Gökyüzü Romanı – Özet,
Tahlil, İnceleme
Romanın Kimliği
# Reşat Nuri Güntekin’in
son dönem eserlerinden olan Gökyüzü romanında ateist olan başkişinin düştüğü
inanç buhranı aktarılır. Aynı zamanda Osmanlı’nın son dönem aydınının ortak
hikâyesi varoluş sorunu ve inanmak ihtiyacı izlekleri üzerinden hareketle
dikkatlere sunulur.
# Gökyüzü romanı aynı
zamanda yazarın daha önceki yıllarda kaleme aldığı Yeşil Gece romanındaki
“inanç” olgusunu yeniden ve farklı bir bakış açısıyla sunması bakımından
dikkate değerdir.
# Gökyüzü romanının ilk
basımı 1935 yılında Muallim Ahmet Halit Kütüphanesi tarafından yapılmıştır.
Eserin İnkılâp Yayınları tarafından 2008 yılında on yedinci baskısı yapılır.
Bakış Açısı ve Anlatıcı
# Üç bölümden oluşan Gökyüzü
romanı, kahraman anlatıcı bakış açısı ile kaleme alınır. Romanın adı verilmeyen
başkişisi, olayları hem yaşayan hem de nakleden konumda okur karşısına çıkar.
Anlatı başkişisi, olayları naklederken kendi varlığını sürekli olarak hatırlatacak
değerlendirmelerde bulunarak romanın merkezindeki anlatıcı-kahramanın varlığını
ortaya koyar.
# Gökyüzü romanının ilk
sahnesinde varlığını hissettiren kahraman anlatıcı birinci tekil şahsın
ağzından olayları aktarmaya başlar:
“Bir akşamüstü sütkardeşim Raşit çocuğun
Fatih Çarşamba’sındaki evine uğramıştım.
Raşit çocuk dediğime bakıp da onu sahici
çocuk zannetmemeli. Bu, ona ailece takılmış bir addır. Kendisi tam altmış
yaşındadır. Sütkardeşim oluşuna göre aşağı yukarı benim yaşım." (s.5)
# Başkişi, birinci tekil
anlatım ile romanın kurgusundaki gelişimindeki hâkimin kendisi olacağının ilk
işaretlerini bu bölümden itibaren göstermiş olur. Bununla birlikte romanın
kurgusundaki anlatımın, yaşanmış bir olayı nakletmekten öte meddah tarzı bir
üslupla sunulduğu görülür: “İlk
seneki halimi ne siz sorun, ne ben söyleyeyim!" (s. 13)
Özellikle karşısında biri varmış şeklinde konuşan ve olayları nakleden
kahraman- anlatıcı, olayı daha dikkat çekici bir sunum şekline büründürür:
# Anlatıcının okur ile
olan ilişkisinde aradaki sınırlan kaldırdığı görülür. Yazar- metin-okur
ilişkisi içerisinde, sınırlarım kendisi belirleyen anlatıcı, meddah tarzı bir
anlatımı andıran biçimde olayları aktarır. Trablus’taki sürgün yıllarını
anlatırken okuru, karşısında canlı bir izleyici biçiminde algılayan
kahraman-anlatıcı bu tutumunu roman boyunca devam ettirir. Bu duruma örnek
olarak: “İtiraf güç olacak ama bu kısmı tamamlamak için bir şey daha
anlatmaya mecburum. ” (s.20), “Yalnız,
bu kitabın iyi bir tarafı vardır ki inkâr edersem kendime karşı haksızlık olur.
Bunu anlatayım:” (s.23), “Şimdi size birkaç kelime
ile bunu anlatayım:” (s.32), “İşin içyüzü hiç göründüğü
gibi değildir. Anlatayım. ” (s. 46), “Neyse, sözü uzatmayayım. ”
(s.52) cümlelerini göstermek mümkündür.
# Sınırlı bir sunum
hakkına sahip olan kahraman-anlatıcı, olayları kendi yorumlamalarıyla açımlar.
Anlatıcı, olayı merkezden dışa doğru aktarırken araya girerek çeşitli
yorumlamalarda ve açıklamalarda bulunur.
“Ortaya bir mesele atıldığı vakit son
derece âlimane ve ince tahlillere girişirdim. Talât, hayretle gözlerini açar:
“Bu adamda bir şeyler var ama bilmem neden ben açık anlayamıyorum! ” gibi bir
mana ile yüzüme bakardı. ” (s.26)
# Ya da Sevim’in
düşüncelerini başkişi kendi zihninden geçirerek iç diyalog ya da iç monolog
biçiminde yansıtır. Karşısındakinin düşüncelerini tahmin yoluyla okura sunan
anlatıcı, sınırlı anlatımına rağmen karşısındaki bireyin düşüncelerini olması
gerektiğini düşündüğü biçime büründürür:
“- Sende hazırlık yok diye benimle
eğleniyorsun galiba... Gidecek yerim olmadığını bilmiyor musun? Burada birkaç
gün daha kalabilmek için yüzümü kızartıp müdürden izin istedim. Allah razı
olsun, “olmaz” demedi. Deseydi artık otele mi gidecektik Allah bilir. Size de
galiba bir angaryam düşecek. “Galiba” diyorum çünkü kimsesizliğimi bilen bir
iki yakın arkadaş, babalarına, kardeşlerine söyleyerek bana iş bulacaklarını
yarım ağız vaad ettiler... Fakat ümit zayıf. Halimi bildiği halde “sende
hazırlık yok” diyecek kadar yabancı bir akrabaya işim düşmesini istemezdim.
Fakat sonunda galiba gene sana muhtaç olacağız. ” (s.38)
# Sevim’in düşüncelerine
kendi bakış açısından tercüman olan anlatıcı, kendi iç dünyası ile Sevim’in iç
dünyasını birleştirerek kişisel bir rahatlamaya ulaşır. Kahraman-anlatıcı
karşısındakinin düşüncelerini okuyarak eleştirel biri tutum da sergilemiş olur.
Olay Örgüsü
# Gökyüzü romanı, yazar
tarafından üç bölüme ayrılır. Bu üç bölüm ise kendi içinde Romen rakamlarıyla
bölümlenir. Buna göre birinci kısım on iki; ikinci kısım on altı; üçüncü kısım
ise on bir bölümden oluşmaktadır.
Gökyüzü romanının vaka halkalarını oluşturan vaka
birimlerini şu şekilde sıralayabiliriz:
Birinci Bölüm:
Başkişinin yeni
emekli olan sütkardeşi Raşit’i ziyaret etmesi ve bu ziyaret dönüşü yaşlılık
korkusuna kapılması ile çocukluk yıllarım hatırlaması
Başkişinin devrin
siyasilerini eleştirdiği için Trablus’a sürgün edilmesi ve orada dört yıl
kalması
Başkişinin
Trablus’tan Paris’e kaçması ve orada çeşitli konferanslara katılarak kendini
geliştirmesi
Meşrutiyet’in ilan
edilmesiyle başkişinin İstanbul’a dönüşü ve gazetecilik yapmaya başlaması
Başkişinin
gazetecilik sonrası bir vilayette kısa süreli mutasarrıflık yaptıktan sonra
Darülfünun’da hocalık yapma teklifini reddetmesi
Başkişinin,
akrabası olan Sevim’in diploma törenine katılması ve tören sonrası onu evlatlık
edindiği günlerini hatırlaması
Başkişinin Raşit’i
ziyaretinden dönüşünde evde arkadaşı Mükerrem ve Turgut’un misafir olduğunu
Sevim’den öğrenmesi
Misafirliğe gelen
Mükerrem’in ispirtizma ile ilgili konulardan bahsetmesi
Sevim’in başkişiye Turgut’un kendisine evlilik teklif
ettiğini ancak reddettiğini söylemesi üzerine Turgut’un Antalya’ya tayin edildiğini
söylemesi
Mükerrem ile Sevim’in ispirtizma ve Gökyüzü masalları ile
ilgili tartışmaları
Mükerrem’in
Bursa’da yapılacak viran bir evdeki ruh çağırma seansına gideceğini söylemesi
üzerine başkişi ve Sevim’in de gitmeye karar vermeleri
İkinci Bölüm
Başkişi, Sevim ve
Mükerrem’in ruh çağırma seansına katılmak için Bursa’ya gitmeleri
Mükerrem ve Sevim’in varlık-yokluk, ruhlar ve ispirtizma
üzerine tartışmaları
Ruh çağırma
seansına gitmeden önce başkişi ve Sevim’in Bursa’mn tarihi mekânlarım gezmeleri
Başkişi, Sevim ve Mükerrem’in ruh seansına katılmak için
perili eve gitmeleri
Ev sahibinin ruhlarla ilgili anlatılanlar karşısındaki
duyarsızlığına başkişinin hayran kalması
Ruh çağırma seansı
sırasında, karşı damdaki bir leyleğin vurulmuş gibi aniden düştüğünü gören
Sevim’in düşüp bayılması
Sevim ayıldıktan
sonra devam eden seansta, başkişinin elinden düşen bir sıva parçasının Sevim’in
ayaklarına değmesiyle tekrar bayılması ve seansın bozulması
Bursa’da Sevim’in
iyileşmemesi üzerine başkişi ve Mükerrem’in onu alarak Hastabakıcısı ile
birlikte İstanbul’a getirmeleri
İstanbul’daki evde
Sevim’in daha da fenalaşması üzerine Doktor Hasan’ın muayeneye gelmesi
Sevim’in başka
doktorlar tarafından muayene edilmesi ve konsültasyon sonucu menenjit
tüberküloz olduğuna karar verilmesi
Sevim’in hastalığı
sırasında Mükerrem, Raşit ve Doktor Hasan’ın başkişiye destek vermek amacıyla
onun evinde kalmaları
Doktor Hasan’ın Sevim’in menenjit tüberküloz olmadığından
şüphelenmesi ve diğer doktorlardan birinin de bunu onaylaması
