Edebiyat Araştırmaları: türk edebiyatı
Son Başlıklar
Loading...
türk edebiyatı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
türk edebiyatı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Eylül 2020 Perşembe

Tutunamayanlar – Özet, Tahlil, İnceleme

Tutunamayanlar – Özet, Tahlil, İnceleme

Tutunamayanlar Hakkında Bilgi

Tutunamayanlar Kimin Eseri?

Tutunamayanlar,  Oğuz Atay’ın ilk romanıdır. Dört bölüm ve yirmi bir alt bölümden oluşan yaklaşık yediyüz sayfalık bir romandır.  

Tutunamayanlar Ne Zaman Yazıldı?

Tutunamayanlar romanının yazımı bir yıl sürerek 1969 yılında bitmiştir.  

Tutunamayanlar Ödülleri

1969 senesinde biten eserin bazı bölümlerinin yeniden yazılmasından sonra 1970 TRT-Roman yarışmasında başarı ödülü alır.  

Tutunamayanlar Romanının İlk Baskısı

Ödül aldıktan sonra Oğuz Atay, romanını yayınevlerine götürür. Adının duyulmamış olması, romanın çok kalın olması ve birtakım kişisel kıskançlıklardan dolayı hiçbir yayınevi romanı basmaya yanaşmaz. Bazı yayınevi sahipleri, romanı okusalar da dönemine göre kitabı çok yeni, deneysel bulurlar; böyle bir kitabın satılamayacağını düşünürler. Derken Hayati Asilyazıcı, ticari kaygılar taşımadan, iyi bir yayıncılık örneği göstererek Tutunamayanlar’ı Sinan Yayınevi’nde iki cilt olarak basar (1972).  

Tutunamayanlar Romanının Önemi

Tutunamayanlar, zamandizinsel öykü anlatımının montaj kalıplarıyla delinerek ikinci plana itildiği çokkatmanlı metaforik dokusu, dil oyunları ve çok sayıda biçim denemeleriyle modernist romanın Türk edebiyatındaki ilk örneğidir.

Tutunamayanlar Romanının Türü Nedir?

Tutunamayanlar romanı tür olarak çok katmanlı bir yöne sahiptir. Tutunamayanlar; ‘’Çağ romanı’’dır, ‘’Aşk romanı’’dır, ‘’Sanatçı romanı’’dır ve aynı zamanda ‘’Polisiye roman’’dır.

Tutunamayanlar Romanının Ana Fikri-Teması

Tutunamayanlar romanı, toplumdaki gidişe ayak uyduramayan ve ‘özü’nü yaşamak isteyen aydının çığlıklarıyla doludur. Oğuz Atay çağımız insanının dramını çok çarpıcı bir biçimde sergiler. Atay’ın eserindeki takındığı eleştirel tavır sadece bireyle sınırlı kalmaz. Bireyi merkez olarak toplumdaki çarpıklıkları da eleştirir. Topluma yönelik eleştiriler roman sınırlarını zorlarcasına toplumun bütün alanlarını kapsar. ‘Eğitim sistemindeki bozukluklar.’, ‘küçük burjuva dünyasının sahte değerleri ve evlilik düzeni’, ‘bürokrasi’, ‘gençlik eylemleri’, ‘tarih ve dil bilinci’ gibi birçok soruna el atar. Oğuz Atay 1930’lardan 1960 sonrasına uzanan bir dönemi, ‘ironi’ ve ‘ hiciv’ le yoğurarak ustalıkla anlatır.

Tutunamayanlar Romanının Özeti- Konusu

Tutunamayanlar Türk romanının geleneksel çizgisinden sapan, alışılmışın dışında bir romandır. Dış yaşantılarının önem taşımadığı romanda, olay yok denecek kadar azdır. Roman daha çok karakterlerin iç dünyalarında yoğunlaşarak izlenimler, çağrışımlar, taşlamalar, ayrıntılar ve ruhsal çözümlemelerle oluşur.

Tutunamayanlar romanının özetlenmesi biraz geniş olduğundan kitabın ayrıntılı özetine girmedik. Detaylı özete girmek yerine konuyla beraber kısa özeti vermeyi uygun bulduk.

Turgut Özben adındaki genç bir mühendis, yakın arkadaşı Selim Işık’ın intihar ettiğini gazeteden öğrenir. Bu intiharın sebebini araştırmak için Selim’in arkadaşları (Süleyman Kargı, Esat, Metin) ve sevgilisi (Günseli) ile görüşmeler yapar. Yaptığı araştırmalar sonucunda Selim’in hayatının karanlıkta kalan yönlerini, onu intihara sürükleyen sebepleri öğrenir.

Selim yaşadığı düzenle uyun sağlayamayan, küçük burjuva değerlerine ve onların ucuz yaşantısına sırtını dönmüş, bu yüzden de toplum dışına itilmiş, kitaplara sığınmış bir aydındır. Turgut, Selim hakkında öğrendiği bilgiler ve araştırmaları sırasında karşılaştığı olaylar sonucunda kendini sorgulamaya başlar. O da Selim gibi bir tutunamayandır. Küçük burjuva değerleri arasında sıkışmış bütün yaşamını gelenekler, alışkanlıklar yönetmiştir. Turgut Özben, Selim’in ölümünün izinde derin bir iç hesaplaşmaya girerek romanın sonunda evinden ayrılır. Her şeyini geride bırakarak bir trene biner ve gözden kaybolur.

Romanda anlatıcı, Turgut Özben’in trende tanıştığı, onun notlarını düzenleyerek kitabı yayımlayan gazetecidir. Tutunamayanlar romanını oluşturan metinler, gazetecinin önsözüyle başlar. Gazetecinin yazdığı önsözün adı “Sonun Başlangıcı”dır. Gazeteci editörün yazdıklarının aksine Tutunamayanlar romanı tamamlanmamıştır. Kitabın sonunda Turgut’un gazeteciye yazdığı mektup yer alır. Tutunamayanlar baştaki “Sonun Başlangıcı” isimli önsözle, Turgut’un mektubu arasında yer alan, Batı edebiyatında çokça örneğini gördüğümüz kasten yarım bırakılmış bir romandır.

Tutunamayanlar Roman İncelemesi, Tahlili, Analizi, Çözümleme

Tutunamayanlar Roman Karakterleri, Kahramanları, Ana Karakterler, Kişiler, Şahıs Kadrosu

Selim Işık

Tutunamayanlar romanı Selim’in intihan çerçevesinde gelişir. Romanda diğer tipler (Turgut, Süleyman Kargı, Günseli, Esat, Metin) Selim’le olan ilişkileri münasebetleriyle ele alınır. Selim Işık, Tutunamayanlar’ın figürleri içinde en karamsar özelliklere sahip olan ve aynı zamanda en fazla idealize edilen tiptir.

Oğuz Atay insanın iç dünyasından söz etmenin, dış görünüşünden her zaman daha ilginç olduğunu bilen bir romancıdır. . Bu yüzden de Selim’in ruh dünyasını vermekle yetinir, gerisini okuyucunun hayal dünyasına bırakır.

Turgut Özben

Tutunamayanlar’ın aydın bireylerinden İkincisi Turgut Özben’dir. Başarılı bir mühendistir, mutlu bir evliliği vardır. Hayatını küçük burjuva dünyasının değerleri belirler. Selim’e göre düzenle barışık, dış dünyanın acımasızlığı karşısında hayatın bir yerinden tutunmayı başarmış bir tiptir. Selim’in intiharı ile birlikte o da tutunamayanlığı seçer. Selim’in yerini alır. Kata, arabaya, küçük burjuva nimetlerine boş verip, trene biner ve ortadan kaybolur.

Tutunamayanlar romanında okur, Turgut’un iç dünyasıyla bakar her şeye. Dış olayların önem taşımadığı romanda, Turgut’un sır dolu ve karmaşık ruhsal labirentleri, gelişim süreci ve sonunda Selim’le özdeşleşmesi ön planda işlenir.

Süleyman Kargı

Romanda felsefeci kimliğiyle öne çıkan Süleyman Kargı, Selim’in çocukluk yıllarını alaycı bir dille anlattığı “Şarkılar”a felsefi yorumlar getirdiği iddia edilen kişidir.

Süleyman Kargı da Tutunamayanlar romanıdaki diğer aydın bireyler gibi toplumla uyuşamaz. Zaafları, bir ara intiharı düşünmesiyle o da bir tutunamayandır. Ancak o Selim gibi çıkış yolu olarak intihar etmez, mücadele eder. Selim, Süleyman Kargı’nın kendisi gibi toplumla ters düşmesine rağmen, kendi benliğini koruyabilmesine hayrandır. Onun kişiliğinden övgü ile söz eder.

