Huzur
Ahmet
Hamdi Tanpınar’ın yayımlanan ilk romanıdır ve Tanpınar’ın adıyla özdeşleşen
çalışmasıdır. Huzur romanı 1930’ların
sonunda İstanbul’un aydın çevrelerinden karakterlerin yaşam öyküsü üzerine
kuruludur.
Romanın
kahramanlarının hikâyesini, II. Dünya Savaşı’nın ilanından bir gün önceki 24
saatlik zaman diliminde, hafızada geriye dönüşlerle anlatır. Huzur Türk
edebiyatında yazıldığı döneme kadar olan süreçte anlatımındaki bu zaman tekniği
bakımından farklı bir konumdadır.
Huzur romanı dört bölümden
oluşmaktadır. Her bir bölümün başlığı romanın dört ana karakterinin adıdır.
Birinci bölüme adını veren ve Huzur romanının kahramanı
Mümtaz’ın amcasının oğlu olan İhsan; Yahya Kemal ile özdeşleştirilmiş bir
karakterdir. Tıpkı Yahya Kemal’in Tanpınar’ın sanatçı kimliğinin ve
fikirlerinin oluşumunda etkili oluşu gibi, İhsan da Mümtaz’ın yetişmesinde,
hayata, siyasi ve toplumsal meselelere bakışında etkili olmuştur.
Yahya Kemal gibi İhsan da Paris’te eğitim
görmüş ve orada ders aldığı Albert Sorel’in “Dünya
gömlek değiştireceği zamanlarda, hadiseler sakınılmaz bir kader halini alırlar” cümlesini sık
sık tekrarlar.
Paris’te geçen
gençliğinde oradaki düşünce sanat akımlarından etkilenen İhsan, İstanbul’a
dönüşünde memleketin sorunlarına yönelmiştir. Tarih öğretmenliği yaptığı
Galatarasay Lisesi’nde Mümtaz’ın da hocası olmuştur.
Mümtaz divan edebiyatından, Fransız sembolist
şiirine, tarihe kadar bildiklerinin çoğunu İhsan sayesinde öğrenmiştir. Türk tarih ve
kültürüne, edebiyata, musikiye, Batı’ya dair İhsan’ın söyledikleri Yahya
Kemal’in Tanpınar’a aktardıklarıyla büyük ölçüde örtüşür.
İkinci bölüm
“Nuran” başlığını taşımaktadır ve eseri bir aşk romanı kılan niteliktedir.
Zaten Fethi Naci’nin “Türkçenin en güzel aşk romanı" diye
tanımladığı Huzur, sadece bir erkeğin kadına duyduğu tek
bir aşkın değil, birbirine karışmış iki aşkın romanıdır.
Başkahramanı
Mümtaz’ın hem Nuran’a, hem de İstanbul’a duyduğu aşk adeta birbirlerinin
tamamlayıcısıdır. Zaten İstanbul romanın gizli kahramanı gibidir. Hatta Nuran’ı
sevmesi bile İstanbullu oluşu üzerinden dir. Nitekim Mümtaz için kadın
güzelliğinin iki şartı vardır: “Biri İstanbullu olmak, öbürü de
Boğaz’da yetişmek. Üçüncü ve belki en büyük şartı tıpkının tıpkısına Nuran’a
benzemek, Türkçeyi onun gibi teganni edercesine konuşmak... "tır.
Mümtaz ve Nuran
İstanbul’un tarihini ve güzelliklerini birlikte keşfederler. Tanpınar da,
hocası Yahya Kemal gibi Türk İstanbul’una bağlıdır. Asırlardır işlenerek en
güzel halini bulmuş olan Türk ruhu ve ona bu şeklini veren Türk dehası
İstanbul’dadır ve İstanbul’dur. Zaten aşk da İstanbul’da bir değer bulur.
Birol Emil,
Ahmet Hamdi’nin nazarında İstanbul’un Türk milleti için bir milli benlik ve
kimlik meselesi olduğunu belirtir. İstanbul’da dolaşan bu ruhu hissetmeyenlerin
Türk’ü tanıması ve anlaması mümkün değildir. İstanbul’da şekillenen ve biriken
Türk medeniyetinin güzel tarafı da Boğaziçi’dir. Medeniyet kavramı din, dil,
edebiyat, musiki, mimari, hususi bir yaşayış tarzı ve zevk, örf, muaşeret ve
insan tipi olarak görülürse
“Boğaziçi
Medeniyeti”
bunların hepsine sahiptir. Huzur da bu medeniyetin romanıdır. Zaten Huzur’u okuyanlar için en çok akılda kalan
sözlerden biri herhalde Mümtaz’ın Nuran’a sorduğu sorudur: “Birbirimizi
mi yoksa Boğaz’ı mı seviyoruz?”