Sevim’in ölüm tehlikesini atlatması şerefine başkişi,
Mükerrem, Raşit ve Doktor
Hasan’ın kendilerine içki ziyafeti çektikleri sırada
Sevim’in diğer akrabalarından olan Pervin ve ailesinin gelip bu manzara
ile karşılaşmaları
Başkişinin zamanda geriye dönerek sürgün öncesi Pervin’le
bir zamanlar evlenmek üzere olduğu günleri hatırlaması
Pervin’in Sevim’e iyi bakılmadığını iddia ederek bir
hastaneye göndermek istemesi ve başkişinin bunu reddetmesi
Pervin’in Sevim’in bakımı ve başkişinin evini toparlamak üzere
Gülşen Kalfa’yı orada bırakması
Başkişinin
evindeki ihtiyarların sayısının artması ile kargaşanın da artması ve Asude Bacı
ile Gülşen Kalfa arasında kavga çıkması
Sevim’in
hastalığına fiziksel bir teşhis koyulmadığını gören başkişi ve arkadaşlarının
sinir hastalıkları uzmanlarına müracaat etmeleri
Sinir hastalıkları uzmanının da Sevim’in hastalığına
belirli bir teşhis koyamaması ve Sevim’in hastalığı ile baş başa kalması
Üçüncü Bölüm
Sevim’in hastalığı
sırasında gelen güz mevsimi ile romantikleşen Mükerrem’in bir miras davası için
Aydın’a gitmesi
Mükerrem’in gidişi ile büyük bir boşluğa düşen başkişinin
yaşlılık psikozu içine girmesi
Yaklaşan kış
aylarında, Sevim’in hastalığı ile bunalan başkişinin dışarıda güzel bir gece
geçirme planı yapması
Başkişinin
lokanta, sinema ve barlarda geçirdiği bir gece Turgut’la karşılaşması ve
Turgut’un Sevim’in hastalığını duyunca onu görmek istemesi
Başkişinin Sevim’i Turgut’a göstermeden önce süslemesi ve
Sevim’in hastalığı sırasında Turgut’un adını sayıkladığı yalanım söylemesi
Pervin ve akrabalarından olan Hacı Yenge’nin başkişinin
evine gelerek Sevim’in hastalığının Mayangalar’a tütsü yaktırılarak geçeceğini
söylemesi
Başkişinin çocukluğunda güzelliğine hayran olduğu Hacı
Yenge ile ilgili anıları hatırlaması
Sevim’in
Mayangalar’a gitmesini istemeyen başkişinin onun söylediği tuhaf sözler ve
davranışları karşısında çaresiz kalarak onu Mayangalar’a götürmesi
Mayangalar’ın yaptıkları tören sonrası Sevim’in
iyileşmesi ve Turgut ile evlenmeye karar vermesi
Pervin ve Asude Bacı’nın başkişiyi ziyarete geldikleri
bir gün Asude Bacı’nın “Bamedune” masalını anlatması
Başkişinin
“Bamedune” masalındaki tekerlemenin Sevim’in hastalığı sırasında tekrarladığı
tuhaf sözler olduğunu fark etmesi
Sevim’in
iyileşmesi sonucu başkişinin “Gökyüzü” masalına olan inancının değişmesi
# Gökyüzü romanının vaka
zamanı, Meşrutiyet öncesinden başlayarak Cumhuriyet sonrasına kadar uzanır. Gökyüzü
romanının merkezinde yer alan kahraman-anlatıcı konumundaki başkişinin ilk
gençlik yıllarından altmış yaşına kadar olan yaşamsal süreci, andan geçmişe
dönülerek aktarılır.
# Gökyüzü romanının giriş
cümlesindeki zaman ibaresi vaka zamanının başlangıcını verir. Bu belirteç
öyküleme zamanını da içinde barındırır: “1931 yazının ilk haftasındaydı." (s.5)
# Gökyüzü romanının ana
vakası geçmişe dönük yapısıyla birlikte ilerler ve roman zamanı, 8 yıllık bir
süreci kapsar. Gökyüzü romanının son bölümünde ise vaka zamanının sınırı “Mayıs 1939..."
(s.230) şeklinde belirlenir. Gökyüzü romanının asıl vakasının 1931-1939
yıllarında geçtiğini belirleyen bu zaman tespitinin ardından anlatıcı, zamanın
geçmiş ve şimdiki boyutları arasındaki mesafesinin insan ömrü üzerindeki
kaçınılmaz tahakkümü üzerinde durur.
# Geçmiş ve anın aynı
düzlemde işlendiği Gökyüzü romanında vaka anlatımı da buna uygun olarak akronik
bir karakterde sunulur. Kahraman-anlatıcı, altmış yaşlarında bir kişi olarak
okur karşısına çıkmasına rağmen yaşlılık psikozu ve endişesi içinde zamanın
insanı yutan, kendine dönüştüren ve sonra yok eden bir olgu olduğu
düşüncesindedir.
# Gökyüzü romanında Roman
başkişisinin çocukluk yıllarındaki anılarım özele indirgeyerek anlattığı
bölümlerde, romanın içindeki vaka zamanında geriye dönüşler görülür. Başkişinin
sütkardeşi Raşit’i emekli olduktan sonra ziyaret ettiği andan sonra zaman, an
ve geçmiş halinde iki yönlü olarak ilerler. Özellikle ilk bölümün Romen
rakamlarıyla başlıklandırılmış III ve IX. bölümleri arasında başkişinin
geçmişten ana kadar uzanan yaşamı özetleme tekniği ile birinci şahsın ağzından
aktarılır.
“Raşit çocuk askere gittiği
zaman ben, tıbbiye talebesi idim." (s. 11) biçiminde başlayan
geçmişe yolculuk başkişinin daha da gerilere giderek çocukluk yıllarında
ailesine ait bazı ayrıntıları aktarmasına da vesile olur:
“Babam, ben sekiz yaşında iken ölmüştü.
Annemi ise hiç tanımam.
Ben amcamın Kıztaşı ’ndaki konağında
büyüdüm." (s.13)
# Başkişinin aile
şefkatinden mahrum bir çocukluk geçirdiği belirtilmesine rağmen bu ayrıntı
üzerinde fazla durulmaz. Başkişi yaşamında kendince önemli gördüğü olayları
yeniden nakletmeye devam eder. Özellikle sürgün olarak Trablus’a gönderildiği
ve oradan Paris’e kaçtığı yıllar yine zamanda geriye dönülerek aktarılır:
“Trablus’ta dört sene kaldım. İlk seneki
halimi ne siz sorun, ne ben söyleyeyim (...) Bereket versin Avrupa’ya nasıl
kaçılacağım daha evvel uzun uzadıya düşünmüştüm. (...) İki gün sonra hürriyet
kahramanı, bir tetkik seyahatinden dönen üç İsviçreli mühendisle vapura
biniyordu. ” (s. 13-20)
# Başkişinin İstanbul
dışında geçirdiği sürgün yılları ve Paris’e kaçışını sonlandırıp İstanbul’a
dönmesini sağlayan olay ise Meşrutiyet’in ilan edilmesidir. Meşrutiyet’in ilanı
ile sürgünlerin geri döndüğü İstanbul, başkişi için de dönülmesi kaçınılmaz bir
mekân olur: “Nihayet
meşrutiyet... On
bir yıl kadar ayrıldıktan sonra memlekete dönüş... ” (s.24)
Başkişinin sürgün yıllarında geçirdiği zaman dilimi de böylelikle ifşa edilir.
# Başkişinin geçmişe
dönük yaşamını özetleyen anılardan şimdiye dönmesi ile birlikte romanın kurgusu
da değişir. Raşit’i ziyaret dönüşü yürürken daldığı anıların içinden gerçek
zamana doğru adımlar atar. Andan geçmişe, geçmişten tekrar ana doğru atılan bu
adımlarla romanın zaman kurgusu şekillenmiş olur:
“Unkapanı köprüsü kapalı olduğu için bir
sandala binmiştim. (...) Şimdi Sevim’i düşünmek bana bu sandalın, arkama
kaykılarak ensemi dayadığım yastığı kadar dinlendirici geliyordu. Böyle olmakla
beraber sandaldan Karaköy köprüsüne çıktığım zaman bütün o eski yerleri ve
zamanları başımdan ziyade ayaklarımla dolaşmış gibi yorgundum. ”
(s.40-41)
# Başkişinin geçmişe
dönük hatırlamaları ile zamanın psikolojik boyutu ön plana çıkar. Geçmiş ile an
arasındaki mesafeyi andaki psikolojisi ile algılayan başkişi, anıların
yarattığı yıpratıcılıktan şimdinin dingin zamanına kaçar.
# Gökyüzü romanının vaka
zamanı, başkişinin geçmişi ile ilgili verdiği özet bilgilerin ardından ileriye
dönük biçimde ilerler. Zaman olgusu romanda başkişinin yaşamıyla
özdeşleştirilerek psikolojik bir boyuta taşınır. Başkişinin yaşlılık psikozu
içinde girdiği bunalımlı süreç, zaman-mekan birlikteliği ile sunulur:
“Tabiatta hiçbir şeyin sonbaharı insanınki
kadar zengin ve parlak olmuyor. Sonbahar meraklısı şairler bilmem neden onu
“Kuytu ormanlar, ıssız dereler nâş’-i evrak ile dolu” laflarda aramaya giderler
de insanların yüzünü seyretmeyi akıl etmezler. ” (s.180)
# İnsan ile zaman
arasındaki kaçınılmaz ilişkinin trajik boyutu, başkişinin yaşlılık dönemindeki
duygularının aktarımı ile birlikte açığa çıkarılır. Gökyüzü romanında zamanın
insan üzerindeki ezici hâkimiyetinin tabiattakinden daha realist olduğu gerçeği
dikkat çeker.
