Huzur Romanı – Özet, Tahlil, İnceleme - Edebiyat Araştırmaları
Son Başlıklar
Loading...

28 Ağustos 2020 Cuma

Huzur Romanı – Özet, Tahlil, İnceleme


Huzur Ahmet Hamdi Tanpınar’ın yayımlanan ilk romanıdır ve Tanpınar’ın adıyla özdeşleşen çalışmasıdır. Huzur romanı 1930’ların sonunda İstanbul’un aydın çevrelerinden karakterlerin yaşam öyküsü üzerine kuruludur. 
Romanın kahramanlarının hikâyesini, II. Dünya Savaşı’nın ilanından bir gün önceki 24 saatlik zaman diliminde, hafızada geriye dönüşlerle anlatır. Huzur Türk edebiyatında yazıldığı döneme kadar olan süreçte anlatımındaki bu zaman tekniği bakımından farklı bir konumdadır.


Huzur romanı dört bölümden oluşmaktadır. Her bir bölümün başlığı romanın dört ana karakterinin adıdır. Birinci bölüme adını veren ve Huzur  romanının kahramanı Mümtaz’ın amcasının oğlu olan İhsan; Yahya Kemal ile özdeşleştirilmiş bir karakterdir. Tıpkı Yahya Kemal’in Tanpınar’ın sanatçı kimliğinin ve fikirlerinin oluşumunda etkili oluşu gibi, İhsan da Mümtaz’ın yetişmesinde, hayata, siyasi ve toplumsal meselelere bakışında etkili olmuştur.
 Yahya Kemal gibi İhsan da Paris’te eğitim görmüş ve orada ders aldığı Albert Sorel’in “Dünya gömlek değiştireceği zamanlarda, hadiseler sakınılmaz bir kader halini alırlar” cümlesini sık sık tekrarlar.
Paris’te geçen gençliğinde oradaki düşünce sanat akımlarından etkilenen İhsan, İstanbul’a dönüşünde memleketin sorunlarına yönelmiştir. Tarih öğretmenliği yaptığı Galatarasay Lisesi’nde Mümtaz’ın da hocası olmuştur.
 Mümtaz divan edebiyatından, Fransız sembolist şiirine, tarihe kadar bildiklerinin çoğunu İhsan  sayesinde öğrenmiştir. Türk tarih ve kültürüne, edebiyata, musikiye, Batı’ya dair İhsan’ın söyledikleri Yahya Kemal’in Tanpınar’a aktardıklarıyla büyük ölçüde örtüşür. 
İkinci bölüm “Nuran” başlığını taşımaktadır ve eseri bir aşk romanı kılan niteliktedir. Zaten Fethi Naci’nin “Türkçenin en güzel aşk romanı" diye tanımladığı Huzur, sadece bir erkeğin kadına duyduğu tek bir aşkın değil, birbirine karışmış iki aşkın romanıdır.
Başkahramanı Mümtaz’ın hem Nuran’a, hem de İstanbul’a duyduğu aşk adeta birbirlerinin tamamlayıcısıdır. Zaten İstanbul romanın gizli kahramanı gibidir. Hatta Nuran’ı sevmesi bile İstanbullu oluşu üzerinden dir. Nitekim Mümtaz için kadın güzelliğinin iki şartı vardır: “Biri İstanbullu olmak, öbürü de Boğaz’da yetişmek. Üçüncü ve belki en büyük şartı tıpkının tıpkısına Nuran’a benzemek, Türkçeyi onun gibi teganni edercesine konuşmak... "tır.
Mümtaz ve Nuran İstanbul’un tarihini ve güzelliklerini birlikte keşfederler. Tanpınar da, hocası Yahya Kemal gibi Türk İstanbul’una bağlıdır. Asırlardır işlenerek en güzel halini bulmuş olan Türk ruhu ve ona bu şeklini veren Türk dehası İstanbul’dadır ve İstanbul’dur. Zaten aşk da İstanbul’da bir değer bulur.
