Suskunlar, ihsan Oktay Anar’ın romanıdır.
Suskunlar romanında İstanbul’un
Sultan II. Ahmet (1691-1695) saltanatından sonraki dönemlerinin işlendiği,
musiki üstatları, Mevlevî dervişleri, Müslim,
gayrimüslim gibi tipler yer alır. Tağut’un ölümsüzlük vaadiyle onun her
istediğini yerine getiren Cüce Efendi lâkaplı Pereveli Hacı İskender’in,
İstanbul’da bulunan altı musiki üstadını öldürüp, yedinci ve son üstat olarak
Bâtın Hazretleri’nin neyinden “Hayat Nefesini” dinleyerek sonsuz hayata ulaşma
arzusu ve bu amacına ulaşmak için bir Mevlevî dervişi olan Eflâtun ve ağabeyi
Dâvut ile girdiği mücadele ele alınmaktadır.
Sultan
II. Ahmet (1691-1695) saltanatından sonraki senelerde, İstanbul’da cereyan eden
olaylar, ihtiyar bir bekçinin Yenikapı Mevlevîhânesi’nde etrafına mavi ışık
veya nur saçan bir hayalet görmesi ile başlar. Daha sonra aynı hayalet Gülâbî adındaki bir
Kıptî tarafından Samatya yakınlarındaki Narlıkapı İskelesi’nde de görülünce
şehirde yer yerinden oynar. (s. 14)
Kostantiniye’de
herkes bu hayaleti ve surların dışında, ıssız bir yerde yaşamakta olan Kanunî
Âsım’ın evinde boğazlanarak öldürülmesini konuşmaktadır. Oysaki bu haince
cinayeti Galata’daki meçhul bir yerden nezih ve sessiz bir mahalle olan
Sofuayyaş’a yeni taşınan meşhur vâiz Pereveli Hacı İskender Efendi işlemiştir.
Bu zat aynı zamanda çembalo çalmaktadır.
Onun
“duygudan çok hesaba ve cambazlığa dayanan” (s. 250) besteleri ile Âsım
meyhanecilerin gözdesi olur. Bu sayede iyi para kazanan Kanunî Âsım, yaptığı
besteler sayesinde meşhur olduğu kölesi Alessandro Perevelli ile bir anlaşma
yapmıştır. Buna göre yapacağı besteler karşılığında bir âzatnâme yazıp
imzalayacak ve ona özgürlüğünü verecektir
.
Böylelikle
her ikisi için de altın bir dönem başlar. Âsım artık vezirlerin paşaların
evinde çalarken, Alessandro ise haftada bir beste
bağladıktan sonra hemen her gün Kostantiniye’yi kolaçan eder. Bu şehirde saygın
ve nüfuzlu biri olmayı arzulayan cüce bunun için Sahhâflar Çarşısı’na dadanır
ve birçok dinî eser satın alır.
Böylelikle
fıkıh, tefsir, hadis gibi ilimlerde kendisini derinleştiren Perevelli, Kuran' ı
da ezberler. Kısa süre sonra Yusuf Paşa Camisi’nde vaaz vermeye başlar.
Bu
sırada Nevâ adındaki Galatalı bir güzele vurulan Kanunî Âsım, bunu dostu Alessandro Perevelli’ye
anlatarak dert yanar. Derken günün birinde Âsım, ortağı ile birlikte Mısır
Çarşısı civarındayken gördüğü Nevâ’yı cüceye gösterir ve o anda sabık
efendisinin âşık olduğu güzele o da gönlünü kaptırır.
Âsım
ise kendisine yüz vermeyen sevgilisi için bir saz semâîsi düzenlemektedir.
Burada sevdiği için bestelediği mükemmel bir şarkıyı çalacaktır. Böyle bir şeye
asla izin veremeyecek olan kıskanç âşık, bestesini sevdiğine sunmak için evden
çıkmak üzere olan Âsım’ı öldürmeye kalkar ancak başaramaz. Âsım da ceza olarak
cücenin sağ elinin işaret parmağını satırla keser. Ancak köle onu aynı gece
öldürür.