Süleyman Kargı, Tutunamayanlar’ın üçüncü aydın figürüdür. Selim gibi karamsar özellikler taşımaz. Güçlü bir kişiliği vardır. Selim’in kişiliğindeki duygusal yoğunluğa karşılık, Süleyman Kargı’nın kişiliğinde akıl ön plandadır.

Metin Kutbay

Tutunamayanlar romanında Atay’ın aydın figürlerinin (Selim Işık, Turgut Özben ve Süleyman Kargı) dışında kalan o dünyaya ait olmayan tek karakterdir. Diğer üç karakter, tutunamayanlığın temsilciliğinde birbirini tamamlamakta,zaman zaman aynı sesle konuşmaktadır. Metin Kutbay ise romanın diyalektik yapısı içinde maddesel zevkleri simgeleyerek Selim’in karşıt kutbudur.

Romanda küçük bir burjuva dünyasının sahte değerleri, toplumdaki çarpıklıklar ve çirkinlikler Metin’in kişiliğinde simgelenir. Oğuz Atay diğer karakterlerinin aksine Metin’i fiziksel özellikleriyle vererek, daha başta diğer tutunamayanlar karakterlerinden ayırır.

Tutunamayanlar Romanında Yapı, Anlatım, Üslûp Ve Dil Özellikleri

Atay’a göre romanın başarısı ayrıntılarda saklıdır. İlk okuduğunda keyfi, dağınıkmış gibi görünen bu ayrıntıların Tutunamayanlar romanında titizlikle seçilmiş ve ustaca örülmüş birer malzeme olduğu görülür.

Oğuz Atay, Tutunamayanlar romanında doğrudan izleri görülecek derecede Kafka, Joyce, Nabokov, Gonçarov gibi çağdaş romancılardan etkilenmesine rağmen, yerli, aynı zamanda deneysel bir metin yazmıştır. Batı edebiyatında 1900’lerin başlarında görünen estetik düzlemdeki yenilikleri Oğuz Atay 1971’de romanına taşır. Önemli olanın ‘roman yazmak değil, ‘roman kurmak’ olduğunun bilincindedir. Ve bu bilinçle ‘kurgu mimarisi’ne büyük bir özen gösterir.

Tutunamayanlar Romanında Yapı, Kurgu ve Postmodernizm

Tutunamayanlar romanının en önemli biçim özelliği ‘atektonik’ bir yapıya sahip oluşudur. Tutunamayanlar romanının atektonik yapısı, geleneksel/gerçekçi romanın temel yapısı olan vaka- zaman- mekan zincirini kırar. Oğuz Atay bu yapı sayesinde konuyu ikinci plana iterek karakterlerinin iç dünya serüvenlerini aktarır.

Tutunamayanlar romanında ana olay sayılabilecek olan Selim’in intiharının ardından Turgut’un araştırmaları, geleneksel/gerçekçi romanlara göre hiçbir gerilim taşımaz. Bu öykü, romanı oluşturan metinlerin kurgulanabilmesi için yalnızca bir araçtır. Romanda zaman dizinsel (kronolojik) öykü anlatımı, çağdaş roman tekniklerinden montaj/kolaj kalıplarıyla delinerek metin içi öykülerin iç içe girmesi sağlanır. Turgut’un öyküsü, Selim’in öyküsüyle birleşir.

Tutunamayanlar romanında hiçbir gerilim öğesinin olmaması, romanın hızlı, akıcı bir biçim içinde sürekli değişen planlara göre yazılmış olması eseri eleştirmenler ve okurlar için karmaşık bir hale sokar. Bu karmaşıklıkta, eleştirmenler kadar okurların da roman biçiminden beklentilerinin sınırlı olmasının payı büyüktür.

 1.Çokkatmanlılık


Tutunamayanlar roman türleri açısında ele aldığında ‘çokkatmanlı’ bir doku gösterir. Tutunamayanlar romanında metni oluşturan tüm öğeler birden çok anlam katmanına göndermelerde bulunur. Bu çokkatmanlı ilişkiler ağında Oğuz Atay metin içi öyküleri alttan birbiriyle ilişkiye sokar. Anlam katmanlılığının zenginliği baraberinde okur farklılığını getirir. Atay anlam belirsizlikleri sergilediği romanında okuru metnin bir parçası haline getirerek kendi entelektüel birikimi doğrultusunda yorumlamasını ister.

Roman türleri açısında bir alt sınıflanmaya inersek çok daha zengin bir yapı ortaya çıkar. Oğuz Atay Tutunamayanlar’da döneminin aydın portresini çizer. Romanda yer alan gündelik hayat sahneleri ve toplumun maddesel / tinsel değerleri, yazarın yaşadığı çağı çarpıcı bir biçimde sergiler. Bu özelliği ile Tutunamayanlar romanı bir ‘çağ romanı’dır.

Tutunamayanlar romanı aynı zamanda bir ‘sanatçı romanı’dır. Turgut’un ve Selim’in kişiliklerinde sanatçı ve yaratıcılık sorunsalı işlenir. ‘Nasıl yazıyorum?’, ‘Nasıl yaratıyorum?’ soruları konu olarak ele alınırken, sanatçının olşumu, kimliği ve toplum içindeki yeri irdelenir.

Tutunamayanlar bir ‘aşk romanı’dır. Yıllarca her türlü sahtelikten, bayağılıktan uzak duran, gerçek bir sevginin açlığını çeken Selim aradığı aşkı bulur. Tutunamayanlar Selim’in Gürseli’ye olan derin sevgisinin romanıdır.

Tutunamayanlar romanı bir ‘polisiye roman’ olarak da okunabilir. Turgut’un, Selim’in ölümünden sonra onun intihar sebebini araştırması, Selim’i tanıyanlarla tıpkı bir dedektif gibi tek tek görüşmesi, romanı ‘polisiye roman’ çizgisine taşır.

Tutunamayanlarda Türk aydınının bilinçlenip gelişmesi anlatılır. Bu bağlamda roman - bazı farklarla birlikte - bir ‘oluşum românı’ olarak da değerlendirilebilir. Metnin çokkatmanlı dokusu, bu tür sınıflamaları genişletmeye elverişlidir. Tutunamayanlardaki bu çokkatmanlı organik doku, titiz ve dikkatli bir kurgu / biçim çalışmasının ürünü olup modernist / postmodernist edebiyatın belirgin özelliklerini yapısında taşır.

 2.İsimlerde Simge Kullanımı


Oğuz Atay, isim sembolizasyonundan başarılı bir şekilde yararlanan romancımızdır. Karakterlerine gelişi güzel adlar vermez. Tutunamayanlarda figürleri için seçtiği adlar, onların kimliklerini daha da belirginleştirir. İsimleri karakterlerin en önemli özelliğini vurgular.

‘Selim’ kusursuzluğu, soyadı olan ‘Işık’ ise aydınlığı ve kutsallığı simgeler. Tutunamayanlar’ın prensi ve yol göstericisidir. Işık soyadı ile İsa peygamber arasında roman boyunca bir özdeşlik kurulur. Selim’in tıpkı İsa gibi ikinci kez yeryüzüne geleceği, onun ışığını takip eden tüm ezilenlerin, çektikleri sıkıntıların sona ereceği anlatılır.

Romanın ikinci aydın figürü Turgut Özben’in soyadıyla, özbenliğinin peşindeki arayış teması simgeleştirilir. Murat Belge, Turgut’un ‘ego’ (soyadı Özben), Selim’in ise ‘üst ego’yu temsil ettiğini; Selim’in ülküsel, peygamberimsi, Turgut’un ise daha normal, daha dünyevi bir tutunamayan olduğunu söyleyerek psikolojik düzeyde yapılan simgeciliğin altını çizer.

Romanda Metin ise Selim’in karşıt kutbu, yani maddesel değerleri, ucuz yaşantıları temsil edişiyle, her ortama uyum sağlayabilen, hayata karşı ‘metin’ tavırlarıyla isminin anlamını hak eder.

3.Metinlerarasılık


Metinlerarası’ öğe Tutunamayanların önemli bir kurgu eğilimini oluşturur. Metinlerarasılık postmodemizmin ana kurgu tekniği olarak bu edebiyatın sıkça başvurduğu bir tekniktir. Daha önce başka yazarlar tarafından üretilmiş metinlere göndermeler yapılır. Bu durumu roman sanatının meşru zemininde ‘metinlerarası bağlantı’ düzeyinde görenler olduğu gibi, yaratıcılığın girdiği darboğaz, intihal düzeyinde değerlendirenler de vardır. Hatta kimileri için bu durum edebiyatın sonudur.

Romandaki bürokrasiyle ilgili eleştiriler Kafka’nın “Dava” ve “Şato” romanlarındaki bürokrasi eleştirilerini hatırlatır. “Dönüşüm” ve “Bir Rüya” adlı hikayeleri Oğuz Atay tarafından uyarlanır. Toplumla uyuşamayan ve maddeye yenilen insanın dramını anlatan Kafka’nın ve Kafka’nın izinde yürüyen Batılı yazarların yapıtlarında görülen ‘kafkaesk’ atmosfer, Tutunamayanlar romanının tümüne hakimdir.