Dolayısıyla
İstanbul hem bir aşk nesnesi, hem de romanda tartışılan eski-yeni, Doğu-Batı vb.
birçok tartışmanın sahnesi olmak bakımından Huzur
da
aş köşede oturmaktadır.
Huzur’un üçüncü bölümü “Suad”, Doğu-Batı
çatışmasının tartışıldığı, eskiye sırtını dönen, yeniyi de bir türlü
benimseyememiş ve hatta onun ne olduğunu anlayamamış, bu sebeple hiçliğe düşmüş
Türk aydınının resmedildiği kısımdır.
Suad da Nuran’a
âşıktır ve Mümtaz ile Nuran’ın evlenmeye karar verdikleri gün intihar ederek
ayrılmalarına sebep olur. Suad; içinde Tanrı’yı öldürmüş, yaşadığı toplumun
gerçekleriyle bağlarını koparmış, ancak bunların yerine de bir şey koyamadığı
için manevi bir boşluktadır.
Bu bakımdan
Batı romanlarında rastlanan bunalımlı karakterlere benzer. Hatta Fethi Naci ve
Mehmet Kaplan Suat’ın Dostoyevski’den esinlenmiş bir karakter olduğundan
bahsederler. Romanın trajedi boyutunun nedenidir. Yukarıda anlatıldığı üzere;
Tanpınar Türk edebiyatında romanın geç ortaya çıkmasının nedenini trajedi
yoksunluğuna bağlamıştır. Suad adeta bu yoksunluğun telafisi gibidir.
Huzur romanına ilişkin yapılan röportajlardan birinde Tanpınar Suad’ın
“niçin” intihar ettiği sorusunu şöyle cevaplar: “Allah
’ı bulamadığı için. Suad benim tasavvurumda bugünkü insanlıktır. Hareketlerini
gerektiği gibi kontrol edemediği için bedbahttır.”
Sefa Yüce, “Felsefi Düşüncenin
Edebiyata Yansıması” başlıklı makalesinde Huzuf da çatışma
unsurlarını Suad üzerine kurulu olduğunu söyler. Suad materyalisttir ve
hedonisttir, hiçbir değere inanmaz, bütün ahlaki değerleri yok sayar.Yüce,
Tanpınar’da huzursuzluğun nihilizmle bütünleştiğine dikkat çeker ve Suad
üzerinden Türk aydınını kültür ve medeniyet düzleminde yeniden sorguladığını
kaydeder.
Son bölüm
“Mümtaz”dır. Romanın 24 saatlik zaman diliminin sonuna gelinmiştir. İlk üç
bölümde Mümtaz’ın düşünceleri esas olarak Nuran etrafında dönerken,
intiharından sonra Suad saplantısı ağır basmıştır. Esasen geçmiş, Nuran, Suad,
İhsan, yaklaşan II. Dünya Savaşı ve insan talihi Mümtaz’ın zihninde birbirinin
içine girmiş biçimde dönüp durmaktadır. Suad, Mümtaz’ın zihnindeki çelişkilerin
bir sembolüdür ve benliğinin diğer yarısı gibidir. Nuran’da bulamadığı huzuru
kendi içinde aramaya çalışır ve kendisiyle bir tür hesaplaşmaya gider. Huzur romanı İhsan’ın
ölümü, radyoda II. Dünya Savaşının başladığı haberi ve Mümtaz’ın çıldırmasıyla
biter.
Berna Moran,
Huzur romanının temelinde bir yanda Mümtaz’ın bir masal dünyasına benzeyen,
güzelliklerle dolu cennet hayatı; diğer yanda ezilmiş insanlarla dolu, acılı
gerçek dünya arasındaki huzursuzluğunun yattığını söyler. Bu huzursuzluk, bir
küçük burjuva aydınının estetizmde bulduğu kişisel mutluluğu ile topluma olan
sorumluğu arasındaki bocalayışın tezahürüdür. Moran Tanpınar’ın, Mümtaz’ı
toplumsal ve siyasal yükümlülüklerini üstlenen olumlu bir kahramana dönüştürme
kolaylığına girmediğini vurgular. Bu huzursuzluk Mümtaz’ın kaderidir çünkü içinde
olduğu ikilemden kurtulamayacağını bilmektedir.
