sevim’in hastalığına odaklanan roman kurgusu içerisinde sadece ismen ya da anlık görünen fon karakterlerin başında başkişinin yanında yetiştiği amcası gelmektedir. Mamüretülaziz valiliği, Şura-yı Devlet azalığı yapmış amcanın ne ismi ne de varlığı roman boyunca kendini hissettirmez.
# Başkişinin Trablus’a sürgün olarak gittiği yıllarda tanıdığı Halil ve Vahap, Paris’te tanıştığı Ahmet Rıza, Abdullah Cevdet ve Damat Mahmut Paşa başkişinin geçmişe dönük anlatımında birer hatıra olarak geçerler. İstanbul’a döndükten sonra tanıdığı Muhafız Cemal Bey’i de bu gruba dâhil etmek mümkündür.
# Sevim’in okuldaki arkadaşları ve öğretmenleri, Raşit’in karısı Huriye Yenge, romanın ilk bölümünde isimleri geçen diğer şahıslar olarak dikkat çekerler.
# Gökyüzü romanının ikinci bölümünde başkişi, Sevim ve Mükerrem’in Bursa’ya ruh çağırma seansına katılmak üzere gidişleriyle mekân ile birlikte karakterler de değişir ve artar. Ruh çağırma seansının yapılacağı perili evin sahibi Bulgaristan göçmeni adam, babası ve diğer ev halkı ile bu eve ruh çağırma seansına katılmak üzere gelen fizik muallimi, emekli bir Miralay, elektrikçi dükkânı işleten eski bir şeyh ve Coşkun Yılmaz adında bir ilk mektep muallimi sadece bir bölümde görünen ve romanın kurgusunu tamamlayan figüratif karakterlerdir.
# Sevim’in hasta olmasının ardından Bursa’daki otele gelen Profesör ve onun bulduğu hastabakıcı Habibe Resul, İstanbul’da Sevim’i muayene etmeye gelen üç doktor, Pervin’in kocası, başkişinin kafa dinlemek amacıyla bir gece kaçamağı sırasında barda tanıştığı düşkün kız, bardaki garson olay örgüsündeki çeşitliliği sağlayan yardımcı kişilerdir.
# Fon karakterler grubuna başkişinin çocukluğundan tanıdığı akrabalarından olan Bedia Yenge, onunla birlikte yine hatırlanan Mürüvvet Hala ve onun hastalığında okuyup üfleyen hocalardan Yamalı Nuri, Sevim’in gece sayıkladığı kelimeleri inceleyen filoloji mezunu adı verilmeyen kişi de dâhil edilebilir.

İzleksel Kurgu

# Gökyüzü romanında entrik kurguyu oluşturan ve çatışmayı sağlayan değerleri “KORA şemasında” şu şekilde göstermek mümkündür:

Ülkü (Tematik) Değerler
Karşı Değerler
Kişiler
Düzeyinde
Başkişi
Sevim
Mükerrem
Hasan
Raşit
Pervin
Pervin’in kocası Bedia Yenge
Kavramlar
Düzeyinde
Var olmak sorunsalı
Ateizm/Inançsızlık
İnanmak ihtiyacı
Sevgi
Samimiyet
İdealizm
Yok olmak (Ölüm) korkusu İnanç (batıl inanç)
Yaşlılık korkusu Y alnızlık Hastalık Yozlaşma
Simgeler
Düzeyinde
Deniz Istanbul Alaturka saat Masal
Perili ev Bursa
Alafranga saat Miskinler Tekkesi


Varoluş Sorunu:
# Gökyüzü romanı, başkişinin inançsızlık ve inanç/batıl inanç karşısında varoluşunu sorgulaması ile biçimlenir. Belirli bir dini terbiye almayan başkişi, pozitivizmin ve Fransız laikliğinin ilkelerini benimseyen biridir. Romanda genel anlamda ateizmin felsefesini yapmak yerine başkişi ve diğer karakterlerin yaşadığı hayat içerisindeki inançları değerlendirilir.