# Gökyüzü romanında
zamanın psikolojik boyutu, kozmik düzenin insan yaşamı üzerindeki derin ve
içsel görünümünü etkileyen biçiminde de ele alınır. Özellikle gece ile gündüz
arasındaki ruh halinin farkı üzerinde duran başkişi, bireysel algıların
zamansal izdüşümüne göndermede bulunur:
“Gece oldu mu koyunlar gibi bir baş başa
verme ihtiyacıdır başlıyor. Geceleri gündüzden ne kadar başkayız, yağmurlu
gecede, açık gecede, aylı gecede, aysız gecede, umduğumuz, sevdiğimiz, yorgun,
sarhoş yahut hasta olduğumuz, yakınlarımızdan birini kaybettiğimiz gecelerde ne
kadar başka başka insanlarız..." (s.73)
# Zamanın gece ile gündüz
arasındaki bireysel etkisi, tarihsel süreç ile paralellik gösterir. Geçmişteki
zaman algısı ve zamanı yaşama biçimi ile andaki zamanı yaşama biçimi de romanda
farklılık gösterir. Cumhuriyet yılları öncesindeki zaman kavramının
belirlendiği alaturka saat ile Cumhuriyet sonrası kullanılan alafranga saatin
bir arada kullanılışı da romandaki zamanın psikolojik boyutunu belirler.
“Bu alaturka saat, beni birdenbire
çocukluğuma götürdü. Hayalimde birdenbire zaman ölçüsü değişti, gece; uzadı,
derinleşti: otuz yıl evvelin akşam ezanıyla başlayan zifiri karanlık, sessiz ve
vahşi gecelerden biri oldu. Alaturka iki, hakikaten gecenin ne geç bir saati
idi... Bir kupkuru kelimenin insanda bu kadar büyük değişiklikler yapmasına
şaşmamak mümkün mü?" (s.82)
“Mükerrem’deki o ürkütücü yabancılık meğer
sırf o saate ve havaya mahsus takma bir ruh ve suratmış. O, saatini tekrar
alaturkadan alafrangaya çevirmiş." (s.98)
# Alaturka ile alafranga
saat arasındaki fark zamanın bireysel algısını göstermesi açısından önemlidir.
Bu açıdan zaman, göreceli olarak değişen ve niteliksel olanı ifade eden bir olgu
olarak karşımıza çıkar.
# Gökyüzü romanında vaka
zamanı, Meşrutiyet öncesinden Cumhuriyet sonrasına kadar geniş bir süreci
içermektedir. Bu nedenle romanın vakası içinde sosyal zaman unsurları da yer
alır. Başkişinin yaşamını biçimlendiren Abdülhamit dönemindeki sürgün hayatı ve
2. Meşrutiyet dönemi, sosyal zaman unsurlarının başında gelir. Sosyal zaman,
bireysel zamanın önüne geçmemekle beraber başkişinin ve çevresindekilerin
yaşamını etkileyen/yönlendiren bir unsur olarak görülmektedir. Örneğin başkişinin
meşrutiyet dönemi öncesi yaptığı konuşmalar ve okuduğu kitapların kenarlarına
aldığı notlar sonucu Trablus’a sürgüne gönderildiği yıllar ve meşrutiyetin
ilanı ile İstanbul’a dönmesi, sosyal zaman unsurları olarak göze çarpar.
Mekân
# Gökyüzü romanında
fiziksel mekân İstanbul ve Bursa’dır. Üç bölümden oluşan romanın birinci ve
üçüncü bölümleri tamamen İstanbul’da, İkinci bölümün bir kısmı Bursa’da bir
kısmı da İstanbul’da geçmektedir. Romanda genel itibariyle iç mekân kullanımı
dikkati çeker.
# Başkişinin sütkardeşi
Raşit’in Fatih Çarşamba’sındaki evinden Unkapanı civarındaki kendi evine dönüşü
sırasında, İstanbul’un belirli mekânları tasvir edilir. Romanın ikinci kısmında
ise Bursa ilinin belirli mekânları tanıtılır.
# Gökyüzü romanının temel
izleği durumundaki inançsızlık olgusu ve başkişi ile etrafındaki şahısların
yaşama karşı duruş biçimleri, mekân kullanımını derinden etkiler. İnanç ve
inançsızlık ikilemi arasında kalan bireylerin “Gökyüzü”nden yardım bekledikleri
durumlarda mekân karanlık ve sıkıcı bir biçime bürünür.
# İnsan ve mekân
arasındaki karşılıklı ve kaçınılmaz ilişki “Gökyüzü” romanında iki yönlü olarak
işlenir. Başkişinin yaşlılık psikolojisi içerisine düştüğü anlarda özellikle daralan
mekân, İstanbul sokaklarında yürürken ruhsal dünyasını da karanlık noktalara
çeker. Elbette romanın başlangıcında başkişi, emekliye ayrılan sütkardeşinin
evindeki hüznü paylaştığı anda mekân, içinde bulunulan duruma uygun olarak
kapalı/dar biçimde yansıtılır:
“Dışarıda daha bir parça güneş vardı.
Evdeki karanlığın, basık tavanlardan, kafesli dar pencerelerden, belki biraz da
Raşit çocuğun tekaütlüğünden ileri geldiğini o zaman fark ettim. ” (s.8)
# Mekân, insanın içinde
bulunduğu coğrafi konum olmaktan öte bir şeydir. İnsanın içsel anlamdaki
duyarlığını kendine dönüştüren mekân, insan ile aynı paralelde genişler ya da
daralır. İşte yukarıdaki alıntıda görüldüğü gibi başkişinin havanın karadığını
zannederek sütkardeşinin evinden kalktığı anda, aslında “Evdeki karanlığın,
basık tavanlardan, kafesli dar pencereler”(den) öte Raşit’in
emeklilik hüznünün olduğunu düşünmesi bunun göstergesidir.
# Gökyüzü romanında genel
anlamda mekân dar/kapalı özellikte kullanılır. İnançsızlık buhranı içindeki
bireylerin zamanın kendi hükmünü sürmesi karşısındaki çaresizliği, onları
yaşadıkları mekân içinde huzursuz eder. Bu anlamda mekân, “kökten değişimin ve
beklenmedik yazgı dönüşümünün gerçekleştiği, kararların verildiği, yasak
çizginin ötesine geçildiği, kişinin yenilendiği veya öldüğü “nokta” anlamına
bürünür. ” Bu dönüşümün ve yenileşmenin sebep olduğu huzursuzluk,
özellikle Bursa’da ruh çağırma sırasında zirveye ulaşır:
“Doğrusunu söylemek lazım gelire ben,
sarnıca eğilirken gizli bir kuvvetin beni birdenbire içeri çekmesinden
korkuyormuş gibi ellerimle taşları tutuyor, sırtımda soğuk bir ürperme
hissediyordum. Burası kuyu gibi derin ve karanlık görünen bir yerdi. Ben, geri
çekildikten sonra Sevim yaklaştı. Korkmadan buraya bakmak o zavallı için de bir
namus borcu olmuştu.(...) Bu arada ufak bir kerpiç parçası mı düşürdük nedir;
suyun yüzünde belli belirsiz bir kımıldama oldu. (...) Sevim’in vücudu hafif
bir sarsıntıyla geriye fırladı. ” (s.90-91)
# Ruh çağırma seansına
katılan iki inançsız kişinin vehimleri mekâna da yansır. Ruh çağırma seansına
katıldıkları bahçedeki sarnıç ağacının kovuğu; “kuyu gibi derin ve karanlık”
tasvir edilirken bu mekanın başkişi ve yanındaki Sevim’in içerisinde yarattığı
korku da mekan-insan etkileşimi çerçevesinde sunulur.
# Sevim’in korku-suzluk
iddiası içinde girdiği mekân, korku dolu anlar yaşamasına neden olur. Mekânın
insanı kuşatan özelliği, başkişi ve Sevim’in ruh dünyasını daraltır.
# Sevim’in hastalığı ile
başlayan süreçte başkişi ve yakın arkadaşı Mükerrem için yaşanılan mekân
bunaltıcıdır. Sevim’i bir otel odasında tedavi ettirmeye başlayan kahramanlar
için bu oda artık yaşam ile ölümün kesiştiği bir nokta gibi olur.
# “Kimsesiz
bir insan gibi otel odasına”(s.103) bırakılan Sevim terk edilmiş gibi
algılanır. Zira oteller kimsesi olmayanların uğrak yerleridir. Sevim’in
Bursa’daki otel odasında hastalığının geçmediğini fark eden başkişi, onu
İstanbul’a götürür. Daralan mekânın bir anlık genişlemeye uğradığı bu andan
sonra yine başkişinin evinde iyileşmeyen hasta psikolojisi, mekânı kendi
ekseninde daraltacaktır. Başkişi, Sevim’in hastalığı süresince kendi evinde
rahatsızlık hisseder. Bu rahatsızlık, başkişinin yaşadığı mekâna da siner.