Bunun
üzerine kendisine ait bir iz bırakmadan oradan ayrılan Cüce Efendi yanına iki
bin üç yüz ekü ile birlikte, “Âsım’ın Nevâ için tertip ettiği saz semâisinin
ebced ile kaydedildiği kağıdı” (s. 255) da alır. Sevdiği kadın için
Kostantiniye’den ayrılamayan muhteris âşık, geçici olarak Galata’da kimsenin
kimseye karışmadığı bir yere taşınır. Oradan da Fatih Câmii cemaatinden
tanıdığı bir kefil yoluyla sakin ve düzgün bir semt olan Sofuayyaş’ta bir eve
yerleşir.
Fakat
Galata’yı terk etmeden evvel Âsım’ın Nevâ için bestelediği saz semâisini bozmuş
ve berbat etmiştir. Bestenin bulunduğu kâğıdın üzerine de domuz yağı sürerek
Nevâ ile annesinin oturduğu evin kapısı altından atmıştır.
İşte
Âsım’ın ruhu bu olaydan sonra ıstırap çekmeye başlar. Sık sık Balıkpazarı
Kapısı’nı Arap Camii yoluna bağlayan sokakta oturan Nevâ ve annesini rahatsız
etmektedir. (s. 70) Zavallı kadın da kızına sırılsıklam âşık olduğunu bildiği
Veysel Efendi’nin oğlu, ûd ustası Dâvut’tan yardım isteyerek onları bu beladan
kurtarmasını rica eder. Yaşlı kadın, Nevâ’nın aşkı için elinden gelen her şeyi
yapacağını söyleyen Dâvut’a, kapı eşiğinde bulduğu domuz yağı kokan lanetli kâğıdı
da bırakarak çeker gider.
Asım’ın
hayaletinden habersiz olan Dâvut sormuş soruşturmuş, ancak bu saz semâisinde
herhangi bir kusur bulamamıştır. Bu sırada “geleceğin olduğu kadar, geçmişin
bilgisine de vâkıf, zehir gibi bir tarihçi” (s. 160) olan Yedikule Kâhini’nin
kehaneti dillere destan olmuştur. Buna göre: Muhteşem Neyzen Bâtın Hazretleri
Kostantiniye’de meçhul bir yerdedir. Bâtın’ın oğlu Zâhir de yine bu şehirde
zuhur edecektir. Ayrıca Kostantiniye’de bulunan en derin, en bilge ve en usta
yedi musikişinastan altısı elenecek ve içlerinden sadece birine Bâtın
Hazretleri, kendi neyinden üflediği en mukaddes nağmeyi; yani “hayat veren
nefesi” (s. 166) dinletecektir.
Kostantiniye
bu haberle çalkalanırken bir taraftan da şehirde birbiri ardınca cinayetler işlenmeye
başlamıştır. Ancak dikkat çekici olan ise öldürülenlerin hepsinin de aynen
kehanette olduğu gibi birer musiki üstadı olmalarıdır.
Tağut
bu cinayetleri kendisine ölümsüzlük vaat ettiği Cüce Efendi olarak bilinen Hacı
İskender’e işlettirmiştir. Sırada Eflatun vardır. Hayat Nefesi’ni dinleyip
ölümsüz olmak için sabırsızlanan Cüce Efendi, Eflâtun’u kardeşinin gözleri
önünde göğsünden vurur. Bunun üzerine genç adam, İskender Efendi’nin üzerine
atılacağı sırada canavar bir köpek ona saldırır. Aç köpekle girdiği mücadeleden
kurtulan Dâvut, cücenin elinden aldığı bıçağı onun boynuna sokarak öldürür. (s.
263)
Zorlukla
nefes alan kardeşini kollarının arasına alan genç adam o sırada Muhteşem Neyzen
Bâtın Hazretleri’nin varlığını hisseder. Dönüp bakmaya korkan Dâvut, bir köşeye gidip
“secde eder gibi çöküp iki eliyle kulaklarını sımsıkı tıka(r).” (s. 264) Bir
süre sonra dönüp baktığında can çekişen kardeşini sapasağlam bir biçimde görür.
Bâtın Hazretleri, yedinci ve son musiki üstadı olan kardeşi Eflâtun’a Hayat
Nefesi üflemiş ve onu ölümsüz kılmıştır.
Tüm
olacakları daha önce haber veren Yedikule Kâhini görebilen tek gözüyle kehânet
aynasına bakar ve içinde ikinci hakikati gizleyen bu aynada Tağut’u görür.