Birol Emil, Ahmet Hamdi’nin nazarında İstanbul’un Türk milleti için bir milli benlik ve kimlik meselesi olduğunu belirtir. İstanbul’da dolaşan bu ruhu hissetmeyenlerin Türk’ü tanıması ve anlaması mümkün değildir. İstanbul’da şekillenen ve biriken Türk medeniyetinin güzel tarafı da Boğaziçi’dir. Medeniyet kavramı din, dil, edebiyat, musiki, mimari, hususi bir yaşayış tarzı ve zevk, örf, muaşeret ve insan tipi olarak görülürse “Boğaziçi Medeniyeti” bunların hepsine sahiptir. Huzur da bu medeniyetin romanıdır. Zaten Huzur’u okuyanlar için en çok akılda kalan sözlerden biri herhalde Mümtaz’ın Nuran’a sorduğu sorudur: “Birbirimizi mi yoksa Boğaz’ı mı seviyoruz?” 
Dolayısıyla İstanbul hem bir aşk nesnesi, hem de romanda tartışılan eski-yeni, Doğu-Batı vb. birçok tartışmanın sahnesi olmak bakımından Huzur da aş köşede oturmaktadır.
Huzur’un üçüncü bölümü “Suad”, Doğu-Batı çatışmasının tartışıldığı, eskiye sırtını dönen, yeniyi de bir türlü benimseyememiş ve hatta onun ne olduğunu anlayamamış, bu sebeple hiçliğe düşmüş Türk aydınının resmedildiği kısımdır.
Suad da Nuran’a âşıktır ve Mümtaz ile Nuran’ın evlenmeye karar verdikleri gün intihar ederek ayrılmalarına sebep olur. Suad; içinde Tanrı’yı öldürmüş, yaşadığı toplumun gerçekleriyle bağlarını koparmış, ancak bunların yerine de bir şey koyamadığı için manevi bir boşluktadır.
Bu bakımdan Batı romanlarında rastlanan bunalımlı karakterlere benzer. Hatta Fethi Naci ve Mehmet Kaplan Suat’ın Dostoyevski’den esinlenmiş bir karakter olduğundan bahsederler. Romanın trajedi boyutunun nedenidir. Yukarıda anlatıldığı üzere; Tanpınar Türk edebiyatında romanın geç ortaya çıkmasının nedenini trajedi yoksunluğuna bağlamıştır. Suad adeta bu yoksunluğun telafisi gibidir.
Huzur romanına ilişkin yapılan röportajlardan birinde Tanpınar Suad’ın “niçin” intihar ettiği sorusunu şöyle cevaplar: “Allah ’ı bulamadığı için. Suad benim tasavvurumda bugünkü insanlıktır. Hareketlerini gerektiği gibi kontrol edemediği için bedbahttır.”         
Sefa Yüce, “Felsefi Düşüncenin Edebiyata Yansıması” başlıklı makalesinde Huzuf da çatışma unsurlarını Suad üzerine kurulu olduğunu söyler. Suad materyalisttir ve hedonisttir, hiçbir değere inanmaz, bütün ahlaki değerleri yok sayar.Yüce, Tanpınar’da huzursuzluğun nihilizmle bütünleştiğine dikkat çeker ve Suad üzerinden Türk aydınını kültür ve medeniyet düzleminde yeniden sorguladığını kaydeder. 
Son bölüm “Mümtaz”dır. Romanın 24 saatlik zaman diliminin sonuna gelinmiştir. İlk üç bölümde Mümtaz’ın düşünceleri esas olarak Nuran etrafında dönerken, intiharından sonra Suad saplantısı ağır basmıştır. Esasen geçmiş, Nuran, Suad, İhsan, yaklaşan II. Dünya Savaşı ve insan talihi Mümtaz’ın zihninde birbirinin içine girmiş biçimde dönüp durmaktadır. Suad, Mümtaz’ın zihnindeki çelişkilerin bir sembolüdür ve benliğinin diğer yarısı gibidir. Nuran’da bulamadığı huzuru kendi içinde aramaya çalışır ve kendisiyle bir tür hesaplaşmaya gider. Huzur romanı İhsan’ın ölümü, radyoda II. Dünya Savaşının başladığı haberi ve Mümtaz’ın çıldırmasıyla biter. 
Berna Moran, Huzur romanının temelinde bir yanda Mümtaz’ın bir masal dünyasına benzeyen, güzelliklerle dolu cennet hayatı; diğer yanda ezilmiş insanlarla dolu, acılı gerçek dünya arasındaki huzursuzluğunun yattığını söyler. Bu huzursuzluk, bir küçük burjuva aydınının estetizmde bulduğu kişisel mutluluğu ile topluma olan sorumluğu arasındaki bocalayışın tezahürüdür. Moran Tanpınar’ın, Mümtaz’ı toplumsal ve siyasal yükümlülüklerini üstlenen olumlu bir kahramana dönüştürme kolaylığına girmediğini vurgular. Bu huzursuzluk Mümtaz’ın kaderidir çünkü içinde olduğu ikilemden kurtulamayacağını bilmektedir.