# Başkişinin yaşadığı evi
bir anda hastane koğuşuna çeviren Sevim’in hastalığı ve huzursuz ortam,
kahramanların davranışlarına da yansır. Özellikle bir grup yaşlı tarafından evi
adeta istilaya uğrayan başkişi, kendi içindeki yaşlılık ve ölüm korkusunu
yakından duyumsayarak kaçış ve karamsarlık psikolojisi içine girer. Bu durumdan
kurtulmak için kendince bir gece geçirmeyi planlayan başkişi başarısız bir
deneyim geçirir. Bunalımın son haddine vardığı bir gece kendini dışarı atarak
önce bir lokanta ve sinemaya ardından da iki ayrı bara gider. Bu gidilen
mekânların hiç birinde hayal ettiği huzuru ve tadı bulamaz. Üstelik kendini
daha da sıkılmış bir halde bulur. Başkişi, birinci bardan çıkıp eve gitmeyi
düşünmesine rağmen kaçış duygusunun tahakkümü altında kendini başka bir bara
atar. İkinci bara girmeden önce eve gitmek ile gitmemek arasındaki tereddüt
yaşar:
“Birdenbire gözümün önüne sönük sobanın
yanındaki delik deşik kaplan postu, hasta odasının aralık kapısından görülen
evhamla dolu mavi ışık geliyor. Siste yolunu kaybetmiş bir gemi gibi sokağın
ortasında duruyorum. Gazeteler ara sıra bazı kimselerin Arnavutköy akıntısında
yahut şimendifer altında öldüklerini yazıyorlar; fakat sebebini söylemiyorlar.
” (s.190-191)
# Sevim’in hastalığından
kaçarak sığındığı mekanlarda aradığı huzuru bulamayan başkişi evine geri
dönerken zihninde canlanan “sönük
soba” ve“delik deşik kaplan postu” imgeleriyle kendini
bütünleştirir. “Siste
yolunu kaybetmiş bir gemi ” gibi ne yapacağını bilmeden hastalık
ve yaşlılık bunalımı içerinde kıvranan başkişi, maddi dünyanın realitesine
sığındığı yıllardaki cesaretinden uzaklaşmış, büsbütün tedirgin bir kimliğe
bürünmüştür. İçine düştüğü durum karşısında bocalarken, böylelikle mekânın
boğucu ve yutucu özelliğini ruhsal anlamda bir çöküntü biçiminde duyumsar.
# Genel anlamda kapalı ve
dar mekânların kullanıldığı Gökyüzü romanında, başkişinin evlatlık edindiği
Sevim ve en yakın arkadaşı Mükerrem ile geçirdiği vakitlerin büyük bir kısmı
ona mutluluk verir. Yıllarca yalnız yaşayan başkişinin yaşamını renklendiren
Sevim’in hastalık dönemleri haricinde başkişinin yanında bulunduğu anlarda
mekân genişlik kazanır.
# Gökyüzü romanında,
Sevim’in hastalık sürecinde sürekli olarak daralan mekân, onun iyileşme
işaretleri gösterdiği anlarda yerini büyük bir ferahlığa bırakır. Mekânın asıl
genişlemesi ise romanın sonunda Sevim’in Mayangalar’a tütsü yaktırıldıktan
sonra tamamen iyileşmesi ile gerçekleşir. Sevim, düzeldikten sonra Turgut ile
birlikte İstanbul’u gezer ve onun evlilik teklifini düşünmeden kabul eder.
Mekânın insanla birlikte değiştiği şüphesiz bir gerçektir. Sevim’in yaşadığı
rahatsızlık sonrası yaşama karşı duruşunun farklılaşması çevresindeki mekânı
algılayış biçimini de değiştirir. Başkişinin yaşama karşı tavrını etkilediği
Sevim, hastalık sonrasında tamamen farklı bir kimliğe bürünerek mekânı kendi
çevresinde kurguladığı bir dış dünya biçiminde algılar.
“Büyük yeraltı yıkıntıları nasıl tek bir
gecede toprağın yüzünü değiştirirse hastalık da Sevim’i öyle değiştirmiş, bir
insanda on, on beş senelik tabiî bir yaşamanın meydana getireceği
değişiklikleri birkaç ayda yaparak onu hayatın bir devrinden başka bir devrine
götürmüştü. ” (s.233)
# Sevim, hastalık sonrası
geçmişi tamamen unutarak farklı bir yaşam biçimini benimserken başkişi, onun bu
halinden memnun olmakla birlikte kendi yalnızlığına üzülecektir. Fakat evlatlık
olarak aldığı kızı adına yaşamın güzel yüzünü görmesi onu sevindiren ve içinde
bulunduğu mekânı genişleten unsur olacaktır.
Şahıs Kadrosu
Başkişi
# Kahraman-anlatıcının
ağzından aktarılan romanda başkişi, adı verilmeyen altmış yaşlarında bir
erkektir. Belirli bir mesleğe sahip olmayan ve amcasının yanında büyüyen
başkişi, kendi ağzından anlattığı olaylar dizisi içinde adını belirtmez. Gökyüzü
romanının ilk bölümünde sütkardeşi
Raşit’in emekliliğini hayırlı etmek üzere ziyaretine gittiği andan itibaren
geçmişe doğru yolculuk yapar ve geçmişi hakkında ilk bilgileri vermeye başlar:
“Raşit çocuk askere gittiği zaman ben,
Tıbbiye talebesi idim. (...) Babam, ben sekiz yaşında iken ölmüştü. Annemi ise
hiç tanımam. Ben, amcamın Kıztaşı'ndaki konağında büyüdüm. Amcam, güngörmüş bir
adamdı. Vaktiyle Abdülaziz'e mabeyincilik etmiş, sonra birkaç sene
Mamüretülâziz valiliğinde bulunmuştu." (s. 11-12)
# Babasız ve annesiz
geçen bir çocukluğa rağmen maddi bakımdan sıkıntı çekmeyen başkişi; siyasetle
uğraşmış, Trablus’a sürgün edilmiş, Paris’te bir müddet kendini geliştirmek
için çabalamıştır. Başkişinin en belirgin özelliği ateist olmasıdır. Romanın da
temel izleğini oluşturan bu inançsızlık, başkişinin yaşam karşısındaki duruşunu
belirler. Paris’te kaldığı dönemlerde özellikle Fransa’yı örnek alan başkişi,
ülkesindeki din politikasını da eleştirmektedir:
“Ben dinsizdim. “Neler Yapmalıyız"ı yazarken
model olarak yalnız laik Fransa’yı model alıyordum. Peygamber bandırasını
açarak memlekete girmeyi, hükümet kuvvetinin yarıdan fazlasını gene
Şeyhislâm’ın eline bırakmayı, eskisi gibi hacısına, hocasına ayrı ayrı kavuk
sallamayı doğru bulmuyordum. Hatta bunu halka karşı samimiyetsizlik, bir
aldatma sayıyordum." (s.23)
# Başkişi, inandığı
değerleri savunurken samimiyetinden ödün vermez. Paris’te kaldığı yılların
ardından ülkesine dönme zamanı geldiğinde de bu samimiyet ile hareket eder.
# Kahraman-anlatıcı
konumundaki başkişi, çevresinde gelişme gösteren olayları kendi bakış açısından
sınırlı bir biçimde sunar. Pozitivist bir dünya görüşüne sahip olan başkişi,
gençliğinden itibaren belirli bir konuda uzmanlık sağlayamamış her dalda bir
şeyler öğrenmeye çalışmıştır. Tıp fakültesini yarıda bırakan, kimya, fotoğraf
ve tarihle amatör olarak ilgilenen, felsefe, estetik ve sosyoloji üzerine
kitaplar okuyan başkişinin Paris dönüşü, önce bir gazetede çalışmış sonra da
kısa bir süre mutasarrıflık deneyimi olmuştur. Bütün bu süre sonunda başkişi,
kendi durumunun vahametini de anlamış olur.
# Çok fazla konuda bilgi edinmek isteyen
insanın herhangi bir konuda uzmanlaşamaması, başkişi tarafından kendine ve
kendi çağının aydınına dönük bir eleştiri olarak aktarılır. Özellikle
Darülfünundaki akranlarının da aynı sıkıntıda oldukları “dönemin aydın
profilini” göstermesi bakımından önem taşır. “Anlatıcının kişisel tarihi, ‘büyük anlatı’ların
cazibesine kapılan ve kendi gerçekliğini kaybeden Türkiyeli aydının
fotoğrafının negatifidir. Bu negatif, ancak ışığa tutulduğunda seçilebilen bir
gölge hayatı belirtir. İnsanlığın kurtuluşu projesini bir misyon olarak
üstlenen aydın, kendisini nesnelleştiremediği için, sonunda kendi hayali ve
soyut ben’inden başka bir şey olmayan boşluğa çıkar.” Bu boşluk, ideallerini sınırlamayan kahramanların geleceğe
taşıdıkları umutları bilinçsiz bir şekilde tüketmelerinden de kaynaklanır.
Genel anlamda Osmanlı’nın son dönem aydın profilinin özelliklerini taşıyan
başkişi, onların çektiği inançsızlık buhranını da yakından hisseder.
# Başkişinin içinde
bulunduğu inançsızlık, basit ve kısa süreli olarak değerlendirilmez. Kendini
bildiğinden beri dini inançları reddeden başkişinin akılcılığı, ruhi dünyasının
önüne geçmiş sayılmaz. İnançsızlığı sadece kör bir bakış açısı ile benimsemeyen
başkişinin, kendi iç dünyasındaki derinliği arkadaşı Mükerrem dile getirir:
“Bu adam, Gökyüzüne karşı bayrak açmış bir
kızıl dinsizdir... Ruh diye bir şey tanımıyor. Onun için karaciğerin safra,
ağızdaki bezlerin tükrük salması kabilinden, beyin de durmadan fikir yapan ve
çıkaran bir makinedir... Fakat tuhaf değil mi ki bu maneviyat namına hiçbir şey
kabul etmeyen adamın, içine en küçük bir şey düştüğü zaman kuyu gibi, mağara
gibi derin sesler veren bir iç dünyası var... Herhalde bu karışık insandan daha
ziyade korkmak lâzım gelir.” (s. 75)
# Başkişi, pozitivist
düşünceyi kendine ilke edinmiş olmakla birlikte özellikle devrin aydınlarında
sıkça görülen oportünizmden sıyrılmış bir kişilik yapısına sahiptir. İnandığı değerleri
samimiyetle savunmasına rağmen yaşamını yeniden sorgulaması, “yaşlılık psikozu”
içerisine girdiği bir dönem ile birlikte başlar.