Bu ikilem hem
Türk aydının, hem de Tanpınar’ın kişisel çıkmazıdır. Bir yanda medeniyet
değiştirmesinin sorunlarıyla dolu, çözülmeyi bekleyen bir hayat ve onun
sorumlulukları; öte yanda sahip olduğu bilgi birikimi, zevk ve estetik
anlayışına uygun kişisel mutluluğunun arasında sıkışıp kalmıştır.
“Hayat ve insan ayrı
şeylerdi. Biri ötekini etiyle, kemiğiyle, alın teriyle, düşüncesiyle yapıyordu.
Fakat aynı şey değildiler. Birinden birini seçmek lazımdı. Fakat Mümtaz
ikisinin de ortasında sonuna kadar sallanacağını biliyordu. Ne ferdi
saadetinden vazgeçebilecek, ne de etrafındaki hayatın korkunç icabını ” seçecektir.
Fethi Naci, Huzur’un bir aşk romanı oluşunun yanı sıra esas
Doğu-Batı çatışmasının görüldüğü tarihsel bir dönem içinde gerçek bir
huzursuzluğu yaşayan Cumhuriyetin aydın kuşağının kendilerince yeni bir
bileşime, terkibe varmak çabalarını ortaya koyan bir roman olduğunu ifade eder.
Huzur romanının üç karakteri —Mümtaz, İhsan
ve Suad— Tanpınar’ın düşünce
dünyasındaki farklılıkların tezahürüdür.
Suad ikisinin
de karşısındadır. İhsan’ın mesuliyet duygusu olarak tanımladığı şey onun için
toplumsal baskıdır. Müslüman Doğu başıbozuktur ve hürriyetten çabuk sıkılır.
Türk olmaktan, kendisi olmaktan nefret eder. Müslüman Şarkın zihinsel
tutsaklığı karşısında hürriyeti arar. Bu arayışta Allah’ı yok sayar. Vedat
Günyol, “Din ve Romanlarımız’ başlıklı yazısında Suat karakteriyle
Tanpınar’ın, Türk aydını ve Tanrı arasındaki münasebeti kesip attığını ifade
eder.
Hâlbuki romanın
sonunda Suad’ın içine düştüğü inançsızlık buhranının neticesinde intihar ettiği
düşünülürse; Ahmet Hamdi’nin bu Türk aydını ve Tanrı arasındaki bağın kopmasını
onayladığı söylenemez. Üstelik Tanpınar, “Ben hürriyetimi
tadıyorum. Ben Allah’ı kendimde öldürdüm” iddiasındaki Suad’ın karşısına
inancı kuvvetli bir başka aydını, İhsan’ı, çıkarır:
“Çünkü
içinde, öldürdüğün Allah var. Sen kendi hayatını yaşamıyorsun artık. Sen bu
halinle sadece bir mezar, bir tabut gibi bir şeysin. Korkunç, zalim bir ölümü
taşıyorsun. Hangi hürriyet?..Evet ben de biliyorum o ‘olmazsa her şey mübahtır’
sananlar oldu. Onun boşalttığı yeri, insanlığa parçalayanlar oldu. Tanrı insanı
ben de biliyorum. Ne oldu? Sadece sefaletlerimizle baş başa kaldı. İnsanın
talihi yine aynı talih. Aynı imkânsızlıklar içindesin. Aynı ıstıraplar
içindesin. Hakikatte şafak diye baktığın bir yangındır... hayır, sen Allah
düşüncesini içinde azdırmakla ondan kurtulamazsın...”
Huzur, Tanpınar’ın bir yansıması gibi olan Mümtaz
ise, İhsan’la Suat’ın arasında bir yerde, belki de ikisini de içinde yan yana
bir vaziyette taşımaktadır. İhsan’ın haklı olduğunu ve esas dinlenmesi
gerekenin o olduğunu bilir, ancak Suad’ın söylediklerini de bütünüyle inkâr
edemez. Bu arada kalma hali sonunda Mümtaz’ı çıldırtan şey olur.