Bu ikilem hem Türk aydının, hem de Tanpınar’ın kişisel çıkmazıdır. Bir yanda medeniyet değiştirmesinin sorunlarıyla dolu, çözülmeyi bekleyen bir hayat ve onun sorumlulukları; öte yanda sahip olduğu bilgi birikimi, zevk ve estetik anlayışına uygun kişisel mutluluğunun arasında sıkışıp kalmıştır.
Hayat ve insan ayrı şeylerdi. Biri ötekini etiyle, kemiğiyle, alın teriyle, düşüncesiyle yapıyordu. Fakat aynı şey değildiler. Birinden birini seçmek lazımdı. Fakat Mümtaz ikisinin de ortasında sonuna kadar sallanacağını biliyordu. Ne ferdi saadetinden vazgeçebilecek, ne de etrafındaki hayatın korkunç icabını ” seçecektir. 
Fethi Naci, Huzur’un bir aşk romanı oluşunun yanı sıra esas Doğu-Batı çatışmasının görüldüğü tarihsel bir dönem içinde gerçek bir huzursuzluğu yaşayan Cumhuriyetin aydın kuşağının kendilerince yeni bir bileşime, terkibe varmak çabalarını ortaya koyan bir roman olduğunu ifade eder. 
Huzur  romanının üç karakteri —Mümtaz, İhsan ve Suad— Tanpınar’ın düşünce dünyasındaki farklılıkların tezahürüdür.
 Nilüfer Kuyaş “Huzursuz Miras: Suat’ın Mektubu” başlıklı makalesinde; bu karakterlerin hem Türk toplumunun, hem  de Tanpınar’ın kişiliğindeki bölünmelerin birer yansımaları olarak kabul edilebileceğini ifade eder. Kuyaş’a göre İhsan geçmişle barışık bir modernleşme idealini, aydınlanmış bir Cumhuriyetçi tavrı temsil etmektedir. Mümtaz ise estetik ve duygusal bütünlüğün akılcı bir kültür politikasıyla inşa edilebileceğine inanır.
Suad ikisinin de karşısındadır. İhsan’ın mesuliyet duygusu olarak tanımladığı şey onun için toplumsal baskıdır. Müslüman Doğu başıbozuktur ve hürriyetten çabuk sıkılır. Türk olmaktan, kendisi olmaktan nefret eder. Müslüman Şarkın zihinsel tutsaklığı karşısında hürriyeti arar. Bu arayışta Allah’ı yok sayar. Vedat Günyol, “Din ve Romanlarımız’ başlıklı yazısında Suat karakteriyle Tanpınar’ın, Türk aydını ve Tanrı arasındaki münasebeti kesip attığını ifade eder. 
Hâlbuki romanın sonunda Suad’ın içine düştüğü inançsızlık buhranının neticesinde intihar ettiği düşünülürse; Ahmet Hamdi’nin bu Türk aydını ve Tanrı arasındaki bağın kopmasını onayladığı söylenemez. Üstelik Tanpınar, “Ben hürriyetimi tadıyorum. Ben Allah’ı kendimde öldürdüm” iddiasındaki Suad’ın karşısına inancı kuvvetli bir başka aydını, İhsan’ı, çıkarır: 
“Çünkü içinde, öldürdüğün Allah var. Sen kendi hayatını yaşamıyorsun artık. Sen bu halinle sadece bir mezar, bir tabut gibi bir şeysin. Korkunç, zalim bir ölümü taşıyorsun. Hangi hürriyet?..Evet ben de biliyorum o ‘olmazsa her şey mübahtır’ sananlar oldu. Onun boşalttığı yeri, insanlığa parçalayanlar oldu. Tanrı insanı ben de biliyorum. Ne oldu? Sadece sefaletlerimizle baş başa kaldı. İnsanın talihi yine aynı talih. Aynı imkânsızlıklar içindesin. Aynı ıstıraplar içindesin. Hakikatte şafak diye baktığın bir yangındır... hayır, sen Allah düşüncesini içinde azdırmakla ondan kurtulamazsın...”