# Gökyüzü romanı boyunca
akılcı, dingin, kendi halinde bir karakter görünümünde karşımıza çıkan başkişi,
kendi yaşam değerlerini yeniden sorgulamanın ve inanç-sızlık olgusunun sonunun
nereye gideceğini düşünmeye başlar. Mükerrem’in de yerinde tespitleriyle inanç
ve yaşlılık arasındaki geçiştirilemez bağ, başkişinin de beynindeki düşünceleri
istila eder.
# Yaşlılık sürecini
birdenbire algılayan ve içinde bulunduğu zamana nasıl büyük bir süratle
geldiğini fark eden başkişi, inandığı değerlere sığınamamanın çaresizliğini de
ruhunda barındırır. Özellikle yalnız geçen yılların büyük bir hengâme
içerisindeyken unutulduğu ve birdenbire bedeninin yorgun düştüğü anlarda terk
edildiği gerçeğiyle yüzleşen başkişinin imdadına son zamanlarda evlatlık
edindiği Sevim yetişir. Yaşlılık psikozu içine giren başkişi, Sevim’in
hastalığı sırasında yalnızlığını ve içindeki inanma ihtiyacını derinden duyumsamaya
başlamıştır. “İçgüdüsel
doğasından kopması insanı kaçınılmaz olarak bilinç ile bilinç dışı, ruh ile
doğa, bilgi ile inanç arasında çelişkiye sokar”. Başkişi de
pozitivizmin öğretilerinin yaşlılık döneminde yetersiz kalmasıyla içgüdüsel
anlamda bir inanma ihtiyacı içine girmiş ve kendini tam anlamıyla tatmin
edememesi neticesinde bilgi ile inanç arasında sıkışıp kalmıştır.
# Gökyüzü romanının
başlangıcından itibaren akılcı kişiliğiyle ön plana çıkan başkişi, Sevim’in
hastalığı süresince bu kişilik özelliğini de yavaş yavaş yitirir. Sevim’in bir
ruh çağırma seansı sırasında hastalanması onun içindeki boşluğun yerini vehim
ve tereddütlerle doldurmaya başlar. Bununla birlikte fiziksel çöküntü içerisine
giren başkişi daha önceleri yaşını göstermemesinin gurunu yaşarken Sevim’in
hastalığı sonrası aynaya baktığında farklı bir görünümle karşılaşır. Başkişinin
fiziksel anlamdaki bu çöküntüsü, aslında Sevim’in hastalığıyla birlikte
hızlanan yalnızlık ve yaşlılık psikozunun bedensel yansımasıdır. Ruhsal anlamda
kendine birçok şeyi dert edinmeden yaşayan başkişi için zamanın ezici ve
yıpratıcı üstünlüğü bir çaresizlik durumu ortaya çıkarmıştır.
# Başkişinin ateist
çizgideki yaşamı, yaşlılık ve Sevim’in hastalığı sırasında ruhların parmağı
olabileceği şüphesi ile birlikte değişime uğrar. Bu değişim, temelde köklü bir
biçimde olmamasına rağmen başkişinin içindeki inanma ihtiyacını körükleyecek,
onu “Gökyüzü” masallarına karşı daha duyarlı hale getirmeye yetecektir.
Norm Karakterler
# Gökyüzü romanında,
başkişinin yaşamında önemli yere sahip olan ve onun kendini bütünlemesini
sağlayan iki önemli norm karakter vardır. Bunların ilki onu yıllar süren
yalnızlığı içinde bir aile şefkati ile buluşturan Sevim’dir. Başkişinin büyük
halasının torunu olan Sevim, küçük yaşta ailesini kaybetmiş ve Amerikan
Kolejinde yatılı olarak okuyan bir genç kızdır.
# Sevim’in geçmişi ile
ilgili sınırlı bilgiler verilmesine karşın başkişi ile onu birleştiren en
önemli unsur kimsesizlikleri olur. Kendi geçmişini ve yalnızlığını bu küçük
kızda bulan başkişi, Sevim’i evlatlık edinerek geçmişinde yaşayamadığı
duyguları ona aktarmak ister. Hall, bu durumda olan bireylerin amaçlarını şu
şekilde açıklar: “Kişi,
simgelenmiş bir nesneyi kaybettiği veya ona sahip olamadığı zamanlarda, bunu,
kendisini bu nesneye benzeterek geri almaya veya güvence altında tutmaya
yeltenir”. Sevim, bu
nedenle roman başkişinin geçmişe dönük buruk yalnızlığını bütünleyen, onun
anne-baba şefkatinden uzak çocukluğunu unutturan bir simge değer olarak da
önemli bir noktada yer alır.
# Kadın karakterler daima
ilk bakışta güzel olmadıkları halde dikkatle bakılınca mutlaka sevimli,
sempatik ve güzel bir hale bürünür. Sevim de başkişi tarafından buna uygun
biçimde tanıtılır:
“Konuşmaya başladığı zaman çenesi sonsuz
bir sevimlikle sivrilir; dişlerinin duru sedef akisleriyle pırıldayarak meydana
çıkması bir saniye evvel iki ince gölge olan dudaklarını nar çiçeği gibi
renklendirir... Gözler de öyle. Durgun zamanlarında donuk ve bulanık sarı
zannettiğiniz gözlerinin yeşile çalar bir rengi olduğunu görürsünüz.” (s.51)
# Kahraman-anlatıcı
tarafından biraz da yanlı bir tutumla bu biçimde aktarılan Sevim, onunla
düşünsel anlamda da yakınlık kurar. Amerikan koleji mezunu olan Sevim de
başkişi gibi ateisttir. Mektep yıllarında Amerikalı öğretmenleriyle
cennet-cehennem hakkında tartışan bu delişmen kız, başkişinin çıraklığını
yapmakla övünür ve sürekli olarak başkişinin arkadaşı Mükerrem ile bu konularda
tartışır.
# Gökyüzü romanında
başkişinin yaşlılık günlerinde onu neredeyse hiç yalnız bırakmayan dostu
Mükerrem de norm karakterdir. Mükerrem, ispirtizma masalları ve ruh çağırma
seanslarına olan inançları ile başkişinin inanma ihtiyacını bir anlamda telafi
eder. Başkişi, Mükerrem’i henüz küçük bir çocuk iken tanımasına rağmen aradaki
yaş farkını bir kenara bırakarak onunla yakın bir dostluk kurmuştur. Mükerrem
ile başkişi Trablus’ta iken tanışmışlardır. Trablus’ta Mükerrem’e hesap ve
Fransızca dersleri öğreten bir öğretmen iken şimdi onun can yoldaşıdır.
# Mükerrem de başkişi
gibi belirli bir mesleği olmayan, her işle az çok uğraşmış biridir:
“Gene benim gibi o da her boyadan
boyanmıştır. Mülkiye mektebinden sonra Beyrut ve Aydın vilayetlerinde birer
sene maiyet memurluğu, sekiz on ay muhalif gazetecilik, arkasından Sinop’ta bir
sene sürgün... Bu, birinci kısım... İkinci kısım politikaya tövbe, su
mühendisliği tahsili için Belçika’ya hareket...” (s.45)
# İspirtizma işleriyle
uğraşmasına karşılık Mükerrem de ateisttir. Fakat başkişinin tespitiyle o
ispirtizma yoluyla kendisini başka türlü bir mistisizme kaptırmıştır. Bir dönem
gençliğinin inanç buhranı içindeki kıvranışları onları farklı noktalara iter.
Mükerrem de onlardan biridir. Bu nedenle o “Gökyüzü”nün zannedildiği kadar boş
olmadığı gerçeğine inanarak içindeki vehimlerle mücadele eden bir karakter niteliğini
taşır.
# Aynı zamanda Mükerrem,
başkişinin içindeki büyük ve derin ruh sükûnetinin ardındaki şüphe ve tereddüt
isyanlarını ifşa etmekle görevli bir karakterdir. Mükerrem ile konuştuğu
anlardan büyük haz alan, onun çılgınca ve karşı konulamaz ruh çağırma ve
ispirtizma masallarını keyifle dinleyen başkişi, içindeki “bir şeylere inanma”
güdüsünü böylelikle tatmin eder:
“Mükerrem ’le bir arada geçirdiğimiz
geceler en tatlı gecelerimizdir. Bunlara ben, alay olsun diye “Gökyüzü
geceleri” adını veririm. Birkaç saat aklı, mantığı bir yana atıp Mükerrem’in
masallarına kendimizi kaptırdığımız, onun akın ruhları arasında yaşadığımız
için hakikaten de böyledir. ” (s.58)
# Mükerrem, başkişinin
yaşayamadığı duyguların eksikliğini gideren/tamamlayan özelliği ile de dikkat
çeker. Mükerrem’in başkişi ile benzeşen yönlerinin yanı sıra ondan farklı
olarak şiir ile uğraştığı da belirtilir. Özellikle sonbahar aylarında yarası
kanayan Mükerrem bu zamanlarda hüzünlü bir tavır takınır.
# Gökyüzü romanının
genelinde başkişinin yalnızlığım bir evlat olarak tamamlayan Sevim ile
dostluğunu ve içindeki inanç buhranını tamamlayan Mükerrem bütünleyici norm
karakterlerdir.