“Heidegger’e göre, insanın kendini bilmesi, yokluk (ölüm) nedeniyle ortaya çıkan tasa ve korkudan bunalımdan dolayıdır. İnsan dışındaki tüm varlıklarda bu yokluğun belirginleştirdiği bir varlık söz konudur. Varlık, ölüm ve yokluk ürküntüsünden korkar. ”
# Gökyüzü romanında varlığını “buradalık ve yokluk” diyalektiği çerçevesinde değerlendiren kahramanların içine düştüğü bunalım yansıtılır. Birey dünyaya bırakılmışlığını ve “yalnızbaşınalığını” inanç dizgesi dışında anlamlandırma çabası içerisine girdiği andan itibaren boşluk ve hiçlik duygularıyla baş başadır.
# “Maddenin var olmadığını düşlemek zordur, hatta olanaksızdır; zihnin var olmadığını düşlemek ise kesinlikle olanaksızdır. Böyle bir var-olmayış ancak reddetme yoluyla düşünülebilir. Ölümü düşünmek ise ölümü baştan reddetmek demektir. ” Düşünceleriyle yaşamı arasındaki karşıtlığı ontolojik anlamda sorgulayan anlatı başkişisi, ölüm karşısındaki tavrını yaşamının felsefesi haline dönüştürür.
# Varoluşunu sorgulayan insan, inancını dini ve kutsal olana değil kendi yaşamını anlamlı kılacağına inandığı değerlere yöneltir. Kitlelerin sorgusuzca boyun eğdiği inançları akıl yoluyla ararken şüphe buhranları geçirmesi de bu değerleri daha ulvî bir konuma getirir. Bu bağlamda anlatıdaki başkişinin kendini gerçekleştirme ve varlığını dış dünyaya ispatlama çabaları pozitivizmin ilkeleri doğrultusunda hayatiyet kazanır. “İnsanın var olma tarzı, varlık mesleğini icra etmesi, varlık serüvenini sürdürmesi, onun fiili olarak var olmasıdır ve var olmak fiilinin anlamı üzerindeki sorgulaması da budur. ”
# Varoluşunu kendilik değerleri ile sorgulayan başkişi de “bir şey olmak” uğruna “hiçbir şey olamamanın” rahatsızlığı içerisindedir. Bu nedenle anlatıda kahramanların varoluşlarını göstermeleri “Gökyüzü”ne anlam yükleme çabası biçiminde sunulur.
# İdealist bir kişilik yapısına sahip olan başkişi, devrin Osmanlı aydını gibi birçok alanda uzmanlaşmaya çalışmış fakat belirli bir meslek sahibi olamamıştır. Bununla birlikte hedeflerini yukarıda tutmuş, müspet bilgiye ulaşmak ve onu kullanmak amacıyla ideallerini gerçekleştirmek ister. Tıbbiyede öğrencilik yaptığı sıralarda idealizmi daha da üst seviyelere taşımak isteyen başkişi, müspet bilimlerin hepsiyle uğraşır:
“Dünya kurulalıdan beri halledilmemiş birtakım büyük davalar, muammalar vardı: Allah, din, ruh, cennet, cehennem vesaire davaları... Bunlar, yalnız zihinleri karıştırmak, insanları ümit, tereddüt, korku gibi yıpratıcı duygular içinde kıvrandırmakla kalmıyorlar, milletleri, kıtaları birbirine    düşürüyor, boğazlatıyorlardı. Demek ki, ben, müspet bilginin son basamağına çıktıktan sonra oradan metafizik ve meçhul âlemine doğru bir uçuş hareketi yapmalı, yeryüzüne bu işler hakkında kati bir haber getirmeliydim. ” (s. 11)