Huzur,  Tanpınar’ın bir yansıması gibi olan Mümtaz ise, İhsan’la Suat’ın arasında bir yerde, belki de ikisini de içinde yan yana bir vaziyette taşımaktadır. İhsan’ın haklı olduğunu ve esas dinlenmesi gerekenin o olduğunu bilir, ancak Suad’ın söylediklerini de bütünüyle inkâr edemez. Bu arada kalma hali sonunda Mümtaz’ı çıldırtan şey olur.
Ahmet Hamdi’nin öğrencisi Mehmet Kaplan, Huzur romanı için “... Belli bir dünya görüşüne, bir hayat nizamına kavuşamamış Cumhuriyet aydınlarının ‘huzursuzluklarımı dile getiriyor denebilir yorumunu yapmıştır.  Alemdar Yalçın da, Cumhuriyet Dönemi Çağdaş Türk Romanı başlıklı kitabında Ahmet Hamdi Tanpınar’ın romanlarını büyük şehirde aydın dönemecine geçişin eserleri arasında sayar ve Huzur’un büyük kentte sosyal değişmenin kültüre ve insana etkisi üzerine yazılmış bir destan olarak Cumhuriyet dönemi edebiyatına geçtiğini belirtir. 
Yalçın, Huzur’un başarısının insanın sosyal-siyasal ve kültürel değişmesinin büyütecinden nasıl göründüğünü ortaya koymasından kaynakladığını kaydeder. Tanpınar, 600 yıllık Osmanlı geleneğinden çıkan Türk aydının akşamdan sabaha uygarlık ve kültür değiştiremeyeceklerini anlamış, bunun bedelinin ve insan üzerindeki etkilerinin ele alınması gerektiği düşüncesiyle Huzur'u yazmıştır. Yalçın, Huzur romanını pozitivist aydınların bocalayışı ile Osmanlı kültürü ve Cumhuriyete geçişte sentez arayışında olan aydınların hikâyesi olarak tanımlar. Suad bu bakımdan, Allah’ı içinde öldürmüş, geçmiş kesip atmış pozitivist aydının bir resmi gibidir.
Fethi Naci, Huzur romanının eski konaklardan kalan döküntüler, büyük şehrin yalnızlığı içinde yaşayan insanlar ve halkla ilişkisi olmayan aydınlardan ibaret olduğunu söyler. Naci; Tanpınar’ın Doğu-Batı bileşimi adı altında yapmaya çalıştığı şeyin, Türkiye’nin geçmişini toptan yadsıyan küçük burjuva bürokrat görüşüyle, geçmişin kültürünü tanımış ve sevmiş aydının görüşünü uzlaştırmaya çalışır gibi göründüğünü; fakat küçük burjuva-bürokrat görüşünün özüne hiç dokunmadan bunu yaptığını ileri sürmektedir. Bu görüş halkı yönetimin dışında bir nesne olarak gören anlayışı olduğu gibi alarak, sosyal sınıfların varlığını yadsıyan, devleti küçük burjuva bürokratıyla özdeşleştiren, maziyi de bir pudra gibi kullanan (bu yüzden de tarihin çöp kutusuna atılması gereken) yaklaşımı sevimli hale getirmeye çalışmaktadır. 
Naci, Tanpınar’ın Türk aydınının halktan kopuk olması, Doğu Batı çatışması arasında kimlik bunalımına düşmesi bakımından eleştirdiğini; ancak neticede halkı aydınlar ve devleti yönetenler tarafından idare edilecek bir nesneye indirgediği görüşündedir. Buna göre Ahmet Hamdi, aydın ve bürokrasi sınıfının kendi meselelerini halletmesiyle halkın da daha doğru yönlendireceği kanaatindedir. 
Diğer yandan Fethi Naci; Tanpınar’ın Türk toplumunun bir ekonomik kalkınma meselesi olduğunu bilmesine karşın, ekonomik kalkınmanın teknik-iktisadi bir mesele olmadığını, her şeyden evvel bir siyasi iktidar meselesi olduğunu, bu iktidarın iç toplumsal güçlerle ve dünya ile olan ilişkilerini anlayamadığını ileri sürer. Sorunları baş aşağı koyup, temeldeki bozuklukların yüzeydeki belirtilerine yüzeysel (üst-yapısal) çözüm yolları aramakta; bunu da sohbetlerle yapmaktadır. Bu sorunları tartışan aydınların herhangi bir eyleme geçmeye ilişkin niyetleri yoktur. Bunu Mümtaz’ın dünyayı ıslaha kalkmamayı bir erdem olarak görmesine ilişkin sözlerine dayandırır.