Kart Karakterler
# Roman boyunca belirli
bir çizgide ilerleyen ve kişilik özelliklerini koruyan Turgut, Raşit, Pervin,
Hasan Çukurçeşme, Gülşen Kalfa ve Asude Bacı kart karakterler grubunda yer
alırlar.
# Turgut, Sevim’i seven
ve onunla evlenmek isteyen, fiziksel anlamda kusursuz fakat ruhsuz denebilecek
genç bir bankacıdır. Gökyüzü romanının başlangıcında Sevim’e talip olan Turgut
ile Sevim’i kıyaslayan anlatıcı, onun özelliklerini şu şekilde tasvir eder:
“Güzelliğe gelince, Turgut’ta boy bos,
kelle kulak yerindedir. Bir atlet vücudu astragan gibi pırıl pırıl kıvırcık
kara saçlı, güzel bir baş. (...) Herhangi bir artist heykeltıraş özene bezene yaptığı
bir vücudun üstüne Turgut’un başını seve seve oturtabilir. (...) Yalnız baktığı
ve konuştuğu zaman bir parça bönleşir, mana ve ihtişamından az çok kaybeder. ”
(s.50-51)
# Turgut, fiziksel
güzelliğinin altındaki aşırı saflığını yitirmeden roman boyunca aynı düzlemde
ilerler. Romanın son bölümünde Sevim onunla evlenmeye karar verdiğinde bile
değişen Turgut değil Sevim’dir. Çünkü Turgut karakter yapısı bakımından
değişmez bir özelliktedir.
# Başkişinin sütkardeşi
Raşit ise, yeni emekliye ayrılmış bir denizcidir. Ömrünün kırk yılını
denizlerde geçiren Raşit altmış yaşındadır. Raşit, başkişinin sütannesi ve
evlerinin hizmetçisinin oğludur. Bu nedenle aralarında çocukluk yıllarından
gelen yakın bir arkadaşlık bağı vardır. Raşit başkişinin aksine bir mesleği olan
ve bu meslek uğruna yıllarını harcamış biridir. Başkişi, onun bu nedenle hayata
karşı bakışının kendisinden farklı bir noktada olduğunu vurgular:
“Raşit çocuk bana nispetle çok basit bir
insan. (...) O hayatta muayyen bir iş gördüğüne kani. Senelerce memleketten
memlekete yük ve insan taşımış... Bir çok fırtınalar görmüş, kazalara
uğramış... " (s. 10)
# Tek tutkusu olan
denizden ayrılınca adeta bir çocuk hüznüyle köşesine çekilen Raşit, başkişinin
evinde kaldığı süre içinde evin en üst katında deniz gören terasta kalarak
hasret giderir.
# Başkişinin hem akrabası
hem de gençlik yıllarında evlenmek üzere olduğu Pervin de kart
karakterlerdendir. Başkişinin içinde bulunduğu zor durumu kendi lehine çevirmek
isteyen akraba grubunun reisi olarak tanıtılan Pervin’in asıl amacının yardım
etmek mi yoksa başkişinin düştüğü kötü durumu dedikodu malzemesi yapmak mı
olduğu belirsizdir.
# Başkişinin Paris
dönüşünde henüz bekâr olan Pervin, kendi akranlarının aksine politikaya merak
sarmış, gazetelerde ve dergilerde politika yazıları yazmıştır. Bir süre sonra
da Büyük Muharebede vagon ticareti yapan bir iş adamı ile evlenmiştir. Pervin,
başkişinin gözünde dedikoducu bir karakter olarak yansıtılmasına karşın romanın
ilerleyen bölümlerinde Sevim’in hastalığına çare aramak için adeta çırpınan
biri konumunda karşımıza çıkar.
# Başkişinin Gülhane
yıllarından arkadaşı olan Hasan Çukurçeşme, belediye doktorluğu yapmaktadır.
Gençliğinde idealist olan ve büyük yerlere geleceği zannedilen Hasan da başkişi
gibi bir kenarda kalmıştır. Okulu bitirdikten sonra bir süre Arabistan’da,
Büyük Muharebe’de İngilizlere esir düşerek Bombay’da üç yıl kalmıştır. Hasan
Çukurçeşme de başkişi gibi ateisttir. Eski bir tanıdığın sıkıntılı zamanında
yardımına geldiği için memnun olan Hasan, Sevim’in hastalığı boyunca başkişiyi
yalnız bırakmayacak kadar vefalı davranır.
# Başkişinin evinde
yıllardır hizmetçilik yapan Gülşen Kalfa ve Pervinlerin evinde çalışan Âsude
Bacı bir dönem Osmanlı hizmetçi modelini oluşturan karakterlerdir. İkisi de
göçmen olan ve Türkçe’yi bozuk bir biçimde kullanan bu yaşlı kadınlar,
efendilerinin hizmetlerini görmek için yaratılmakla birlikte yaşadıkları
evlerde belli söz hakkını ellerinde bulunduran emektarlardır. Kendilerine özgü
dünyaları olan bu kalfalar/hizmetçiler kendi içlerinde de rekabet halindedir.
# Gökyüzü romanında,
sınırlı bir çevre ve buna bağlı olarak da sınırlı karakter kullanımı söz
konusudur. Başkişinin yaşamındaki inançsızlık buhranı ve evlatlığı Sevim’in
hastalığına odaklanan roman kurgusu içerisinde sadece ismen ya da anlık görünen
fon karakterlerin başında başkişinin yanında yetiştiği amcası gelmektedir.
Mamüretülaziz valiliği, Şura-yı Devlet azalığı yapmış amcanın ne ismi ne de
varlığı roman boyunca kendini hissettirmez.
# Başkişinin Trablus’a
sürgün olarak gittiği yıllarda tanıdığı Halil ve Vahap, Paris’te tanıştığı
Ahmet Rıza, Abdullah Cevdet ve Damat Mahmut Paşa başkişinin geçmişe dönük
anlatımında birer hatıra olarak geçerler. İstanbul’a döndükten sonra tanıdığı
Muhafız Cemal Bey’i de bu gruba dâhil etmek mümkündür.
# Sevim’in okuldaki
arkadaşları ve öğretmenleri, Raşit’in karısı Huriye Yenge, romanın ilk
bölümünde isimleri geçen diğer şahıslar olarak dikkat çekerler.
# Gökyüzü romanının
ikinci bölümünde başkişi, Sevim ve Mükerrem’in Bursa’ya ruh çağırma seansına
katılmak üzere gidişleriyle mekân ile birlikte karakterler de değişir ve artar.
Ruh çağırma seansının yapılacağı perili evin sahibi Bulgaristan göçmeni adam,
babası ve diğer ev halkı ile bu eve ruh çağırma seansına katılmak üzere gelen
fizik muallimi, emekli bir Miralay, elektrikçi dükkânı işleten eski bir şeyh ve
Coşkun Yılmaz adında bir ilk mektep muallimi sadece bir bölümde görünen ve
romanın kurgusunu tamamlayan figüratif karakterlerdir.
# Sevim’in hasta
olmasının ardından Bursa’daki otele gelen Profesör ve onun bulduğu hastabakıcı
Habibe Resul, İstanbul’da Sevim’i muayene etmeye gelen üç doktor, Pervin’in
kocası, başkişinin kafa dinlemek amacıyla bir gece kaçamağı sırasında barda
tanıştığı düşkün kız, bardaki garson olay örgüsündeki çeşitliliği sağlayan
yardımcı kişilerdir.
# Fon karakterler grubuna
başkişinin çocukluğundan tanıdığı akrabalarından olan Bedia Yenge, onunla
birlikte yine hatırlanan Mürüvvet Hala ve onun hastalığında okuyup üfleyen
hocalardan Yamalı Nuri, Sevim’in gece sayıkladığı kelimeleri inceleyen filoloji
mezunu adı verilmeyen kişi de dâhil edilebilir.
İzleksel Kurgu
# Gökyüzü romanında
entrik kurguyu oluşturan ve çatışmayı sağlayan değerleri “KORA şemasında” şu
şekilde göstermek mümkündür:
Ülkü (Tematik) Değerler
|
Karşı Değerler
|
|
Kişiler
Düzeyinde
|
Başkişi
Sevim
Mükerrem
Hasan
Raşit
|
Pervin
Pervin’in kocası Bedia Yenge
|
Kavramlar
Düzeyinde
|
Var olmak sorunsalı
Ateizm/Inançsızlık
İnanmak ihtiyacı
Sevgi
Samimiyet
İdealizm
|
Yok olmak (Ölüm) korkusu İnanç (batıl inanç)
Yaşlılık korkusu Y alnızlık Hastalık Yozlaşma
|
Simgeler
Düzeyinde
|
Deniz Istanbul Alaturka saat Masal
|
Perili ev Bursa
Alafranga saat Miskinler Tekkesi
|
Varoluş
Sorunu:
# Gökyüzü romanı,
başkişinin inançsızlık ve inanç/batıl inanç karşısında varoluşunu sorgulaması
ile biçimlenir. Belirli bir dini terbiye almayan başkişi, pozitivizmin ve
Fransız laikliğinin ilkelerini benimseyen biridir. Romanda genel anlamda
ateizmin felsefesini yapmak yerine başkişi ve diğer karakterlerin yaşadığı
hayat içerisindeki inançları değerlendirilir.
“Heidegger’e göre, insanın kendini
bilmesi, yokluk (ölüm) nedeniyle ortaya çıkan tasa ve korkudan bunalımdan
dolayıdır. İnsan dışındaki tüm varlıklarda bu yokluğun belirginleştirdiği bir
varlık söz konudur. Varlık, ölüm ve yokluk ürküntüsünden korkar. ”
# Gökyüzü romanında
varlığını “buradalık ve yokluk” diyalektiği çerçevesinde değerlendiren
kahramanların içine düştüğü bunalım yansıtılır. Birey dünyaya bırakılmışlığını
ve “yalnızbaşınalığını” inanç dizgesi dışında anlamlandırma çabası içerisine girdiği
andan itibaren boşluk ve hiçlik duygularıyla baş başadır.