# Gökyüzü romanının temelinde yer alan başkişinin inanç ve inançsızlık çatışması arasındaki buhranı, yokluk ve hiçlik kaygısına bağlı olarak genişler. Başkişi dinsizliğini samimiyetle savunmasına karşın dönemin Fransa’sında “aydın” kimliği altında yaşayan
# Türkler oportünist düşünceye sahiplerdir. Bu düşüncenin aksini düşünen başkişi, o aydınları da samimiyetsizliklerinden dolayı eleştirir:
“Ben dinsizdim. “Neler yapmalıyız”ı yazarken model olarak yalnız laik Fransa’yı alıyordum. Peygamber bandırasını açarak memlekete girmeyi, hükümet kuvvetinin yarıdan fazlasını gene Şeyhislam’ın eline bırakmayı, eskisi gibi hacısına, hocasına ayrı ayrı kavuk sallamayı doğru bulmuyordum. Hatta bunu halka karşı bir samimiyetsizlik, bir aldatma sayıyordum. ” (s.23)
# İdeallerini ve inancını yaşayan başkişi, kendi değerlerinden taviz vererek ülkesinde herkese yaranmaya çalışan aydın grubunun dışında bir görüşe sahiptir. Bununla birlikte başkişi ve çevresindeki kişilerin inanç olgusunu alımlama biçimleri, sosyal bir boyuta taşınır. Anlatıcı, kendi neslinin inanca olan bakışını arkadaşı Mükerrem üzerinden şu şekilde örneklendirir:
“Mükerrem, çocukken kuvvetli bir din terbiyesi almıştır. Sonra, on beşle yirmi arasında onda bir şüphe hastalığı başlamış; isyanlar, gözyaşları içinde senelerce devam eden bu hastalığı hiçbir şey durduramamış; neticede çocukluğunun muhteşem masalı kat kat gökleri, cennet cehennemleri, melek ve peygamberleriyle çöküp gitmiştir. Bizim neslin birçok çocuklarının müşterek hikâyesi... ” (s.46)
# Bir neslin inanç olgusu karşısındaki buhranları ve bu durumun yaşam karşısındaki tavırda etkili olduğu bu satırlarda özellikle vurgulanır. Türk aydınının yaşadığı sosyal değişimin derin izler bıraktığı Meşrutiyet dönemi gençliğinin geleneğe karşı aldığı tavır, inanç boyutunda da görülür. Bu durum sadece dine karşı oluş anlamına gelmez çünkü meşrutiyet dönemi aydınlarının düşünceleri, dinin geleneksel yapı içersindeki kalıplaşmış cennet-cehennem, melekler-Gökyüzü gibi halk arasında içi boşaltılarak yozlaştırılmış değerlerini de kapsamaktadır.
# Ateizmi ya da inançsızlığı bağnaz bir biçimde yaşamayan başkişi, Bursa’da ruh çağırma seansına gittikleri zaman inanç buhranı içine düşer. Arkadaşı Mükerrem ile daha önce defalarca tartıştıkları konular başkişinin kafasını meşgul ederek korku ve şüphe dolu anlar yaşamasına neden olur.
İnanmak İhtiyacı/Ölüm Korkusu:
# Varlığın en büyük sorunsalı yok olma kaygısıdır. Hiçlik ve boşluk, zaman ve mekanın dışında olmak belirsizlikle birlikte her zaman insana ürküntü verir. Zaman karşısında tükendiğini hisseden birey/kahraman, ölümün yaşlılara daha yakın olduğunu algılamasıyla inançsızlığın yerini korku ve şüphe alır. “Yoktan korkmayı, “bir şeyden” korkmaya dönüştürdüğümüzde kendimizi bir şeylerden korumak için, bazı mekanizmalar geliştirebiliriz. Ama “yok ”un karşısında insan tümden çaresizdir. ”
# Bu bağlamda ölüm, insanda yokluk olgusu ile birlikte harekete geçer. Başkişi, romanın başlangıcında sütkardeşi Raşit emekli olduğu zaman ona hayırlı olsuna gittiği andan itibaren yaşlılık/ölüm korkusunu daha çok duyumsar. Yaşlılık/ölüm korkusunu duyumsayan kahramanı yıllarca ateizmin gereklerine uygun olarak yaşadığı ve benimsediği değerlerin ardına sürükleyen inançsızlık duygusu, artık yerini şüpheye bırakır. İnançsızlığın getirdiği bunalım durumu, kahramanın yaşlılık psikolojisi içinde çelişkiler yaşamasına sebep olur.