Fethi Naci, çözüm yolları doğru olmasa bile bir romanda meselenin doğru konmasının dahi önemli olduğunu, ancak Tanpınar’ın bunu da yapamadığını ifade etmektedir. Romanın sonunda okuyucuya kalan; Cumhuriyet aydınlarının Cumhuriyetin başarısızlıkları karşısında soyut düşünce düzeyinde kalan tedirginlikleri, tepkileri, arayışları, huzursuzluklarıdır. Bu huzursuzluklar da bir kaçışla beraberdir: Tarihe, musikiye, İstanbul’un güzelliklerine kaçış.
Bu eleştiriye bakıldığında Fethi Naci Tanpınar’dan toplumsal sorunlara ilişkin daha derinlemesine ilişkin bir sosyo-ekonomik analiz beklemektedir. Huzur’daki aydınlar bu analizi yapmaktan uzaktırlar ve sadece sonuçlar üzerinden birtakım tartışmalara girmektedir. Ahmet Hamdi, Türkiye’nin Batı karşısında geri kalmasında ekonomik meselenin yattığının farkındadır, ancak bunun bir siyasi irade meselesi olduğunu görmez. Ekonomik kalkınmanın bir siyasi iktidar meselesi olduğu ise Naci’nin görüşüdür ve tartışmaya açık bir konudur.
Nitekim Ahmet Hamdi Tanpınar da gerek Huzur’da, gerekse günlüklerinde ve makalelerinde Türk toplumunun esas meselesini sanayileşememede ve üretimi artıramamakta görür. Ekonomik bir kalkınma gerçekleşmedikçe de Batı ile aradaki farkın kapanmasının mümkün olmadığını düşünür.Huzur’da İhsan, bir çiftçi imparatorluğu olan Osmanlı’da halkın yarısının üretimin dışında kaldığını, bunu aşmak için başta İstanbul olmak üzere tüm memleketin üretime açılması gerektiğini dile getirir. Öte yandan, Tanpınar’ın toplumsal sınıfları yadsımasa bile göz ardı ettiği söylenebilir. Ancak nihayetinde toplumsal sınıflar, bu sınıflar arasındaki üretim ve egemenlik ilişkileri Tanpınar’ın ilgi alanına girmez. Tanpınar’ın meselesi Türkiye’nin Batılılaşma sürecinde yaşadığı kimlik bunalımıdır.
Huzur’ da, Batılılaşma sürecinin aydınların aynasından Türk toplumu üzerinde yarattığı medeniyet ve kimlik buhranından duyulan kaygının romanıdır. Ancak bu muhafazakâr bir kaygıdan çok, bir kültürün, estetiğin kaybından ve yozlaşmasından, bilinçaltına itilmesinden duyulan kaygıdır. Tanpınar, Batı kültürünün karşısında değildir, ona itirazı yoktur. Bu yüzden; Doğu-Batı kültürlerinin unsurları romanda yan yana durur, çünkü Huzur’da bir terkip arayışı vardır. Çünkü Türk insanının kaderi “Debussy’i, Wagner’i sevmek ve Mahur Beste’yi yaşamak”tır.  Bu ikisinin bir arada olduğu bir hayattan bir bütünlük bekler.
Ahmet Hamdi Tanpınar, Doğu-Batı sorunsalına dönemindeki diğer yazar/düşünürlerden farklı yaklaşmaktadır. Peyami Safa, Yakup Kadri gibi ahlakçı bir biçimde alafranga tiplemelerini karikatürize etmek yerine, estetik kaygıları ön plana çıkarmıştır. Alemdar Yalçın, Peyami Safa’nın romanlarındaki kahramanların ruhsal halleri ve inançlarının sorgulanmasından ziyade, Tanpınar kahramanlarının zihinsel yönelimlerini, kültürel tercihlerini ön planda tuttuğuna vurgu yapar.
Taner Timur, Osmanlı-Türk Romanında Tarih, Toplum ve Kimlik adlı kitabında Huzur’un otobiyografik bir roman olduğunu öne sürer ve hocası Yahya Kemal’in hayatındaki yerini Mümtaz-İhsan ilişkisiyle ortaya koyduğunu söyler. Timur, Ahmet Hamdi’nin hocası Yahya Kemal’den aldığı temel fikrin kültürel sentezcilik olduğunu, fakat bu sentezin olasılık sınırlarının farkında olduğunu, Huzur’da kahramanların ağzından ifade ettiği felsefi fikirlerle ulusal özgüllük sınırlarım aşmak, insan koşulunun evrensel potansiyelini de sergilemek istediğini kaydeder.