# “Maddenin var
olmadığını düşlemek zordur, hatta olanaksızdır; zihnin var olmadığını düşlemek
ise kesinlikle olanaksızdır. Böyle bir var-olmayış ancak reddetme yoluyla
düşünülebilir. Ölümü düşünmek ise ölümü baştan reddetmek demektir. ” Düşünceleriyle yaşamı
arasındaki karşıtlığı ontolojik anlamda sorgulayan anlatı başkişisi, ölüm
karşısındaki tavrını yaşamının felsefesi haline dönüştürür.
# Varoluşunu sorgulayan
insan, inancını dini ve kutsal olana değil kendi yaşamını anlamlı kılacağına
inandığı değerlere yöneltir. Kitlelerin sorgusuzca boyun eğdiği inançları akıl
yoluyla ararken şüphe buhranları geçirmesi de bu değerleri daha ulvî bir konuma
getirir. Bu bağlamda anlatıdaki başkişinin kendini gerçekleştirme ve varlığını
dış dünyaya ispatlama çabaları pozitivizmin ilkeleri doğrultusunda hayatiyet
kazanır. “İnsanın
var olma tarzı, varlık mesleğini icra etmesi, varlık serüvenini sürdürmesi,
onun fiili olarak var olmasıdır ve var olmak fiilinin anlamı üzerindeki
sorgulaması da budur. ”
# Varoluşunu kendilik
değerleri ile sorgulayan başkişi de “bir şey olmak” uğruna “hiçbir şey olamamanın”
rahatsızlığı içerisindedir. Bu nedenle anlatıda kahramanların varoluşlarını göstermeleri
“Gökyüzü”ne anlam yükleme çabası biçiminde sunulur.
# İdealist bir kişilik
yapısına sahip olan başkişi, devrin Osmanlı aydını gibi birçok alanda
uzmanlaşmaya çalışmış fakat belirli bir meslek sahibi olamamıştır. Bununla
birlikte hedeflerini yukarıda tutmuş, müspet bilgiye ulaşmak ve onu kullanmak
amacıyla ideallerini gerçekleştirmek ister. Tıbbiyede öğrencilik yaptığı
sıralarda idealizmi daha da üst seviyelere taşımak isteyen başkişi, müspet
bilimlerin hepsiyle uğraşır:
“Dünya kurulalıdan beri halledilmemiş
birtakım büyük davalar, muammalar vardı: Allah, din, ruh, cennet, cehennem
vesaire davaları... Bunlar, yalnız zihinleri karıştırmak, insanları ümit,
tereddüt, korku gibi yıpratıcı duygular içinde kıvrandırmakla kalmıyorlar,
milletleri, kıtaları birbirine düşürüyor, boğazlatıyorlardı.
Demek ki, ben, müspet bilginin son basamağına çıktıktan sonra oradan metafizik
ve meçhul âlemine doğru bir uçuş hareketi yapmalı, yeryüzüne bu işler hakkında
kati bir haber getirmeliydim. ” (s. 11)
# Gökyüzü romanının
temelinde yer alan başkişinin inanç ve inançsızlık çatışması arasındaki
buhranı, yokluk ve hiçlik kaygısına bağlı olarak genişler. Başkişi dinsizliğini
samimiyetle savunmasına karşın dönemin Fransa’sında “aydın” kimliği altında
yaşayan
# Türkler oportünist
düşünceye sahiplerdir. Bu düşüncenin aksini düşünen başkişi, o aydınları da
samimiyetsizliklerinden dolayı eleştirir:
“Ben dinsizdim. “Neler yapmalıyız”ı
yazarken model olarak yalnız laik Fransa’yı alıyordum. Peygamber bandırasını
açarak memlekete girmeyi, hükümet kuvvetinin yarıdan fazlasını gene
Şeyhislam’ın eline bırakmayı, eskisi gibi hacısına, hocasına ayrı ayrı kavuk
sallamayı doğru bulmuyordum. Hatta bunu halka karşı bir samimiyetsizlik, bir
aldatma sayıyordum. ” (s.23)
# İdeallerini ve inancını
yaşayan başkişi, kendi değerlerinden taviz vererek ülkesinde herkese yaranmaya
çalışan aydın grubunun dışında bir görüşe sahiptir. Bununla birlikte başkişi ve
çevresindeki kişilerin inanç olgusunu alımlama biçimleri, sosyal bir boyuta
taşınır. Anlatıcı, kendi neslinin inanca olan bakışını arkadaşı Mükerrem
üzerinden şu şekilde örneklendirir:
“Mükerrem, çocukken kuvvetli bir din
terbiyesi almıştır. Sonra, on beşle yirmi arasında onda bir şüphe hastalığı
başlamış; isyanlar, gözyaşları içinde senelerce devam eden bu hastalığı hiçbir
şey durduramamış; neticede çocukluğunun muhteşem masalı kat kat gökleri, cennet
cehennemleri, melek ve peygamberleriyle çöküp gitmiştir. Bizim neslin birçok
çocuklarının müşterek hikâyesi... ” (s.46)
# Bir neslin inanç olgusu
karşısındaki buhranları ve bu durumun yaşam karşısındaki tavırda etkili olduğu
bu satırlarda özellikle vurgulanır. Türk aydınının yaşadığı sosyal değişimin
derin izler bıraktığı Meşrutiyet dönemi gençliğinin geleneğe karşı aldığı
tavır, inanç boyutunda da görülür. Bu durum sadece dine karşı oluş anlamına
gelmez çünkü meşrutiyet dönemi aydınlarının düşünceleri, dinin geleneksel yapı
içersindeki kalıplaşmış cennet-cehennem, melekler-Gökyüzü gibi halk arasında
içi boşaltılarak yozlaştırılmış değerlerini de kapsamaktadır.
# Ateizmi ya da
inançsızlığı bağnaz bir biçimde yaşamayan başkişi, Bursa’da ruh çağırma
seansına gittikleri zaman inanç buhranı içine düşer. Arkadaşı Mükerrem ile daha
önce defalarca tartıştıkları konular başkişinin kafasını meşgul ederek korku ve
şüphe dolu anlar yaşamasına neden olur.
İnanmak İhtiyacı/Ölüm Korkusu:
# Varlığın en büyük
sorunsalı yok olma kaygısıdır. Hiçlik ve boşluk, zaman ve mekanın dışında olmak
belirsizlikle birlikte her zaman insana ürküntü verir. Zaman karşısında tükendiğini hisseden birey/kahraman, ölümün
yaşlılara daha yakın olduğunu algılamasıyla inançsızlığın yerini korku ve şüphe
alır. “Yoktan
korkmayı, “bir şeyden” korkmaya dönüştürdüğümüzde kendimizi bir şeylerden
korumak için, bazı mekanizmalar geliştirebiliriz. Ama “yok ”un karşısında insan
tümden çaresizdir. ”
# Bu bağlamda ölüm,
insanda yokluk olgusu ile birlikte harekete geçer. Başkişi, romanın
başlangıcında sütkardeşi Raşit emekli olduğu zaman ona hayırlı olsuna gittiği
andan itibaren yaşlılık/ölüm korkusunu daha çok duyumsar. Yaşlılık/ölüm
korkusunu duyumsayan kahramanı yıllarca ateizmin gereklerine uygun olarak
yaşadığı ve benimsediği değerlerin ardına sürükleyen inançsızlık duygusu, artık
yerini şüpheye bırakır. İnançsızlığın getirdiği bunalım durumu, kahramanın
yaşlılık psikolojisi içinde çelişkiler yaşamasına sebep olur.
# Zamanın ezici üstünlüğü
karşısında kendini ve dünya içindeki yerini anlık bir sorgulama içinde bulan
başkişi, geçmiş ile an arasındaki yadsınamaz uzaklığı acı bir biçimde fark
eder. “İnsan
doğduğu andan hemen sonra, ölüm yönünde yaşlanır. Buna göre o, her karar anında
bütün varlığıyla kendi ölümünü duymağa çalışmalıdır. Fakat çok defa insan,
ölmesi lazım geldiğini görmemezlikten gelir ve gerçek olmayan bir ölüm
anlayışına saplanır.” Ölümün yadsınamaz gerçekliği karşısında
bocalayan başkişi de geçmiş ve şimdi arasındaki mesafenin “hiç”liğini ölüm ile
bağdaştırır.
# Geçmiş ile an
arasındaki sınırı bireysel bir yıkım olarak algılayan başkişi, dünyanın bir
yitim mekânı olduğunun da farkına varır. Bu farkındalık durumu başkişiyi “bir şeylere inanma”
dürtüsü ile baş başa bırakır. Özellikle Mükerrem’in “yok olmak” korkusunu
yenmek ya da bu duygudan kurtulmak için sığındığı “Gökyüzü” masallarına bir
süre sonra başkişi de inanmak ihtiyacı duyar. Başkişinin yaşlılık ve inanmak
arasındaki kurduğu bağı pekiştiren bir büyük duygu birikimi de yalnızlık
duygusuyla birlikte gelir. Bu duyguyu hissettiği anlarda inanmanın tadını şu
şekilde vurgular:
“Bazı gece yarısından sonra ruhların bizim
dünyamızdan başka bir dünyada yaşadıklarına inandığım oluyor. Etraftaki korkunç
yalnızlık türlü türlü hayallerle dolmaya başlıyor. Ah bu itikat ne tatlı
şey!... ” (s.47)
# Gece karanlığında ve
özellikle yalnızlık içerisinde içini kemiren şüpheler karşısında inanmak
ihtiyacı içerisine giren başkişi, gündüz aydınlığında bu vehimlerden uzaklaşır.