# Zamanın ezici üstünlüğü karşısında kendini ve dünya içindeki yerini anlık bir sorgulama içinde bulan başkişi, geçmiş ile an arasındaki yadsınamaz uzaklığı acı bir biçimde fark eder. “İnsan doğduğu andan hemen sonra, ölüm yönünde yaşlanır. Buna göre o, her karar anında bütün varlığıyla kendi ölümünü duymağa çalışmalıdır. Fakat çok defa insan, ölmesi lazım geldiğini görmemezlikten gelir ve gerçek olmayan bir ölüm anlayışına saplanır.” Ölümün yadsınamaz gerçekliği karşısında bocalayan başkişi de geçmiş ve şimdi arasındaki mesafenin “hiç”liğini ölüm ile bağdaştırır.
# Geçmiş ile an arasındaki sınırı bireysel bir yıkım olarak algılayan başkişi, dünyanın bir yitim mekânı olduğunun da farkına varır. Bu farkındalık durumu başkişiyi “bir şeylere inanma” dürtüsü ile baş başa bırakır. Özellikle Mükerrem’in “yok olmak” korkusunu yenmek ya da bu duygudan kurtulmak için sığındığı “Gökyüzü” masallarına bir süre sonra başkişi de inanmak ihtiyacı duyar. Başkişinin yaşlılık ve inanmak arasındaki kurduğu bağı pekiştiren bir büyük duygu birikimi de yalnızlık duygusuyla birlikte gelir. Bu duyguyu hissettiği anlarda inanmanın tadını şu şekilde vurgular:
“Bazı gece yarısından sonra ruhların bizim dünyamızdan başka bir dünyada yaşadıklarına inandığım oluyor. Etraftaki korkunç yalnızlık türlü türlü hayallerle dolmaya başlıyor. Ah bu itikat ne tatlı şey!... ” (s.47)
# Gece karanlığında ve özellikle yalnızlık içerisinde içini kemiren şüpheler karşısında inanmak ihtiyacı içerisine giren başkişi, gündüz aydınlığında bu vehimlerden uzaklaşır. Onu inanma ihtiyacına sürükleyen olaylar dizgesinin başında yaşlılık korkusu olmasına karşın evlatlığı konumundaki Sevim’in bir ruh çağırma seansı sırasında hastalanması ile bu süreç daha da hız kazanır. Mükerrem ile başkişinin ve Sevim’in varlık-yokluk tartışmalarında özelikle Mükerrem’in dikkat çektiği “yok olma” korkusu, ölüm-korku- inanç üçgeni içerisinde biçimlenir. Bireyin varoluş sürecini tamamladıktan sonra kaçınılmaz son olarak gördüğü ölüm ve ölüm sonrasının bilinmezliği inanma güdülerini harekete geçirir. Mükerrem’in başkişi ile tartışırken söylediği:
“- Öyle söyleme... Şu pis dünyanın acılarında bile öyle bir tat var ki her şeye razıyım... Elverir ki yok olmayalım” (s.60)
# Sözleri bu yok oluş korkusunun kanıtı niteliğindedir. Mükerrem’in inanç buhranı içerisinde tartıştığı Sevim, sürekli olarak başkişinin pozitivist düşünce tarzını örnek alır. Fakat başkişinin bu tartışmalar sırasındaki düşünceli hali bir ikilem oluşturmaktadır. Yaşamın yok oluş ile biteceğini düşünmek istemeyen inananlar ve onların karşısında yer alan inanmayanlar olduğunu düşünen Sevim’i ikna ederken aslında herkesin aynı tarafta olduğunu açıklar:
“- O tarafı, bu tarafı yok... Hep bir taraftanız... Yani o da benim taraftan.Belki bu sene, gelecek sene değil.Fakat yaşı biraz daha ilerlesin...