Ahmet Hamdi’nin
öğrencisi Mehmet Kaplan, Huzur romanı için “... Belli
bir dünya görüşüne, bir hayat nizamına kavuşamamış Cumhuriyet aydınlarının
‘huzursuzluklarımı dile getiriyor denebilir yorumunu
yapmıştır. Alemdar Yalçın da, Cumhuriyet
Dönemi Çağdaş Türk Romanı başlıklı kitabında Ahmet Hamdi
Tanpınar’ın romanlarını büyük şehirde aydın dönemecine geçişin eserleri
arasında sayar ve Huzur’un büyük kentte sosyal değişmenin kültüre ve insana
etkisi üzerine yazılmış bir destan olarak Cumhuriyet dönemi edebiyatına
geçtiğini belirtir.
Yalçın,
Huzur’un başarısının insanın sosyal-siyasal ve kültürel değişmesinin
büyütecinden nasıl göründüğünü ortaya koymasından kaynakladığını kaydeder. Tanpınar,
600 yıllık Osmanlı geleneğinden çıkan Türk aydının akşamdan sabaha uygarlık ve
kültür değiştiremeyeceklerini anlamış, bunun bedelinin ve insan üzerindeki
etkilerinin ele alınması gerektiği düşüncesiyle Huzur'u yazmıştır. Yalçın, Huzur romanını
pozitivist aydınların bocalayışı ile Osmanlı kültürü ve Cumhuriyete geçişte
sentez arayışında olan aydınların hikâyesi olarak tanımlar. Suad bu bakımdan,
Allah’ı içinde öldürmüş, geçmiş kesip atmış pozitivist aydının bir resmi
gibidir.
Fethi Naci, Huzur
romanının
eski konaklardan kalan döküntüler, büyük şehrin yalnızlığı içinde yaşayan
insanlar ve halkla ilişkisi olmayan aydınlardan ibaret olduğunu söyler. Naci;
Tanpınar’ın Doğu-Batı bileşimi adı altında yapmaya çalıştığı şeyin, Türkiye’nin
geçmişini toptan yadsıyan küçük burjuva bürokrat görüşüyle, geçmişin kültürünü
tanımış ve sevmiş aydının görüşünü uzlaştırmaya çalışır gibi göründüğünü; fakat
küçük burjuva-bürokrat görüşünün özüne hiç dokunmadan bunu yaptığını ileri sürmektedir.
Bu görüş halkı yönetimin dışında bir nesne olarak gören anlayışı olduğu gibi
alarak, sosyal sınıfların varlığını yadsıyan, devleti küçük burjuva
bürokratıyla özdeşleştiren, maziyi de bir pudra gibi kullanan (bu yüzden de
tarihin çöp kutusuna atılması gereken) yaklaşımı sevimli hale getirmeye
çalışmaktadır.
Naci,
Tanpınar’ın Türk aydınının halktan kopuk olması, Doğu Batı çatışması arasında
kimlik bunalımına düşmesi bakımından eleştirdiğini; ancak neticede halkı
aydınlar ve devleti yönetenler tarafından idare edilecek bir nesneye
indirgediği görüşündedir. Buna göre Ahmet Hamdi, aydın ve bürokrasi sınıfının
kendi meselelerini halletmesiyle halkın da daha doğru yönlendireceği kanaatindedir.
Diğer yandan
Fethi Naci; Tanpınar’ın Türk toplumunun bir ekonomik kalkınma meselesi olduğunu
bilmesine karşın, ekonomik kalkınmanın teknik-iktisadi bir mesele olmadığını,
her şeyden evvel bir siyasi iktidar meselesi olduğunu, bu iktidarın iç toplumsal
güçlerle ve dünya ile olan ilişkilerini anlayamadığını ileri sürer. Sorunları
baş aşağı koyup, temeldeki bozuklukların yüzeydeki belirtilerine yüzeysel
(üst-yapısal) çözüm yolları aramakta; bunu da sohbetlerle yapmaktadır. Bu
sorunları tartışan aydınların herhangi bir eyleme geçmeye ilişkin niyetleri
yoktur. Bunu Mümtaz’ın dünyayı ıslaha kalkmamayı bir erdem olarak görmesine
ilişkin sözlerine dayandırır.
Fethi Naci,
çözüm yolları doğru olmasa bile bir romanda meselenin doğru konmasının dahi
önemli olduğunu, ancak Tanpınar’ın bunu da yapamadığını ifade etmektedir.