“Kişioğluna açtığı savaşta bir kez daha hezimete uğrayan bu varlık, öfkeden
köpürüp kudurarak kapkara bir aleve dönüş(ür) ve karanlıklar arasında kaybolup
gi(der).” (s. 266) Ayrıca kâhin aynada, Âsım’ın bestesindeki hatayı bulan
Dâvut’u bir gece yarısı elinde ûdu olduğu halde, Nevâ ile annesinin oturduğu evin
karşısında, o harikulade musikiyi cân-ı cânânına dinletirken görür. Bu Araban
eseri çalan Dâvut ile kapının önüne çıkan Nevâ, gökyüzünde bir ışık fark eder.
Bu gördükleri Âsım’ın hayaletidir. “Ruhu huzur içinde göklere yükselip
yıldızlar arasında kaybol(ur).” (s. 268)
Kâhin
görebilen tek gözüyle Eflâtun’un, seneler sonra dergâhtaki Suskunlar
Hazîresi’ne defnedildiğini görür. Tek gözlü yaşlı kâhin son olarak
aynada “uzun boylu, çekik gözlü” (s. 268) bir adam görür.
Hakikati gören kâhin böylece ikinci gözünü de kaybeder ve Suskunlar
arasına karışır.
Suskunlar
romanında postmodern yaklaşım yönüyle dikkati
çeken birçok unsur vardır. Bunlardan ilki üstkurmacadır. Bu anlamda eserin
genelinde anlatım yönüyle varlığını hissettiren yazar, Suskunlar’ın
sonunda ortaya çıkmaktadır. “Kâhin, görebilen tek gözüyle aynaya baktı ve uzun
boylu, çekik gözlü o adamı gördü.” (s. 268) cümlesindeki “uzun boylu ve çekik
gözlü” olarak tarif edilen kişi bizzat yazarın kendisidir. Anar bu tavrı ile
kendisini kurmaca dünyanın etkin bir figürü haline getirmiş, aynı zamanda da postmodernist söylemle
paralel olarak kurgu ile gerçek arasındaki ilişkiyi sorunsallaştırmıştır.
Suskunlar romanındaki
fantastik ortam ve reel kaybı metnin tamamında yoğun bir şekilde vardır. Upir
(s. 41), gûlyabanî, karakoncolos (s. 11-12) ve hayaletler (s. 13),
“yatırlarından kalkan mübârek evliyâlar, lahitlerini terk eden lânetli ölüler
ve nâmübârek yaratıklar” (s. 12), “ifritler ve kızıl cehennem ölüleri” (s. 41),
periler ve cadılar (s. 150), Zâhir’in söylediği şarkıları dinleyen ölümcül
hastaların şifa bulması ve eline aldığı bir ekmeği taşa çevirmesi (s. 173-174),
Tağut’un içinde bir yılanın bulunması (s. 187), can çekişen Eflâtun’un Hayat
Nefesi ile birlikte sapasağlam bir şekilde ayağa kalkması (s. 264) ve Yedikule
Kâhini’nin kehânet aynasında geleceği görebilmesi (s. 266-268) dikkat çekici
bazı fantastik kişi ve olaylardır.
Suskunlar,
tarihî, dinî ve felsefi yönüyle de oldukça zengindir. Zira yazar Suskunlar’da
musiki, felsefe, dinler tarihi ve hadis gibi disiplinlerden yoğun bir biçimde
istifade ederken Kur‘ân, Tevrat ve
Incil’den pek çok ayeti doğrudan ya
da sezdirme yoluyla metnine katmıştır.
Bunlardan
en dikkat çekici olanı, sanatçının eserin başında epigraf olarak kullandığı
Mevlâna’nın Mesnevî’sinde
geçen “Kulak eğer gerçeği anlarsa gözdür.” (s. 7) ibaresidir. “Ben sizin
bilmediklerinizi de bilirim.” (s. 165) ifadesi ile Kur‘ân’daki “Sizin
bilemeyeceğinizi herhalde ben bilirim.” (Bakara, 30) cümlesini anımsatmaktadır.
Ayrıca “Hakk Teâlâ, Nisâ sûresinin yüz on yedinci âyet-i kerîmesinde ne
buyuruyor. Bu âyetin meâl-i âlîsine göre, Allah’ın gösterdiği doğru yol dışında
başka bir yolu belleyen kişi cehennemliktir. “ (s. 177) ifadesini de bu teknik
kapsamında düşünebiliriz.