İhtiyarlık vehimleri bastırmaya başlasın.. .Gökyüzü hastalığının bu kaşarlanmış atede de nasıl nüksettiğini göreceğiz...Yaşarsak belki bir gün şu Yeşil Cami’nin penceresinden size onun çarpık bir kasketle namaz kıldığını da gösterebilirim. Hatta kim bilir, belki birkaç bin yıl evvelki daha gülünç putperest pratiklerine de düşer. ” (s.70-71)
# Başkişinin inanç buhranına düşeceğini tahmin eden Mükerrem’in bu tespitinin haklılığı romanın sonlarında ortaya çıkacaktır. Çünkü başkişinin Sevim’in hastalığı karşısındaki çaresizliği, onu Afrika yerlilerinin inançlarına bel bağlamaya kadar sürükler. Çaresizlik bireyi her umuda sarılmaya zorlayan bir durumdur. Başkişinin tıp ilimlerinin çözemediği Sevim’in ruhsal/sinirsel rahatsızlığını çözmek amacıyla sığındığı liman putperest inanışları olur.
# Gökyüzü romanındaki inanç olgusunu halk-aydın çatışması olarak gösteren Bursa’daki ruh çağırma seansında, ilginç bir olay yaşanır. Başkişinin inançsız fikirlerle hareket eden fakat ruhlar dünyasını merak eden okumuş insanlarla birlikte katıldığı seansta ev sahibinin bu durumu dışarıdan alaycı bir bakışla küçümsemesi kendisini eleştirel bir tutumla sorgulamasına neden olur. Bu sorgulama sırasında, halkın inanışı ile kendilerinin inançsızlığı arasındaki çelişkiyi algılar. Halkın inanç karşısındaki saflığı, aydının inanma ihtiyacı ile çatışmaktadır.
Olur mu Beyim öyle şey? Bizim bunak peder bile inanmaz bu ruhlara... O, sade Kur’ân’a bel bağlar, “Hayır, şer Allah’tan gelir” der, ruh gelmiş, hastalık gelmiş, düşman gelmiş; o, aldırmaz, Kur’ân’ını okur. (...)
Sandıklar dolusu kitap okuyorum; senelerce etrafımdakilerle ve kendi kendimle çarpışıyorum, birçok sevgilerimi, meyillerimi, ümitlerimi, kan ve gözyaşlarına bakmadan boğazlıyorum. Bütün bu didinmeler niçin? Kafamı rüya ve esatirden temizlemek, istiklallerin en güç elde edileni olan fikir istiklaline erişmek için verdiği vahşi yalnızlık gururu içinde bayrağı o tepeye dikerken omuzbaşımda okuyup yazdığı bile şüpheli bir halk adamı, bir toprak adamı beliriyor, buraya benden daha evvel geldiğini söylüyor. ” (s.88-89)
# Varoluşunu kaygı edinen ve yaşadığı dünyayı anlamlandırma çabası içerisinde ayrıntılara boğulan başkişi halktan birinin kendilik değerlerini basit ve yüzeysel bir biliş düzeyinde inanç boyutunda birleştirdiğini görerek geçmişini sorgular. Bu sorgulayışın temelinde yatan gerçeklik ise yine inanmak ihtiyacı ile paralellik gösterir. Zira inanmamak için direnirken belirli bir düzen sağlayamayan ve yalnızlık içerisinde bir yaşam geçirmek zorunda kalan başkişi, “Gökyüzü”ne karşı bakışını değiştirmeye meyillidir.