Romanın sonunda okuyucuya kalan; Cumhuriyet aydınlarının Cumhuriyetin
başarısızlıkları karşısında soyut düşünce düzeyinde kalan tedirginlikleri,
tepkileri, arayışları, huzursuzluklarıdır. Bu huzursuzluklar da bir kaçışla
beraberdir: Tarihe, musikiye, İstanbul’un güzelliklerine kaçış.
Bu eleştiriye
bakıldığında Fethi Naci Tanpınar’dan toplumsal sorunlara ilişkin daha
derinlemesine ilişkin bir sosyo-ekonomik analiz beklemektedir. Huzur’daki aydınlar
bu analizi yapmaktan uzaktırlar ve sadece sonuçlar üzerinden birtakım
tartışmalara girmektedir. Ahmet Hamdi, Türkiye’nin Batı karşısında geri
kalmasında ekonomik meselenin yattığının farkındadır, ancak bunun bir siyasi
irade meselesi olduğunu görmez. Ekonomik kalkınmanın bir siyasi iktidar
meselesi olduğu ise Naci’nin görüşüdür ve tartışmaya açık bir konudur.
Nitekim Ahmet Hamdi
Tanpınar da gerek Huzur’da, gerekse
günlüklerinde ve makalelerinde Türk toplumunun esas meselesini sanayileşememede
ve üretimi artıramamakta görür. Ekonomik bir kalkınma gerçekleşmedikçe de Batı
ile aradaki farkın kapanmasının mümkün olmadığını düşünür.Huzur’da İhsan, bir
çiftçi imparatorluğu olan Osmanlı’da halkın yarısının üretimin dışında
kaldığını, bunu aşmak için başta İstanbul olmak üzere tüm memleketin üretime
açılması gerektiğini dile getirir. Öte yandan, Tanpınar’ın toplumsal sınıfları
yadsımasa bile göz ardı ettiği söylenebilir. Ancak nihayetinde toplumsal
sınıflar, bu sınıflar arasındaki üretim ve egemenlik ilişkileri Tanpınar’ın
ilgi alanına girmez. Tanpınar’ın meselesi Türkiye’nin Batılılaşma sürecinde
yaşadığı kimlik bunalımıdır.
Huzur’
da,
Batılılaşma sürecinin aydınların aynasından Türk toplumu üzerinde yarattığı
medeniyet ve kimlik buhranından duyulan kaygının romanıdır. Ancak bu
muhafazakâr bir kaygıdan çok, bir kültürün, estetiğin kaybından ve
yozlaşmasından, bilinçaltına itilmesinden duyulan kaygıdır. Tanpınar, Batı
kültürünün karşısında değildir, ona itirazı yoktur. Bu yüzden; Doğu-Batı
kültürlerinin unsurları romanda yan yana durur, çünkü Huzur’da bir terkip
arayışı vardır. Çünkü Türk insanının kaderi “Debussy’i, Wagner’i sevmek ve
Mahur Beste’yi yaşamak”tır. Bu ikisinin
bir arada olduğu bir hayattan bir bütünlük bekler.
Ahmet Hamdi
Tanpınar, Doğu-Batı sorunsalına dönemindeki diğer yazar/düşünürlerden farklı
yaklaşmaktadır. Peyami Safa, Yakup Kadri gibi ahlakçı bir biçimde alafranga
tiplemelerini karikatürize etmek yerine, estetik kaygıları ön plana
çıkarmıştır. Alemdar Yalçın, Peyami Safa’nın romanlarındaki kahramanların
ruhsal halleri ve inançlarının sorgulanmasından ziyade, Tanpınar
kahramanlarının zihinsel yönelimlerini, kültürel tercihlerini ön planda
tuttuğuna vurgu yapar.
Taner Timur, Osmanlı-Türk
Romanında Tarih, Toplum ve Kimlik adlı kitabında Huzur’un otobiyografik
bir roman olduğunu öne sürer ve hocası Yahya Kemal’in hayatındaki yerini
Mümtaz-İhsan ilişkisiyle ortaya koyduğunu söyler. Timur, Ahmet Hamdi’nin hocası
Yahya Kemal’den aldığı temel fikrin kültürel sentezcilik olduğunu, fakat bu
sentezin olasılık sınırlarının farkında olduğunu, Huzur’da kahramanların
ağzından ifade ettiği felsefi fikirlerle ulusal özgüllük sınırlarım aşmak,
insan koşulunun evrensel potansiyelini de sergilemek istediğini kaydeder.