Gonçorov’un “Oblamov” adlı romanında aynı adı taşıyan kahramanı Tutunamayanlar’da sıkça anılır. Oblamov, romanda iyi niyetli, ancak karamsar, hiçbir işe yaramayan pasif insanların bir prototip idir. Oğuz Atay Selim’in karakterini çizerken Oblamov karakterinden oldukça etkilenmiştir. Selim’de Oblamov gibi çırpınıp duran ama bir işe yaramayan, sıkıntıları ve coşkularıyla uçta yaşayan tuhaf bir insandır. Aralarındaki bu benzerlik, karakterlerinin davranış kalıplarının isimlendirilmesinde de göze çarpar. Oblamov’un tipik davranış şekilleri edebiyatta “Oblamovluk” kavramıyla tanımlarken, Atay’da Selim’in davranış kalıbını “selimlik” olarak adlandırılır.

4. Üstkurmaca

Edebiyat biliminde ‘üstkurmaca’, yazarın yazma edimini kurmaca metnin bir parçası durumuna getirmesi, nasıl yazdığım anlatması ve romanın içinde yazma edimi ile ilgili sorunlar konusunda düşünce üretmesi şeklinde tanımlanır.  Tutunamayanlar romanı, simgesel kullanımıyla, başka edebiyat ürünlerine yaptığı göndermeler ve çağrışımlarla ve en önemlisi ‘yazma sorunsalı’na verdiği önemle debiyatımızda ‘üstkurmaca’ özelliğini içinde taşıyan ilk roman olarak kabul edilir.

Tutunamayanlarda kişiler nasıl ve neden yazdıklarını, yazarken karşılarına çıkan sorunları anlatırlar. Oğuz Atay onları böyle konuştururken aslında yazma eylemine ilişkin kendi görüşlerini açıklar. Yazma eylemi, romanda yeniden yazma eylemine dönüşür.

Romanın bir başka yerinde Esat, Selim’in okuduğu kitaplar yüzünden çok acı çektiğini ve insanlarca anlaşılmamaktan çok korktuğunu söyler: “Titrek bir sesle: ‘kitaplar yüzünden çok acı çekiyorum Esat Ağabey’ derdi. ‘Sanki hepsi benim için yazılmış. Bu kadar insanı birden canlandıramıyorum: hepsini birbirine karıştırıyorum. Gülünç oluyorum.’ Anlaşılmamaktan çok korkardı. ‘Başkalarından ayrı hissettiğimi nasıl belirtsem? Kimse bilmeyecek.... Hiç olmazsa mezar taşıma yazın: burada insanlara başka türlü hayran olan biri yatıyor. Ne türlü? Bir bilsem, ah bir bilsem.”

Oğuz Atay, romanın ana kişisinin ardına gizlenerek roman sanatı üzerine görüşlerini açıklar. Tutunamayanlarla bir çok kesime tuhaf, alışılmadık gelebilecek bir roman yazdığının farkındadır. Roman konusunda fazla bir sorgulamanın, tartışmanın yapılmadığı, modern edebiyatın tanınmadığı bir edebiyat ortamında romanı ile ilgili haklı endişeler taşır.

Tutunamayanlar Romanında Anlatım Özellikleri

Tutunamayanlar romanında bir anlatıcı figür vardır. Anlatıcı, Turgut Özben’in notlarım düzenleyen gazetecidir. Romanın anlatım biçimi, metnin sonuna eklenen Turgut Özben’in mektubu dışında genellikle üçüncü tekil kişi (o) anlatımdır. Romanda Oğuz Atay’ın egemen anlatım tutumu ise ‘ironik’ bir anlatımdır. Hiciv, taklit, başkasının dilinin abartılarak taklidine dayanan parodi, yabancılaştırma tekniği olarak alay, romanda egemen anlatım tutumu olarak ironiyi yaratır.

Tutunamayanlarda olaylar zinciri bulunmadığından yazar anlatımı bireyin iç dünyasında yoğunlaştırır. İç dünyayı kesintisiz anlatabilmek için çağdaş roman tekniklerini kullanır. Bu tekniklerin başında ‘bilinç akımı’ gelir.  

Oğuz Atay Tutunamayanlar romanında bilinç akımı-akışı tekniğiyle çağdaş batı romanının modem anlatım araçlarından ‘Kolaj’ tekniğini de bolca kullanır. İlk bakışta roman dokusuna aykırı gibi gelen ama ana tematiğin bir parçası olan bir metnin dokuya katılması diyebileceğimiz kolaj, Tutunamayanlarda özellikle kurmaca şarkıların ve şarkı açıklamalarının olduğu bölümlerde görülür ve bireyin bilincinin olduğu kadar bilinçaltının da aydınlığa çıkarılmasında yardımcı bir tekniktir.

Üslûp ve Dil Özellikleri

Tutunamayanlar romanına üslûp ve dil özellikleri açısından baktığımızda ‘kurgu’ ve ‘anlatım’ düzlemlerinde görülen yenilik denemelerinin burada da söz konusu olduğunu görürüz. Atay’ın amacı, yazdığı romanla bir dil ustası olduğunu kanıtlamak değildir. Aksine romanda dil ve söylem karmaşasıyla karşı karşıya geliriz. Geleneksel bir düzenin bir anlaşma aracı olan dil, Tutunamayanlarda ise anlaşamama aracına döner. Romanda kimse birbirini dinlemez, her kafadan bir ses çıkar.

Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar da kullandığı dil, iki özelliği içinde barındırır: Bir yandan kahramanlarıyla özdeşleşen, onlarla arasında duygusal bağlar kuran, diğer yandan da anlattıklarının gülünç hale getirilmeden, parçalanıp çarpıtılmadan ciddiye alınamayacağım farkında olan bir dildir. Tutunamayanların başka dillerin taklidi, parodisi olarak yazılması, duygunun abartılarak gerçeğin kırılması ve okurun ucuz duygusallık taklidiyle karşı karşıya bırakılması hep bu yüzdendir.

Oğuz Atay Tutunamayanlarda yeni bir üslûp denemesine girişerek dille, kelimelerle adeta oyun oynar. Alışılmışın dışında üslûp ve dil özellikleriyle romanda, postmodernizmin ‘kuralların bozumu’ anlayışı benimsenir. Oğuz Atay eserinin organik bütünlüğünü bozacak her yöntemi özgürce kullanır. Kelimeler olmadık yerde birleştirilir, bir cümleye değişik zamanlar sıkıştırılır, paragraflar arası mantıksal ilişkiler bozulur, değişik satır düzenlemeleri yapılır ve noktalama işaretleri alt üst edilir. Günseli’nin ağzından Selim’le yaşadıkları aşkın anlatıldığı 15. Alt bölümde 73 sayfa boyunca hiçbir noktalama işaretinin kullanılmaması bu bakımdan ilginç bir örnek teşkil eder.

Tutunamayanlar Romanında Mekan

Atay‟ın genel akışa kapılmadan, Türk insanının meselelerini modernleşme sorunsalı çevresinde ele alan romancılarımıza benzer bir duyarlıkla özgün bir bakışı birleştirdiğini söyleyebiliriz.

Modernleşmenin başlayıp yayıldığı mekan şehir, taşıyıcılarıysa şehir insanıdır ve Türk romanında 1960‟lara özgü saf köylü romantizmi ve köyü modernleştirme heyecanı, Oğuz Atay romanında yerini modernleşmenin asıl mekanı/kurbanı olan şehirde, değişimin çelişki, açmaz ve bozgununa bırakmıştır.

Görüşleriniz bizim için değerlidir. Sizler de bu yazı hakkındaki görüşlerinizi yorumlarda belirtebilirsiniz. 

Tehlikeli Oyunlar – Şahıs Kadrosu

Tehlikeli Oyunlar – Şahıs Kadrosu


Tehlikeli Oyunlar romanında olayların merkezinde yer alan şahıslar Hikmet Benol, Sevgi, Bilge, Nurhayat Hanım ve Selim Bey’dir. Bu karakterler aşağıda verilmiştir. 

Hikmet Benol


Tehlikeli Oyunlar’’ın ana karakteri ve aynı zamanda romanın anlatıcısı olan Hikmet Benol, Atay’ın olumlu ve olumsuz özellikleri içinde taşıyan aydın figürdür. “Tutunamayanlar”daki karakterler gibi Hikmet’de fiziksel özellikleriyle verilmez. Romanda “(...) uzun boylu, sivilceli ve burnun yanağına birleştiği yerde önemsiz bir etbeni taşıyan adam (,..)” ifadesi, Hikmet’in fiziksel özelliklerinin verildiği tek yerdir. Hikmet romanda dışsal yaşantısından çok, iç dünyasıyla yer alır.