Yalnızlık:
# Anlatıda yalnızlık izleği başkişinin yaşam karşısındaki tutumu ve inanç olgusu ile birlikte şekil kazanır. Varoluşunu sorgulayan ve yaşam karşısında kendiliğini ispat etmek isteyen birey, sürü içerisinde olmamak adına yalnızlığı tercih eder. Bu yalnızlık hem kendi yolunu çizmenin hem de farklı olmanın göstergesi olarak algılanabilir. Kendilik değerlerini kurgulamak ve toplumsal baskı altında geliştirilen inanç dışında yaşamak roman başkişisini yalnız kalmaya/yaşamaya mahkûm eder. Fakat buradaki yalnızlık sadece fiziksel anlamda değil ruhsal anlamda yalıtılmışlık olarak ortaya çıkar.
# Anlatı başkişisi, aile yaşamı olmadığından kendisine bu nedenle yaşlılık döneminde “yapay bir aile” kurar. Küçük yaşlarda babasını kaybeden, annesini ise hiç görmeyen başkişi amcasının yanında büyür. Bu nedenle kendi ayakları üzerinde durduğu andan itibaren yalnız kalır. İdeallerini gerçekleştirmek uğruna evlen(e)meyen başkişi, Paris’ten İstanbul’a döndükten sonra ise Gülşen Kalfa ile birlikte yaşamaya başlar. Bu süreç onun hem fiziksel hem de ruhsal yalnızlığını ortaya çıkarır.
# Aile hayatı kuramamanın getirdiği yalnızlık duygusu özellikle başkişinin yaşlandığı dönemlerde ağırlığını gösterir. Gençlik dönemlerinde idealleri peşinde koştururken yalnızlığı duyumsamayan kahraman, yaşamın durağanlaştığı ve zamanın akışını değiştirdiği dönemlerde etkisini hissettirir. Bu nedenle uzaktan akrabası olan Sevim’i evlatlık edinme ihtiyacı duyar. Evinde Gülşen Kalfa ile birlikte yaşamasına karşın kendini ifade edebileceği, sahiplenebileceği bir yakının ihtiyacını duyarken karşısına bir anda yatılı okuldan mezun olan ve ne yapacağını bilemeyen Sevim’in çıkması büyük bir fırsattır. Çünkü başkişi, yaşlılık döneminde evini gitmek zorunda olduğu ama gitmek istemediği bir yer olarak algılamaya başlar:
“Eskiden evimde vakit geçirmek en sevdiğim şeydi. Bazen günlerce kitaplarımın arasında kapanıp kaldığım olurdu. (...) Dediğim gibi elliden sonra bende eve karşı da bir soğukluk uyanmıştı. Her sokak dönüşünde boş odalarda Gülşen kalfanın yemyeşil dolaştığı gözümün önüne geldikçe ayaklarım geri geri gidiyordu. Herhalde bu eve biraz gürültü lazımdı. Bir aralık kimsesiz bir çocuk bulup evlat edinmeyi düşünmeye başlamıştım." (s.34-35)
# Yalnızlık bireyin kendi başına kaldığı anlarda ne yapacağını bilememesiyle ruhsal bir çöküntü halini alır. Birey, kendini dinlemek ile toplumdan soyutlanmak arasındaki farkın ortaya çıktığı bu anlarda iletişim kurmak ve kendini başkalarına açmak ihtiyacı hisseder. Özellikle inançsızlık deneyimi ve varoluş sorunsalı çerçevesinde hayatı algılayan anlatı başkişisinin “yaşlılık psikolojisi” ile birlikte yalnızlığa bakışı da değişir. Zira “yalnız kalmaktan korkmak bir insandan diğerine farklılık gösterir." Gökyüzü romanında başkişinin yalnızlık deneyimlemesi ölüme yaklaştığı dönemlerde kendini gösterir. Çevre ile iletişim kurmak ve oturduğu mekanda yalnız kalmaktan kurtulmak için “kimsesiz bir çocuk bulup evlat edinmeyi” düşünen başkişi, uzaktan akrabası olan Sevim’in evine gelmesiyle fiziksel yalnızlığını bir anlamda ötelemiş olur.

Share with your friends

Add your opinion
Disqus comments
Notification
This is just an example, you can fill it later with your own note.
Done