Bununla
birlikte “Mâdem ki mübarek birisini taşı ekmek yap da görelim” (s. 174)
cümlesi, İncil’deki “O zaman Ayartıcı yaklaşıp ‘Tanrı’nın oğluysan söyle şu
taşlara ekmek olsun” (Karaca, 2008: 105) ifadesini anımsatmaktadır. Dolayısı
ile burada da sezdirme yolu ile montaj yapıldığını söyleyebiliriz. Ayrıca
eserdeki “Sultân-ı Enbiyâ Efendimiz, ‘Ümmetinden bazı kişilerin şüphesiz,
içkiyi adını değiştirerek içeceklerini, başları üzerinde çalgı âletleri
çalınacağını, şarkıcı kadınların şarkı söyleyeceklerini, Allah’ın da onları
yerin dibine batıracağını...’ söylemişti.” (s. 179) ifadelerinden kastedilen
hadis şudur:
“Ümmetimden birtakım topluluklar
türeyeceklerdir ki
bunlar
zinayı, ipeği, içkiyi ve çalgı aletlerini helâl sayacaklardır.
Yine
birtakım topluluklar dağın kenarına konaklayacaklar. Sabahlan çoban yanlarına
sürülerini getirir bu sırada ihtiyacından dolayı kendilerine bir fakir gelir de
onlar: ‘Yarın gel!’ derler. Ama Allah o gece dağı onların üzerine geçirip yok
eder. Diğerlerini de kıyamete kadar maymunlara ve domuzlara çevirir.”
Görüldüğü
üzere burada da sezdirme yoluyla montaj tekniği kullanılmıştır. Bununla
birlikte Şeyh İbrahim Efendi’nin Dâvut’a yazdığı mektubu da bu kapsamda değerlendirebiliriz.
(s. 240-243)
Suskunlar romanında
parodi unsurları da postmodern
yaklaşımın en önemli kullanım alanlarındandır. Örneğin, Zâhir Çemberlitaş
Hamamı’nda Tellâk Yahya tarafından bir güzel yıkanır. Bu esnada her nasılsa
içeri giren bir güvercinin kanat sesleri duyulur. (s. 167-168) Bu durum
İncil’de şu şekilde aktarılmaktadır:
“O
günlerde Celile’nin Nasıra Kenti’nden çıkıp gelen İsa, Yahya tarafından Şeria
Irmağı’nda vaftiz edildi. Tam sudan çıkarken, göklerin yarıldığını ve Ruh’un
güvercin gibi üzerine indiğini gördü.
Görüldüğü
üzere burada Zâhir ile Hz. İsa arasında parodik bir ilişki söz konusudur.
Ayrıca Zâhir’in ardından “ûd, kanûn, kemençe, def, rebâb, tömbek, tambur,
kudüm, çeng, bendir, miskal ve santur çalan on iki kişi” (s. 175) gitmektedir.
Bu on iki musikişinas Hz. İsa’nın on iki havarisini karşılamaktadır.
Suskunlar
romanında tarihi ve dini bir olay parodik bir düzleme taşınmıştır. Hz. İsa son yemeğinde on iki havarisi ile
birlikteyken “Size doğrusunu söyleyeyim, sizden biri bana ihanet edecek” der,
ardından da önündeki ekmeği bölüp öğrencilerine verirken; “Alın yiyin, bu benim
bedenimdir” der, sonra bir kâse alarak; “Hepiniz bundan için, çünkü bu benim
kanımdır...” der. Suskunlar’da ise Zâhir ve öğrencileri
sofraya otururlar. Daha sonra Zâhir öğrencilerine Hz. İsa gibi “Beni iyi
dinleyin. (...) Şu kanarya nasıl şakıyorsa, sizlerden biri de onun gibi ötüp
beni gammazlayacak!” (s. 231) der. Bu sırada rakısını maşrapaya dolduran Zâhir,
önündeki kavunu öğrencilerine bölüştürür ve “Alın bu kavunu yiyin! O benim
etimdir! Rakıyı da için! O benim kanımdır!” (s.232) der. Dolayısı ile yazar bu
gibi tarihî ve dinî bir olayı parodik bir düzleme taşıyarak eseri metinlerarası
ilişki yönüyle sıkı bir biçimde örmüştür, diyebiliriz.