Tehlikeli Oyunlar’’da okuyucu, herşeye onun bilincinden bakar. Romanın başında Hikmet eşinden boşanarak, her şeyini geride bırakarak bir gecekondu semtinde üç katlı bir eve taşınır. Hikmet bu eski eve ısrarla gecekondu der, çünkü gecekonduda yaşamayı içinde barınamadığı topluma karşı bir meydan okuma olarak görür. Sert, acımasız, kötü bir dünyadan kaçışın, bir iç hesaplaşmanın sembolüdür gecekondu. Hikmet, babasından kalan miras ve biriktirmiş olduğu biraz para ile hiçbir işte çalışmayarak bütün gün oturup oyunlar yazar. Yazdığı oyunların en büyük özelliği tamamlanmamış olmalarıdır. Hayalleri ve geçmişi onu rahat bırakmaz. Romanda Hikmet’in geçmişteki yaşantısı bilinçakımı tekniğiyle ve geriye dönüşlerle anlatılır.

Kötü bir çocukluk geçirmiştir. Annesi, babasının kendisine çektirdiklerine dayanamayarak bileklerini keserek intihar eder. Babası ise kendini içkiye verir. Hikmet uzak akrabalarının yanına gönderilir. Hikmet bu evde istenmez, ona kötü davranılır. Ardından babası da ölür. Bu ölümler Hikmet’i derinden sarsar. İntihara yakın kişiliğinde anne ve babasının büyük payı olduğunu düşünür.

Hikmet Benol, iktisat fakültesi öğrencisiyken okuduğu bölümden memnun olmadığı için okulu bırakır. İleride bir iktisatçı olarak herhangi bir işte çalışma düşüncesi ona cazip gelmez. Edebiyata meraklı bir kişi olarak gazetelere, dergilere küçük yazılar, derlemeler yapar. Tiyatroyla ilgilidir. Acıklı ve gülünç oyunlar yazarak kendine küçük bir aydın çevre yaratır. Kendilerini aydın sanan, kendi ülkesinin gerçeklerinden habersiz, Batı öykünmecisi ve ahlak yönünden zayıf insanlardan oluşan bu çevre, Hikmet’in ruhsal gelişimini zehirleyen önemli bir etmendir. Hikmet bu çevreyi bir yandan eleştirirken, diğer yandan da onların gölüne girmek ister. Kendi içinde büyük bir çatışma yaşar. Onların yanlışlarını düzeltmek gibi yorucu bir uğraş verir:

Akıl ve ruh proleteryasının en büyük akılsızlığını, akıl ve ruh burjuvazisinin nimetlerine kavuşacağını umarak onlara hizmet etmesi ve bu sırada kaçınılmaz istismar kanunları yüzünden zayıf aklını ve ruhunu da parça parça onlara kaptırmasıdır.’’

Hikmet entellektüel bir ortamda Sevgi adında bir genç kızla tanışır. Sevgi’nin böyle bir ortamda bulunması bir tesadüften ibarettir. Hikmet, Sevgi’nin sessizliğinden ve saflığından çok etkilenir. Sevgi çirkinliklerle dolu bir dünyada tertemiz kalabilmeyi başarmış bir insandır. Hayattan tek beklentisi, kimsesizliğini unutturacak mutlu ve sıcak bir yuvadır. Kısa sürede evlenip bir ev kurarlar kendilerine. Hiçbir oyununun sonunu getiremeyen Hikmet, bu evlilik oyunundan da kısa sürede sıkılır. Bilge adında bir kadınla tanışır ve onunla son derece seviyesiz bir ilişki yaşar. Sevgi’den ayrıldıktan sonra bir gecekonduya taşınarak eski yaşantısını inkar eder. Oyunlarına tutunmak işer, yapamaz. Ortaya kötü oyunlardan ve ucuz yaşantılardan başka bir şey çıkaramaz. Ve intihar eder.

Hikmet Benol, “Tutunamayanlâr”daki Selim Işık ve Turgut Özben’in karışımı bir tiptir. Selim gibi o da okuyup yazan, kendine önemli misyonlar yüklemiş idealist bir gençtir. “İyi romanların okuyucusu olmaktansa, kötü romanların kahramanı olmak (,...)” isteyen bir tutunamayandır.


Selim’le ne kadar ortak yönleri olsa da Hikmet, Selim kadar idealize edilen bir tip değildir. Selim’e göre Hikmet’in olumsuz yönleri daha fazladır. Eski hayatından kaçıp sığındığı gecekonduda, kendisi gibi toplumdaki tüm tutunamayanlar için büyük bir boşluğu dolduracak “hayat bilgisi” ansiklopedisi yazmaya soyunur. Günlük hayatta karşılaşılabilecek bir çok soruna, pijamanın nasıl çıkartılacağı dahil bir çok konuya el atar. Selim gibi Hikmet’de günlük hayata dahil olamaz. Hayatı kitaplardan öğrenmeye, kitaplara göre yaşamaya çalışır. Tutunabildiği tek alan oyunlarıdır. Romanın sonunda Hikmet’in tıpkı Selim gibi intihar etmekten başka bir çaresi kalmaz. Aynı zamanda Turgut gibi küçük burjuva dünyasının içinde çırpınır. Evliliği ile birlikte içinde bulunduğu dünya daha da çekilmez bir hal alır. Sonunda Turgut gibi her şeyini geride bırakarak kaçar.



Sevgi


Tehlikeli Oyunlar, “Tutunamayanlar” a göre kadınlarla olan ilişkilerin daha derinlemesine işlendiği bir romandır. “Tutunamayanlar” daki kadın karakterlerin (Nermin, Günseli, Selim’in annesi) sessizliği, Tehlikeli Oyunlar da nispeten bozulur. Hikmet’in karısı olarak romanın en önemli kadın karakteri olan Sevgi, Atay’ın kaleminde ruhsal derinlikten yoksun, yoz bir yaşantının temsilcisi olmaktan kurtulamayarak sonuçta terk edilir.

Sevgi’nin kötü geçen çocukluğunun anlatıldığı “Sevgi Vesaire” başlığını taşıyan yedinci alt bölüm, ikinci sınıf yerli romanların, ucuz melodramların parodisi şeklinde kaleme alınmıştır. Bu bölümde, “Tutunamayanlar” dan tanıdık isimler karşımıza çıkar: Selim, Süleyman, Turgut. Bu durum Oğuz Atay’ın romanlarının birbirinin devamı olduğunun bir işaretidir.

Sevgi’nin babası, Süleyman Turgut Efendi, romanda kötü ahlâklı ve zevksizliğiyle öne çıkarken, annesi Leyla Nezihi Hanım yetişme tarzındaki Fransız kültürünün etkisiyle, hayalperestliği ve kocasının baskılarıyla ezikliğini üstünden atamamasıyla ilk dönem romancılarımızın çizdiği kadın karakterlere benzer.

Sevgi’nin sessizliği, ürkekliği ve insanlardan kaçışında kötü geçen çocukluğunun ve birbiri ardınca gelen anne ve babasının ölümlerinin büyük payı vardır. Sıkı kurallarla yetiştirilen ve trajediden başka bir şeyi yaşamayan Sevgi,kocasından çok şeyler beklemektedir.

Sevgi, Hikmet’le evlendikten sonra onun hayalindeki uzun boylu prens gibi olmasını ister. Sıkı kuralları, tekdüze yaşam biçimiyle Hikmet’i bunaltır. Hikmet karısının entelektüel birikimden yoksun oluşundan son derece şikayetçidir. Onunla günlük konuşmalardan başka bir konuda konuşamaz. Kendisi de gün geçtikçe karısına uymakta, kitap okumayı ve ülkenin sorunları üzerinde kafa yormayı ertelemektedir. Sevgi romanda saflığı, iyi niyeti, temizliği simgelese de “iyi niyetlerle iyi eserler verilemeyeceğini (,..)” söyleyen Hikmet, bu evliliği daha fazla yürütemez. Oğuz Atay’ın evli kadına yaklaşımı baştan olumsuz bir yargı taşır. Hikmet’e Sevgi için: “Kendine göre düşünceleri varmış. Ben seni bunun için mi tuttum” dedirtecek kadar evli kadını, sanatçı ruhlu insanlar için can sıkıcı bir tip olarak görür.

Bilge


Tehlikeli Oyunların ikinci önemli kadın karakteri olan Bilge, Hikmet’in sevgilisidir. İlişkileri Hikmet’in evlilik oyunundan sıkıldığı zamanlarda başlar. Birlikte İngilizce çalışarak uzun gezintilere çıkarlar. O dönemde Hikmet, Bilge’ye karşı duygusal bir yoğunluktan ziyade, cinsel bir arzu duyar. Bilge ile olan beraberlikleri, Hikmet boşandıktan sonra onun gecekondu yaşamında da devam eder.