Onu inanma ihtiyacına sürükleyen olaylar dizgesinin başında yaşlılık korkusu
olmasına karşın evlatlığı konumundaki Sevim’in bir ruh çağırma seansı sırasında
hastalanması ile bu süreç daha da hız kazanır. Mükerrem ile başkişinin ve
Sevim’in varlık-yokluk tartışmalarında özelikle Mükerrem’in dikkat çektiği “yok
olma” korkusu, ölüm-korku- inanç üçgeni içerisinde biçimlenir. Bireyin varoluş
sürecini tamamladıktan sonra kaçınılmaz son olarak gördüğü ölüm ve ölüm
sonrasının bilinmezliği inanma güdülerini harekete geçirir. Mükerrem’in başkişi
ile tartışırken söylediği:
“- Öyle söyleme... Şu pis dünyanın
acılarında bile öyle bir tat var ki her şeye razıyım... Elverir ki yok
olmayalım” (s.60)
# Sözleri bu yok oluş
korkusunun kanıtı niteliğindedir. Mükerrem’in inanç buhranı içerisinde
tartıştığı Sevim, sürekli olarak başkişinin pozitivist düşünce tarzını örnek
alır. Fakat başkişinin bu tartışmalar sırasındaki düşünceli hali bir ikilem
oluşturmaktadır. Yaşamın yok oluş ile biteceğini düşünmek istemeyen inananlar
ve onların karşısında yer alan inanmayanlar olduğunu düşünen Sevim’i ikna
ederken aslında herkesin aynı tarafta olduğunu açıklar:
“- O tarafı, bu tarafı yok... Hep bir
taraftanız... Yani o da benim taraftan.Belki bu sene, gelecek sene değil.Fakat
yaşı biraz daha ilerlesin...İhtiyarlık vehimleri bastırmaya başlasın.. .Gökyüzü
hastalığının bu kaşarlanmış atede de nasıl nüksettiğini göreceğiz...Yaşarsak
belki bir gün şu Yeşil Cami’nin penceresinden size onun çarpık bir kasketle
namaz kıldığını da gösterebilirim. Hatta kim bilir, belki birkaç bin yıl
evvelki daha gülünç putperest pratiklerine de düşer. ”
(s.70-71)
# Başkişinin inanç
buhranına düşeceğini tahmin eden Mükerrem’in bu tespitinin haklılığı romanın
sonlarında ortaya çıkacaktır. Çünkü başkişinin Sevim’in hastalığı karşısındaki
çaresizliği, onu Afrika yerlilerinin inançlarına bel bağlamaya kadar sürükler.
Çaresizlik bireyi her umuda sarılmaya zorlayan bir durumdur. Başkişinin tıp
ilimlerinin çözemediği Sevim’in ruhsal/sinirsel rahatsızlığını çözmek amacıyla
sığındığı liman putperest inanışları olur.
# Gökyüzü romanındaki
inanç olgusunu halk-aydın çatışması olarak gösteren Bursa’daki ruh çağırma
seansında, ilginç bir olay yaşanır. Başkişinin inançsız fikirlerle hareket eden
fakat ruhlar dünyasını merak eden okumuş insanlarla birlikte katıldığı seansta
ev sahibinin bu durumu dışarıdan alaycı bir bakışla küçümsemesi kendisini
eleştirel bir tutumla sorgulamasına neden olur. Bu sorgulama sırasında, halkın
inanışı ile kendilerinin inançsızlığı arasındaki çelişkiyi algılar. Halkın
inanç karşısındaki saflığı, aydının inanma ihtiyacı ile çatışmaktadır.
Olur mu Beyim öyle şey? Bizim bunak peder
bile inanmaz bu ruhlara... O, sade Kur’ân’a bel bağlar, “Hayır, şer Allah’tan
gelir” der, ruh gelmiş, hastalık gelmiş, düşman gelmiş; o, aldırmaz, Kur’ân’ını
okur. (...)
Sandıklar dolusu kitap okuyorum; senelerce
etrafımdakilerle ve kendi kendimle çarpışıyorum, birçok sevgilerimi,
meyillerimi, ümitlerimi, kan ve gözyaşlarına bakmadan boğazlıyorum. Bütün bu
didinmeler niçin? Kafamı rüya ve esatirden temizlemek, istiklallerin en güç
elde edileni olan fikir istiklaline erişmek için verdiği vahşi yalnızlık gururu
içinde bayrağı o tepeye dikerken omuzbaşımda okuyup yazdığı bile şüpheli bir
halk adamı, bir toprak adamı beliriyor, buraya benden daha evvel geldiğini
söylüyor. ” (s.88-89)
# Varoluşunu kaygı edinen
ve yaşadığı dünyayı anlamlandırma çabası içerisinde ayrıntılara boğulan başkişi
halktan birinin kendilik değerlerini basit ve yüzeysel bir biliş düzeyinde
inanç boyutunda birleştirdiğini görerek geçmişini sorgular. Bu sorgulayışın
temelinde yatan gerçeklik ise yine inanmak ihtiyacı ile paralellik gösterir.
Zira inanmamak için direnirken belirli bir düzen sağlayamayan ve yalnızlık içerisinde
bir yaşam geçirmek zorunda kalan başkişi, “Gökyüzü”ne karşı bakışını
değiştirmeye meyillidir.
Yalnızlık:
# Anlatıda yalnızlık
izleği başkişinin yaşam karşısındaki tutumu ve inanç olgusu ile birlikte şekil
kazanır. Varoluşunu sorgulayan ve yaşam karşısında kendiliğini ispat etmek
isteyen birey, sürü içerisinde olmamak adına yalnızlığı tercih eder. Bu
yalnızlık hem kendi yolunu çizmenin hem de farklı olmanın göstergesi olarak
algılanabilir. Kendilik değerlerini kurgulamak ve toplumsal baskı altında geliştirilen
inanç dışında yaşamak roman başkişisini yalnız kalmaya/yaşamaya mahkûm eder.
Fakat buradaki yalnızlık sadece fiziksel anlamda değil ruhsal anlamda
yalıtılmışlık olarak ortaya çıkar.
# Anlatı başkişisi, aile
yaşamı olmadığından kendisine bu nedenle yaşlılık döneminde “yapay bir aile”
kurar. Küçük yaşlarda babasını kaybeden, annesini ise hiç görmeyen başkişi
amcasının yanında büyür. Bu nedenle kendi ayakları üzerinde durduğu andan
itibaren yalnız kalır. İdeallerini gerçekleştirmek uğruna evlen(e)meyen
başkişi, Paris’ten İstanbul’a döndükten sonra ise Gülşen Kalfa ile birlikte
yaşamaya başlar. Bu süreç onun hem fiziksel hem de ruhsal yalnızlığını ortaya
çıkarır.
# Aile hayatı kuramamanın
getirdiği yalnızlık duygusu özellikle başkişinin yaşlandığı dönemlerde
ağırlığını gösterir. Gençlik dönemlerinde idealleri peşinde koştururken
yalnızlığı duyumsamayan kahraman, yaşamın durağanlaştığı ve zamanın akışını
değiştirdiği dönemlerde etkisini hissettirir. Bu nedenle uzaktan akrabası olan
Sevim’i evlatlık edinme ihtiyacı duyar. Evinde Gülşen Kalfa ile birlikte
yaşamasına karşın kendini ifade edebileceği, sahiplenebileceği bir yakının
ihtiyacını duyarken karşısına bir anda yatılı okuldan mezun olan ve ne
yapacağını bilemeyen Sevim’in çıkması büyük bir fırsattır. Çünkü başkişi,
yaşlılık döneminde evini gitmek zorunda olduğu ama gitmek istemediği bir yer
olarak algılamaya başlar:
“Eskiden evimde vakit geçirmek en sevdiğim
şeydi. Bazen günlerce kitaplarımın arasında kapanıp kaldığım olurdu. (...)
Dediğim gibi elliden sonra bende eve karşı da bir soğukluk uyanmıştı. Her sokak
dönüşünde boş odalarda Gülşen kalfanın yemyeşil dolaştığı gözümün önüne
geldikçe ayaklarım geri geri gidiyordu. Herhalde bu eve biraz gürültü lazımdı.
Bir aralık kimsesiz bir çocuk bulup evlat edinmeyi düşünmeye başlamıştım."
(s.34-35)
# Yalnızlık bireyin kendi
başına kaldığı anlarda ne yapacağını bilememesiyle ruhsal bir çöküntü halini
alır. Birey, kendini dinlemek ile toplumdan soyutlanmak arasındaki farkın
ortaya çıktığı bu anlarda iletişim kurmak ve kendini başkalarına açmak ihtiyacı
hisseder. Özellikle inançsızlık deneyimi ve varoluş sorunsalı çerçevesinde
hayatı algılayan anlatı başkişisinin “yaşlılık psikolojisi” ile birlikte
yalnızlığa bakışı da değişir. Zira “yalnız kalmaktan korkmak bir insandan
diğerine farklılık gösterir." Gökyüzü romanında başkişinin
yalnızlık deneyimlemesi ölüme yaklaştığı dönemlerde kendini gösterir. Çevre ile
iletişim kurmak ve oturduğu mekanda yalnız kalmaktan kurtulmak için “kimsesiz
bir çocuk bulup evlat edinmeyi” düşünen başkişi, uzaktan akrabası olan Sevim’in
evine gelmesiyle fiziksel yalnızlığını bir anlamda ötelemiş olur.