Romandaki genel
eğilim, eski medeniyetin değerleri üzerine kurulacak olan yeninin
bağdaştırılmasıdır. Ancak Taner Timur da Fethi Naci gibi, Tanpınar’ın bunun
nasıl başarılacağını konusunda tutarlı bir fikir ortaya koymadığını, Huzur’daki
kahramanların kendi içlerinde bile bir fikir bütünlüğünden yoksun olduklarını
ifade eder. Ancak Timur, bu eserin Türk siyasi tarihinin önemli bir dönemecinde
ulusal kimlikle ilgili ciddi sorunları gündeme getiren, fakat bunlara verdiği
yanıtlarla değil, sorduğu sorularla düşünmeye sevk eden bir roman olduğunu da
vurgular. Bu romanın yakın tarihteki önemini de buna bağlar.
Timur’un
Huzur’un kahramanları için bahsettiği fikir bütünlüğünden yoksun olma hali,
esasen Tanpınar’ın düşüncelerindeki gelgitlerin bir yansıması olarak
görülebilir. Gerek günlükleri, gerekse romanlarına ve makalelerine bakıldığında
Ahmet Hamdi’nin düşünce dünyasında birden fazla sesin konuştuğunu, kendisinin
de bu farklı sesler arasında eşikte kaldığını söylemek mümkündür. Huzur’da dile
getirdiği gibi düşünceleri saat rakkası gibi gidip gelmektedir.
“Yalnız insanoğlunda
idi ki yekpare ve mutlak zaman, iki hadde ayrılıyor, içimizde bu küçük idare
lambası, bu isli aydınlık çırpındığı, çok basit şeylere kendi mudil
riyaziyesine soktuğu için süreyi toprağa düşen gölgemizle ölçtüğümüz için, ölüm
ve hayatı birbirinden ayırıyor ve kendi yarattığımız bu iki kutbun arasında
düşüncemiz saat rakkası gibi gidip geliyordu. İnsanoğlu zamanının bu mahpusu,
onun dışına fırlamağa çalışan bir biçare idi. Onun içinde kaybolacağı geniş ve
biteviye akan nehirde her şeyle beraber olacağı yerde, onu dışarıdan seyre
çalışıyordu. Onun için bir ıstırap makinesi olmuştu.”
Tanpınar,
insanoğlunu (ve muhtemelen kendisini de) hayata teslim etmediği için biçare
bulur. Hayatı zamanla sınırlamaya çalıştığı için ıstıraba düştüğü, mutlak
olandan kendisini ayırmakla yarattığı iki kutup arasında gidip-geldiği
tespitinde bulunur.
Bu tespit bir
bakıma Huzur romanının tasavvufi boyutudur. Mehmet
Kaplan; romanın kahramanları Mümtaz ve İhsan’ın vahdet-i vücud felsefesine
bağlı bir görüşü savunduğu düşüncesindedir. Bu felsefede insanın mutlak
varlıktan koparak yaşaması bir ıstırap nedenidir ve ölüm bir kurtuluştur. Çünkü
ölümde mutlak ve ilk olana, Allah’a kavuşacak olmanın mutluluğu vardır.
“İnsanoğlunun
ıstırabı kadar tabii ne vardı! Şuurla var olmayı, gerçekten var olmayı
ödüyordu. Fakat insanoğlu bununla kalmıyor, bu büyük, değişmez zaruretin
yanında kendi de yeni baştan talihler icat ediyordu. Yaşıyorum diye başka
ölümler yaratıyordu.
Hakikatte bunlar hep o varlık vehminin çocuklarıydı. Çünkü hakiki
ölüm ıstırap değildi, kurtuluştu...”
Her ne kadar
söz konusu romanın adı Huzur olsa da, kitap
onu okuyanları bir tür huzursuzluk duygusuna sevk eder. Zaten Tanpınar da
mutlak varlıktan kopmuş insanın ıstırabını, huzursuzluğunu resmetmeye
çalışmıştır. Kendisi de bizzat bu resmin orta yerinde yer almaktadır. Ahmet
Hamdi huzursuzluğun içinde huzuru aramaktadır. Bu açıdan Huzur
romanı,
Tanpınar’ın düşünce dünyasını anlamak bakımından temel eserdir.