Bilge; Sevgi’den daha kültürlü bir kadındır. Felsefe mezunu, her zaman ne istediğini iyi bilen küçük bir burjuvadır. Romanın karşıtlıklar ilkesine dayalı yapısında Sevgi’nin karşıt kutbunu canlandırır. Sevgi, duygusallığı, saflığı ve uyuşukluğu ile Doğu’nun miskinliğini ve vicdanını temsil ederken; Bilge, herşeyi bilen ukala tavırları, olaylara mantıklı yaklaşımıyla Batı’nm akılcılığını simgeler. Sevgi’de duygusallığın yoğunluğuna karşılık, Bilge’de cinsellik ön plana çıkar. Bilge’yi “(...) bütün kitapların Bilge’si. Eski Hindistan’dan günümüze kadar gelmiş bütün sevişme oyunlarının Bilgesi”  şeklinde tanımlar.

Nurhayat Hanım


Oğuz Atay günlüğünde, Tehlikeli Oyunları yazarken Oscar Lewis’in “fakirliğin kültürü” yaklaşımından etkilenerek fakirlerin iç dünyasına yöneldiğini söyler.  Romanda sefaletin kültürünü her yönüyle sergileyebilmek için mekan olarak gecekonduyu seçer. Atay’ın böyle bir dünyanın gerçekliğini anlatabilmesi için Nurhayat Hanım gibi bir karaktere ihtiyacı vardır. Çamaşır sabunu ve yağ kokularının üstüne sindiği, çizgilerle dolu soluk yüzü, kıpkırmızı ve çatlamış elleri, entarisinin altna giydiği kat kat elbiseleriyle Nurhayat Hanım, sefil bir renkliliğin romandaki temsilcisidir.

Hikmet’in gecekondu yaşamında onun yemek, bulaşık, temizlik gibi gündelik işlerden kurtulup, iç dünyasında yoğunlaşmasında komşusu Nurhayat Hanım’m büyük yardımları olur. Hikmet’i oğlu gibi gören bu kadın, onun bütün işleri ile ilgilenir. Hikmet de onun askerdeki oğluna mektuplar yazar. Bu mektupların arasına oyun parçacıklarım sıkıştırmadan edemez. Dul oluşu, saf ve temiz kişiliği ile Nurhayat Hanım Hikmet’in kafasında kutsal üçlemenin Meryem’ini simgeler.

Nurhayat Hanım’ın da Albay gibi yaşayıp yaşamadığı belli değildir. Romanın birçok yerinde okuyucu kuşkuya düşürülür ve giderek Nurhayat Hanım’ın da Albay gibi Hikmet’in zihninin bir ürünü olduğuna okuyucu inandırılır: “Beni çok ezdiler, çok horladılar Albayım; onun için bir dul kadına yani Nurhayat Hanım’a ihtiyacım vardı. Ha-ha. Nerede görülmüş böyle dul bir kadın? Hem de adı Nurhayat”

Selim Bey


“Tutunamayanlar”ın ana karakteri ile aynı adı taşıyan Selim Bey, Sevgi’nin babasının eski bir arkadaşı olarak romanda yer alır. Sevgi anne ve babasının ölümlerinin ardından kimsesizliğini, çaresizliğini, bu sevimli ihtiyarın yanında unutur. Selim Bey, “Tutunamayanlar” da Oğuz Atay’ın en fazla idealize ettiği aydın figürü Selim Işık’la adı dışında da birçok ortak özellik taşır. O da toplumun beklentilerine uygun bir biçimde davranamayan bir tutunamayandır. Gençliğinde yazarlığa heves ederek bir roman ve değişik türde hikayeler yazmış; ancak çevresinin küçümseyici tavırları ve yazmanın bir suç sayıldığı toplumda, bütün şüphe dolu bakışların üzerinde odaklanması üzerine bu serüveni yarıda bırakmak zorunda kalmıştır. Eşinin onu terketmesiyle büyük bir yalnızlığa düşer, diğer insanlar gibi sızlanıp şikayet etmek yerine oyunlarına tutunmak ister.

Her gün tren istasyonlarına giderek ‘yolcu karşılama oyunu’ nu oynar. İstasyondaki lokantaya oturarak içkisini yudumlar, eşinin bir trenden inip kendine dönmesini bekler Trenin istasyona girişi ile birlikte kalabalığın seline bırakır kendini. Büyük bir coşku içinde, sanki trenden inen yolcular arasında eşi varmış gibi elini sallar, bağırır. Bu oyunu günlerce, haftalarca devam ettirir. Oğuz Atay’ın diğer karakterleri gibi Selim Bey’de oyunlarını tamamlayamaz. Eşi geri döndüğünde bile bu bekleme oyunundan vazgeçemez. Eşinin ölümünden sonra oyunların mahiyeti değişif; yolcu karşılama oyunu, yolcu geçirme oyununa dönüşür.


Oğuz Atay Türk aydınının yalnızlığını ve bunalımını, Selim Bey’in trajik “yolcu karşılama ve geçirme oyunları”nda simgeleştirerek anlatır. Türk aydını da Selim Bey gibi halkla barışacağı, gerçek kimliğini bulacağı güne kadar umutsuzca oyunlarıyla meşgul olmaya devam edecektir.

2 Eylül 2020 Çarşamba

Tol Romanı – Özeti - Konusu

Tol Romanı – Özeti - Konusu


Tol, Murat Uyurkulak’ın romanıdır. Uyurkulak Türkiye tarihinin ihtilallere denk gelen dönemlerini Tol eserinde  postmodern bir yaklaşımla gözler önüne sermiştir.

Toplumsal ve siyasal yakın tarihimizin fantastik bir kurguyla ele alındığı Tol romanında, “Tol” Kürtçe “İsyan” anlamına gelmektedir. Tol bir intikam anlatısıdır.  Ayrıca “Tol” sözcüğündeki üç harf, kitabın üç ana bölümünün başlığıdır.

Dört kuşak ve dört kentin iç içe bir kurguda yer aldığı Tol, sıra dışının olağan fantezilerine ya da sıradanın olağandışı düşlerine konu olabilecek ilginç bir öyküdür. Kısacası Tol, 1950’lerden bu yana öldürülen, eziyet çektirilen, teslim alınan, böcekleştirilen tüm kayıp kuşak mensuplarının üzerinde anlaşabileceği fantastik bir anlatıdır.

Genel olarak kurguya bakacak olursak Tol, “Yıllar sonra ben nedense Yusuf’tum. Çok düşünüyor, düşünürken dalıp gidiyordum. Durmadan ne düşündüğümü sorup duruyorlardı bana. Birilerini, bir şeyleri, bir yerleri, diyordum ama yetinmiyorlardı. Aç köpekler gibi soruyorlardı: Kimi, neyi, nereyi? Borçlarımı desem inanmazlardı. Borçlu olmamı yadırgarlardı. Yıllardır aynı ayakkabıyı, aynı gömlekle ceketi giyiyordum. Çaycıya bi rkez çay ısmarlamamıştım, öğlen kazıntılarını simit kemirerek bastırmış, her mesafenin yayası olmuş, yaş günü partilerinin bir tekine bulaşmamıştım. Aynur’un memelerini desem hiç olmazdı. Aynur patronun yüksek lisanslı metresiydi. Ulaşılamayacak kadar pahalı memeleri vardı. Ben de ONU diyordum. O’nu, O olanı. O kimdir diye soracak olduklarında sizin ve benim tanımadığımız O, bir başka O, herkesin O’su diyordum. Gülüyorlardı tabi. Onların gözünde zararsız bir deliydim.” (Uyurkulak, 2003: 11-12) ifadelerin başlangıçta yer bulmasıyla farklılığını ortaya koyar.

Tol romanında anlatı kahramanı Yusuf, bir yayınevinde düzeltmen olarak çalışmaktadır. Aynı trende Diyarbakır’a yolculuk yaptığı Şair ise 60’lı yaşlarda biridir. Bu iki Diyarbakır yolcusu bir müddet sonra içki ve dumanın da etkisiyle geçmişe uzanırlar. Önce 1960’lı yıllar, sonra devrimcilik ve 1980 darbesi birbirlerine anlattıkları öykülerin fonunda durmaktadır. Mektuplardan ve anılardan anlatılan bu iki geçmiş yaşamda da siyasi ve sosyal bir Türkiye’nin yanı sıra kişilerin aşkları, çaresizlikleri, tükenmişlikleri verilir. Şair ve Yusuf farklı iki karakter olmalarına rağmen hiç bitmeyen bir kavganın erleri gibidirler. Onlar nesilden nesle ortaya çıkıp, Cumhuriyet tarihini benliklerinde birleştiren iki kahramandır.