Romandaki genel eğilim, eski medeniyetin değerleri üzerine kurulacak olan yeninin bağdaştırılmasıdır. Ancak Taner Timur da Fethi Naci gibi, Tanpınar’ın bunun nasıl başarılacağını konusunda tutarlı bir fikir ortaya koymadığını, Huzur’daki kahramanların kendi içlerinde bile bir fikir bütünlüğünden yoksun olduklarını ifade eder. Ancak Timur, bu eserin Türk siyasi tarihinin önemli bir dönemecinde ulusal kimlikle ilgili ciddi sorunları gündeme getiren, fakat bunlara verdiği yanıtlarla değil, sorduğu sorularla düşünmeye sevk eden bir roman olduğunu da vurgular. Bu romanın yakın tarihteki önemini de buna bağlar.
Timur’un Huzur’un kahramanları için bahsettiği fikir bütünlüğünden yoksun olma hali, esasen Tanpınar’ın düşüncelerindeki gelgitlerin bir yansıması olarak görülebilir. Gerek günlükleri, gerekse romanlarına ve makalelerine bakıldığında Ahmet Hamdi’nin düşünce dünyasında birden fazla sesin konuştuğunu, kendisinin de bu farklı sesler arasında eşikte kaldığını söylemek mümkündür. Huzur’da dile getirdiği gibi düşünceleri saat rakkası gibi gidip gelmektedir.
Yalnız insanoğlunda idi ki yekpare ve mutlak zaman, iki hadde ayrılıyor, içimizde bu küçük idare lambası, bu isli aydınlık çırpındığı, çok basit şeylere kendi mudil riyaziyesine soktuğu için süreyi toprağa düşen gölgemizle ölçtüğümüz için, ölüm ve hayatı birbirinden ayırıyor ve kendi yarattığımız bu iki kutbun arasında düşüncemiz saat rakkası gibi gidip geliyordu. İnsanoğlu zamanının bu mahpusu, onun dışına fırlamağa çalışan bir biçare idi. Onun içinde kaybolacağı geniş ve biteviye akan nehirde her şeyle beraber olacağı yerde, onu dışarıdan seyre çalışıyordu. Onun için bir ıstırap makinesi olmuştu.”
Tanpınar, insanoğlunu (ve muhtemelen kendisini de) hayata teslim etmediği için biçare bulur. Hayatı zamanla sınırlamaya çalıştığı için ıstıraba düştüğü, mutlak olandan kendisini ayırmakla yarattığı iki kutup arasında gidip-geldiği tespitinde bulunur.
Bu tespit bir bakıma Huzur romanının tasavvufi boyutudur. Mehmet Kaplan; romanın kahramanları Mümtaz ve İhsan’ın vahdet-i vücud felsefesine bağlı bir görüşü savunduğu düşüncesindedir. Bu felsefede insanın mutlak varlıktan koparak yaşaması bir ıstırap nedenidir ve ölüm bir kurtuluştur. Çünkü ölümde mutlak ve ilk olana, Allah’a kavuşacak olmanın mutluluğu vardır.
İnsanoğlunun ıstırabı kadar tabii ne vardı! Şuurla var olmayı, gerçekten var olmayı ödüyordu. Fakat insanoğlu bununla kalmıyor, bu büyük, değişmez zaruretin yanında kendi de yeni baştan talihler icat ediyordu. Yaşıyorum diye başka ölümler yaratıyordu. Hakikatte bunlar hep o varlık vehminin çocuklarıydı. Çünkü hakiki ölüm ıstırap değildi, kurtuluştu...”
Her ne kadar söz konusu romanın adı Huzur olsa da, kitap onu okuyanları bir tür huzursuzluk duygusuna sevk eder. Zaten Tanpınar da mutlak varlıktan kopmuş insanın ıstırabını, huzursuzluğunu resmetmeye çalışmıştır. Kendisi de bizzat bu resmin orta yerinde yer almaktadır. Ahmet Hamdi huzursuzluğun içinde huzuru aramaktadır. Bu açıdan Huzur romanı, Tanpınar’ın düşünce dünyasını anlamak bakımından temel eserdir.

Share with your friends

Add your opinion
Disqus comments
Notification
This is just an example, you can fill it later with your own note.
Done