Buna ek olarak Yusuf’un kayıp babası İhtiyar şairin elindeki kitapta yer alan hikâye ile metne katılır. Bu andan itibaren olaylar yitik bir devrimci olan Oğuz’un hayatına odaklanır ve yol boyunca mola verilen istasyonlarda ülkenin dört bir yanında patlayan bombaların, önemli şahsiyetlere düzenlenen suikastların haberleri yayılır.

Kendilerini o vakitler bir ihtimal olan devrime adayan birkaç kuşağın, Oğuz’un Canan’ın, Adnan, Şadi ve diğerlerinin İstanbul’un gecekondu mahallelerinde, Doğu’nun dağlarında, İsmail gibi işkencecilerin ellerinde sönüp giden hayatlarını, parçalanmış bir bilincin içerisinden yansıtan Uyurkulak, Tol romanında zaman zaman yaşanan şiddeti de olduğu gibi yansıtmaktan çekinmemiştir.

Tol, siyasî ve toplumsal olayları, onların mağduru kitlelerin perspektifinden aktarırken, mekân da doğal olarak yoksul mahallelerden, yetimhanelerden, bitirimlerin kol gezdiği meyhane ve randevu evlerinden seçilmiştir. Böylelikle o çok alışılan Beyoğlu manzaralarından ve küçük burjuvaların entelektüel sorunlarından uzaklaşılmış, arka mahalleye göz atılmıştır.
Ölmeye Yatmak – Tahlili

Ölmeye Yatmak – Tahlili


Edebiyat dünyasına girdikten sonra uzun süre tiyatro türünde eser veren Adalet Ağaoğlu, yetmişli yılların başlarında roman türüne yönelir ve yaklaşık üç yıllık bir çabanın sonunda ilk romanı Ölmeye Yatmak’’ı yayımlar. Kimi eleştirmenin başarılı kimi eleştirmenin de başarısız bulduğu  bu ilk denemede Adalet Ağaoğlu, bir süreci -1930 ila 1968 yılları arasını-  merkeze alır ve özellikle “Batıcı Cumhuriyet ideolojisinin temellendirilmeye çalışıldığı yıllarda eğitim görmüş, bu ideoloji ile getirilmek istenen dönüşümler karşısında köylü ya da küçük kasabalı ailelerin geleneksel yaşam üsluplarını değiştirmemekte direnmelerinden doğan çelişkileri yaşamış bir kuşağın” romanını verir.

Ölmeye Yatmak - Kurgu


Bir kuşağın romanını veren Ölmeye Yatmak, Adalet Ağaoğlu’nun en hacimli -üç yüz on altı sayfa- romanıdır. Roman, romen rakamıyla işaretli on üç ana bölümle bu bölümlere yerleştirilmiş başlıklı yirmi üç ara bölümden meydana gelir. Bunlardan ilki hâlihazır/şimdiki zaman; ikincisi ise art zaman/geçmiş zaman üzerine kurulmuşlardır. Bu husus, söz konusu bölümlerde açık bir biçimde görülür. Romen rakamıyla işaretli ana bölümlerde okuyucu, romanın baş kahramanı ve sosyoloji doçenti Aysel Dereli’nin bir otel odasına gelerek ölmeye yatmasıyla birlikte başlayan hesaplaşma sürecini izler. Bu hesaplaşma sürecini burada başlangıcı ile sonunu dikkate alarak şu şekilde ifade edebiliriz: Bir üniversitede öğretim üyesi olan Aysel, özgürleşme adına birkaç ay önce öğrencisi Engin’le yasak bir ilişkiye girer. Aysel, özgür bir kadın olduğunu ispat etmek için böyle bir ilişkiye girer girmesine ama bu ilişki, onu aynı zamanda içinden çıkılmaz birtakım çatışmaların da içine sürükler. Zamanla daha da yoğunluk kazanan bu çatışmalar, onu kaçınılmaz sona götürür ve 1968 Nisan’ında sabah erken saatlerde karışık bir zihinle evden çıkarak bir otele gelir. Bir oda kiralar ve bu odada çırılçıplak soyunarak ölmeye yatar. Bu yatışla birlikte Aysel, kendi kimliğini bütünleyen tüm tarihiyle amansız bir mücadeleye girerek hesaplaşmaya başlar. Bir saat yirmi yedi dakika süren bu hesaplaşma sonunda ise, özgür birey/kendi olma bilinci ve kararlılığıyla ölmeye yattığı yataktan kalkar; yıkanır; giyinir ve tekrar dış dünyaya döner.

Bu anlatımlar gösteriyor ki, romanın yaklaşık dörtte birlik kısmını oluşturan bu bölümlerde klasik metinlerde görülen tarzda izlenebilir veya hareket üzerine kurulu belli bir olay yoktur. Bunun aksine burada aydın bir kadının, Aysel’in hesaplaşmaları söz konusudur. Okuyucu, ilk andan son âna kadar bu hesaplaşmalar ve ara ara dikkate yansıyan birkaç ay öncesine ait yaşantıları okur. Bu okumalarda bir öğe, kendini iyiden iyiye hissettirir: Merak. Bu, daha ilk sayfalarda beliren bir öğedir: “Köşedeki yatağı açtım. Çırılçıplak içine girdim; ölmeye yattım. [...]. Ölüm bazan o denli çabuk gelmiyor. Ölümle savaşmak gerekiyor.” (s.5) Ölüm veya intiharla birlikte kendini hissettiren bu öğe, ilerleyen sayfalarda aynı çerçevede giderek daha güçlü hâle geliyor: “Ölmüş olduğum kimsenin aklına gelmez. Sekreter belki eve telefon eder. sonra, daha sonraki günler ne olur? Hiç öğrenemeyeceğim nasıl olsa? Burada yatıyorum işte. Ölümün tamamlanmasını bekliyorum.”(s.21) Ana bölümlere egemen olan bu öğe, hâliyle okuyucuyu peşine takar: Gerçekten de Aysel, söylediği gibi kendini öldürecek veya intihar edecek mi? O, bunu ancak romanın son sayfasına geldiğinde öğrenebilir. Bu, şüphe yok ki okuyucunun ilgisini artıran bir öğedir ve onu ilk andan son âna kadar metne ram eder.

Merak öğesinin egemen olduğu bölümleri takip eden başlıklı yirmi üç ara bölümde ise romanın ana gövdesi yer alır. Art zaman üzerine kurulu bu ana gövde, esas olarak iki çizgide gelişen olaylarla/durumlarla vücut bulur. Bunların ilkinde okuyucu, Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinin siyasal, toplumsal, ekonomik ve kültürel alanlardaki gelişmeleri ve çarpıklıklarını izler. Milli Şefle Menderes dönemlerini içine alan bu çizgide kısaca şu olaylar/durumlar yer alır: İnönü’nün iktidarda olduğu yıllarda dış dünyada II. Dünya Savaşı bütün şiddetiyle sürmektedir. Türkiye, savaşa hiçbir surette katılmak istememektedir. Tarafsızlık ilkesiyle kendi geleceğini tayin etmeye çalışmaktadır. Ancak sürmekte olan savaş, ülkeyi ekonomik bakımdan ciddi bir biçimde etkilemektedir. Bu savaşın yansımaları ile ülke yöneticilerinin uygulamaları aynı zamanda halkı perişan hâle sürüklemektedir. Ülkede ekmek, un, şeker, gaz gibi temel ihtiyaçlar bulunamamaktadır. Halk, karneye bağlanmış olan bu ihtiyaçları güç bela elde edebilmektedir. Bu manzaraya karşın küçük bir kesim son derece rahat bir biçimde yaşamaktadır. Temel ihtiyaçların sağlanamadığı bu sıralarda ayrıcalıklı kesim, yurt dışından gelen kumaşlarla elbiseler diktirebilmekte; her tür temel gıda ihtiyacını karşılayabilmekte; lüks mekânlarda eğlenebilmektedir. Bunlarla birlikte savaş şartlarından yararlanmaya kalkan kişiler ceplerini doldurmaktadırlar. Bazı kötü niyetli yetkililerle temasa geçen bu kişiler, temel ihtiyaçları tek elde toplamakta; karaborsa yoluyla büyük vurgunlar yapmaktadırlar. Çok etkili olmasa da hükümet, bunlarla mücadele etmektedir. Hem bu köşe dönücülere, hem de varlık vergisi ödemeyen mükelleflere bazı cezalar uygulamaktadır. Bunları, Aşkale’ye sürgüne göndermektedir.

Milli Şef Dönemini takip eden Demokrat Parti yılları ile 27 Mayıs süreci ise, bu çizgide son derece kısa bir biçimde verilir. “Demokrat Parti’nin iktidar yılları, 27 Mayıs ihtilali, Adalet Partisi’nin kuruluşu ve seçimi kazanması, C.H.P.’nin yönetimini anlatan bölümler kadar”  ayrıntılı değildir.

Bu ilk çizgi, açıkça görüldüğü gibi panoramiktir. Bu çizgide yazar, bir sürecin panoramasını eleştirel bir dille dikkate sunar. Ana gövdede yer alan ikinci çizgide ise, esas olan noktalara yani bu süreçten geçen eski ve yeni kuşaklara yönelir. Böylece bir tarafta eski kuşağın yeni rejim karşısındaki bocalamaları ve çelişkilerini öte tarafta ise Cumhuriyetin ilk yıllarında dünyaya gelen yeni kuşağın aile, çevre ve özellikle eğitim sürecinde yaşadıklarını sunar. Eski kuşağın dramının da izlendiği bu çizgide yazar, hiç şüphe yok ki tüm dikkatini yeni kuşağın inşa sürecine çevirir ve Cumhuriyet ideolojisinin kendi kuşağını nasıl yarattığını sunar. Bu sunumu farklı kültür tabakalarına mensup çocukları, ilk öğrenimlerinden yüksek öğrenimlerine kadarki süreci aşama aşama takip ederek yapar: Köye ve kente mensup zengin-fakir aile çocuklarından Aysel, Ali, Aydın, Sevil, Ertürk, Namık, Hasip... Ankara’ya yakın bir ilçede öğrenim hayatlarına başlarlar. Öğrenim hayatlarının ilk basamağında bu çocuklar yeni rejimin gerekleri doğrultusunda idealistçe yetiştirilmeye çalışılırlar. Bir müddet sonra da bu okuldan mezun olurlar ve çeşitli okullara dağılırlar.

Bunlardan bir üst okula gitmek, öğrenimini sürdürmek isteyen Aysel, öğrenim hayatının hemen her aşamasında ailesi tarafından engellenir. Ancak o, önüne çıkarılan her engeli çeşitli şekillerde aşarak orta okulu, liseyi ve üniversiteyi tamamlar. Bu süreçte bir ara eğitim amacıyla Paris’e de giden Aysel, sonunda Cumhuriyet ideolojisinin istediği gibi aydın bir Türk kadını olarak bir üniversitede öğretim üyesi olarak göreve başlar. Ancak o, daha önce de işaret edildiği gibi iç dünyasında birtakım çelişkileri derinden yaşamaya başlar. Bunun üzerine kendi tarihiyle hesaplaşmak üzere bir otelde ölmeye yatar. Maddi imkânsızlıklar içerisinde ilkokulu tamamlayan köylü çocuğu Ali, ilk okuldan sonra bir süre bir üst okula gidemez. Bu durumu tesadüf eseri öğrenen Dündar Öğretmen, onun köyde harcanmasına gönlü razı olmaz. Onu bir üst okula göndermenin yollarını arar. Sonuçta ona bir iş bulur. Ali, bir otelde hem çalışır, hem de Sanat Okulu’na devam eder. Okulu bitirdikten sonra Ankara Rodyosu’nda işe girer.

Sanat Okulu’nda okurken zihni dönüşüm içerisine giren ve zamanla komünist olan Ali, çalıştığı kurumda rahat yüzü göremez. Bu yüzden Radyoevi’ndeki işinden ayrılır. Kendine bir çanta edinir ve evden eve tamir işlerine gider. Hayatını bu şekilde kazanır. İlçe kaymakamının oğlu olan Aydın, ilkokuldan sonra Galatasaray’a girer. Orta kısmı pekiyi ile bitirir. Daha sonra Ankara’ya dönerek Gazi Lisesi’ne devam eder. Buradan mezun olduktan sonra üniversite öğrenimini de tamamlayan Aydın, dışişlerinde görev alır. 27 Mayıs İhtilali’nden sonra “Peşte’deki kâtipliğinden geri”(s.309) çekilerek Ankara’da beklemeye alınır. Bunun üzerine görevinden istifa eder ve “İstanbul’da tümen tümen sol yayınlar basan bir yayınevi”(s.228) kurar. Ertürk, Bursa Askeri Lisesi’ni tamamlayarak rütbeli bir asker olur; Kore’ye gider savaşır ve ülkeye bir gazi olarak döner. Döndükten sonra da aldığı eğitim doğrultusunda çalışmalarını sürdürür. Farklı düşünceli kişilere göz açtırmaz. İlçe ilkokulunda tanıdığımız diğer çocuklardan Hasip, “mikrofonlu hoca” olur; “Vatan Cephesine bol üye” (s.308) bulur. Sanatla içli dışlı büyüyen savcı kızı Sevil, “sanat çevrelerinde adı”(s.308) geçen biri konumuna yükselir. Namık ise, “önemli bir bankanın önemli bir koltuğuna”(s.308) oturur. “Tarım kredisi alıp işhanı yaptıranlarla Gar Gazinosu’nda yemek”(308) yiyerek eğlenmesine bakar.

Görüldüğü üzere bu ikinci çizgide klasik anlamda tek bir kişi etrafında gelişen ve çatışmalar üzerine kurulu büyük bir olay yoktur. Aksine bu çizgide çatışmalardan uzak küçük olay parçaları söz konusudur. Anlatımını yaptığımız parçalarda bunu açıkça görmek mümkündür. Dikkat edilirse burada şahıs kadrosunda yer alan kişiler sadece ilk aşamalarda yani ilköğrenimleri esnasında karşı karşıya gelirler. Bunun dışında kalan noktalarda ise neredeyse bir arada bulunmazlar. Her birinin hayatı ayrı mekânlarda cereyan eder. Dolayısıyla bu da az önce işaret ettiğimiz hususun ortaya çıkmasına imkân vermez.

Şu ana kadar ana ve başlıklı ara bölümleri merkeze alarak romanın nasıl kurulduğunu göstermeye çalıştık. Bu noktada işaret ettiğimiz kısımları bir bütün olarak ele aldığımızda kısaca şunları söyleyebiliriz: Bu roman esas olarak iki ayrı düzlem üzerine kurulmuştur. Bunların ilkinde yoğun olarak bir sürecin görüntüsü ile bu süreç içerisindeki bireylerin ve de özellikle yetişmekte/yetiştirilmekte olan bireylerin aile çevre ve okul üçgenindeki yaşantıları sergilenmiştir ki, burada bir süreç bütün yönleriyle izlenir. Bu özellikten hareketle burada şunu söylemek mümkündür: Bu düzlem bir sonraki düzlemi açıklamakla ya da daha anlaşılır kılmakla yükümlüdür. Nitekim okuyucu bu düzlemde anlatılanları okumadan Aysel’in hangi sebeplerden dolayı ölmeye yattığını gerçek manada kavrayamaz. Çünkü Aysel’i bütünleyen tarih bu düzlemde ifadesini bulur. Buna karşılık ikinci düzlemde ise bu süreçten geçerek yetişen aydın bir Türk kadınının içine düştüğü çıkmazlar ve bunlardan kurtulma çabaları sunulmuştur.

Bunlarla birlikte bu romanda klasik anlamda dört başı mamur bir olayla karşılaşmıyoruz. Söz konusu düzlemlerin anlatımında da vurgulandığı gibi yazar burada sürükleyici büyük olaylardan ziyade küçük olay parçalarına daha doğru bir ifade ile durumlara/kesitlere yer verir.

Ölmeye Yatmak  -  Zaman


Kurgu ile ilgili anlatımlarda da görüldüğü gibi bu romanda esas olarak iki ayrı zaman söz konusudur: Hâlihazır/şimdiki zaman ve art zaman/geçmiş. Bunlardan birincisi/hâlihazır, ana bölümlerde sosyoloji doçenti olarak karşımıza çıkan Aysel Dereli’nin bir otele gelerek ölmeye yatması ile son noktada ölmekten vazgeçerek otelden ayrılması arasında geçen/akan süreyi işaret eder. Bu süre, son derece kısadır: Bir saat yirmi yedi dakika. Bu kısa sürenin saat cinsinden başlangıç noktası, yedi yirmi ikidir. Birinci bölümünün sağ üst köşesinde yer alan şu ibare/ya da saat bunu açıkça gösterir: “Saat 07.22”(s.5). Birinci bölümün sağ üst köşesinde gördüğümüz bu ibare, her bölüm başında akış hâlindeki zamanı verecek şekilde değişir. Örneklemek gerekirse, bu ibare, ikinci bölümde yedi yirmi sekiz; üçüncü bölümde yedi otuz altı; dördüncü bölümde yedi kırk iki; beşinci bölümde yedi elli beş olur. Bu durum, son bölüme kadar değişerek devam eder. On üçüncü bölümde ise sürenin son noktasını görürüz: “Saat 08. 49”(s.311). İşte ilkiyle birlikte bu son işaret, bize otel odasında geçen bir saat yirmi yedi dakikalık süreyi gösterir.

Bu süre aslında Aysel’in iç konuşmalarında da yaklaşık olarak dışa yansır. Bu yansımanın ilk parçasını romanın başında görüyoruz: “Bakmadım ama, saat yedi buçuk falandır. Aşağıda otele kaydımı yapan delikanlıdan duydum sanıyorum.”(s.5) Aysel bunu “Saat 07.22” ibaresinin yer aldığı sayfada söyler. Bunu başka bir yerde şu cümle ile destekler: “Zaten sabah saat sekize doğru ölmeye yatacağımı da bilmiyordum.”(s.40) Sabah sekizden önce otele gelerek ölmeye yatan Aysel, “Saat 08.31” ibaresinin yer aldığı dokuzuncu bölümde artık zamanı merak eder ve çantasının içindeki saate bakar: “Sekizi on geçiyor. Sabah mı, akşam mı? Durmuş mu yoksa? Kulağımı dayıyorum. Saatin yüreğini dinliyorum. Durmuş. Evet.”(s.227) Romanın son kısmında ise Aysel, başta ifade ettiğimiz süreyi yine yaklaşık olarak duyurur. Ama bu duyuruyu bu sefer telefonda görüştüğü arkadaşından öğrenerek yapar: “Matbaadan çıkıp, bir sabahı yürüyüp bu odaya gireli sadece iki saat kadar olmuş. Zamanı, Aydın’dan öğrendim.”(s.312) Bu iki saatlik süreye Aysel, dikkat edilirse otel dışındaki yürümeyi de katar. Bu fazlalığı hesaba katmazsak sürenin, bölümlerin sağ üst köşesinde ifade edilen toplam süre ile aynı olduğunu görürüz.

Bu kısa sürede Aysel, bize büyük oranda hâl içindeki durumunu/psikoloj isini aktarır. Ancak o, bunun yanında zaman zaman hatırlamalar ve çağrışımlar yoluyla da geriye döner. Böylece romanın dokusuna ikinci bir zaman düzlemi/art zaman katılmış olur. Biraz sonra üzerinde duracağımız asıl art zamandan farklı olan bu zaman düzlemi hâlden yaklaşık olarak üç ay öncesine kadar uzanır. Okuyucu bu düzlemde yine ölmeye yatan Aysel’in son üç ay zarfında yaşadıklarını okur.

Hâlde akan bu kısa süre ile bu süre içine yerleşen üç aylık art zaman düzleminin hangi tarih içine düştüğünü romanda açıkça görürüz. Aysel, bunu otel odasında sabaha doğru yolda gördüklerini anlatırken ifade eder: “Bitirilmiş mezar taşlarından birinin üstünü okudum: Celal oğlu Timur Yurdaer-1943-1968. Küçücük bir mezar taşıydı zaten. Yirmi dört yaşında ölenin başına dikilecek. Celal Bey bugün gelip alır onu.”(s.40) İşaret ettiğimiz gibi Aysel henüz dikilmemiş bu mezar taşını otele gelirken yolda görür. Bu da bize içinde bulunulan tarihin 1968 yılı olduğunu gösterir. Bu tarih, muhtelif sayfalarda sosyal zamana yapılan atıflarla da uyumluluk içindedir. Mesela altmış sekiz kuşağı ile ilgili göndermeler /işaretler bunu teyit eder.

Romanın ilk zaman düzlemiyle ilgili bu anlatımları toparlayacak olursak kısaca şunları söyleyebiliriz: Aysel, 1968 yılının “puslu Nisan sabahı”nın(s.317) yedi yirmi ikisinde otele gelir ve burada bir saat yirmi yedi dakika kaldıktan sonra sekiz kırk dokuzda otelden çıkar. Bu süre zarfında bize yoğun olarak kendi iç dünyasını sunar. Bunun yanında zaman zaman geriye döner ve geçmişte yaşadığı bazı hadiseleri aktarır.

Zaman meselesini ele almaya başlarken işaret ettiğimiz ikinci düzleme/geçmiş zamana gelince: Başlıklı ara bölümlerdeki olayları/durumları bünyesinde taşıyan bu zaman düzlemi son derece uzundur. Bunun başlangıç noktası 1938 yılıdır. Dündar Öğretmen’in yıl sonu mezuniyet törenindeki konuşması bunu açıkça gösterir:

“Okulumuz, büyüklerimizin izinde aylardır bu büyük, bu manalı güne hazırlandı. İlk mezunlarımızı verdiğimiz şu günlerde, üçüncü ve dördüncü sınıftaki arkadaşlarının da katılmasıyle, irfan ordumuzda yerlerini almış bulunan öğrencilerimizle sizlere bu müsamereyi hazırladık. Biz, bu müsamereyi Cumhuriyetimizin 13. ve 14. yıldönümlerinde de yapmayı çok istemiştik. Geçirdiğimiz 23 Nisan ve 19 Mayıs Bayramlarımızda yapalım dedik. Kısmet bugüneymiş .”(s.14)

Bu alıntı, bize başlıklı ara bölümlerdeki/ana gövdedeki olayların/durumların asıl başlangıç noktasının 1938 yılı olduğunu gösterir.  Atatürk’ün ölüm yılını işaretleyen bu başlangıcın sonu ise “60 Devrimi ”nin(s. 3 09) kısa bir süre sonrasıdır: “Devrim sabahı Aysel, Atatürk Bulvarı’na fırlayıp subaylara gülücükler ve üç kilo pasta dağıttı.”(s.309) Bu cümle, ana gövdeyi meydana getiren kısmın son sayfasında yer alır. Buna göre bu noktada şunu söyleyebiliriz: Ana gövdedeki zamanın uzunluğu, yaklaşık olarak yirmi iki yıldır. Kurgu meselesini ele alırken işaret ettiğimiz yaşantıları üzerinde taşıyan bu yirmi iki yılı, romanda adım adım izleriz. Anlatılanların hangi yılda, ayda ve günde yaşandığını yazar, ya direkt olarak ya sosyal zamana göndermeler yaparak ya da başka yollara başvurarak duyurur. Mesela ayrı yerlerden cümle seviyesinde yaptığımız şu alıntılar, bize hangi tarihten/veya tarihlerden geçmekte olduğumuzu açıkça gösterirler:

“Hatay hür olmuştur. Hatay Millet Meclisi ertesi gün toplanacaktır.”(s.24) “Ne zamandan beri harp olacakmış diyorlardı. Neyse, olmayacakmış. Bugün tarih hocamız söyledi.'”(s.34) “Hem Ulu Önder’imizin ölümüne, hem kendi kaderime. Orada, okulda olsaydım, ben de herkesle birlikte ağlardım.”(s.50) “Gerçi patlayan bu harp büyüklerimizin sayesinde, bize hiç ulaşamazmış.' (s.63) “Hem Ulu Önder’imizin ölümünün birinci senesi.”(s.70) “İkinci Amerikan atom bombası 250 bin nüfuslu Japon hava üssü Nagasaki’de patlatılmıştır. Yirmi dört saate varmadan da Japonlar teslim olmuşlardır. Dünya savaşı son bulmuştur.”(s.266) “8 Ocakta DP’nin ilk büyük kongresi açıldı.”(s.288) “Çok geçmedi. DP kahir ekseriyetle iktidarı aldı.”(s.308)

‘Hatay’ın hür olması’, ‘Atatürk’ün ölmesi’, ‘İkinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesi’, ‘Ulu Önder’in ölümünün birinci senesini doldurması’, ‘atom bombasının ardından savaşın sona ermesi’ ve ‘ilk büyük kongresinden sonra DP’nin seçimleri kazanarak iktidarı alması’... Örnek olması bakımından aldığımız bu alıntılarda/cümlelerde karşımıza çıkan göndermeler, hiç şüphe yok ki bize geçilmekte olan yılları açıkça duyururlar. Bunun yanında romanda yer alan başka işaretler ise hem söz konusu kişiler etrafında gelişen olayların/durumların hangi günlerde ve aylarda yaşandığını hem de bu olaylar arasında zaman bakımından ne kadarlık boşlukların/atlamaların olduğunu da gösterirler. Romanda muhtelif sayfalarda karşımıza çıkan bu ve benzeri işaretler, bize söz konusu hususu açıkça gösterirler: ‘okuldan çıkınca’, ‘ertesi sabah’, ‘iki gün sonra’, ‘dün’, ‘Ocak ayının bir Pazar günü’, ‘geçen yıldan bu yana’, ‘yazın son günleri’, ‘yeni yılın ilk günü’, ‘hava karardıktan epey sonra’, ‘öğleden sonra’, ‘bugün”, ‘üç gün sonra’, ‘ertesi gün öğle tatilinde’ ve benzeri.

Çeşitli yönleriyle üzerinde durduğumuz bu zaman düzlemi, görüldüğü gibi 1938 yılından hareket ediyor; adım adım belli tarihlerden geçiyor ve 27 Mayıs’ın biraz sonrasında kesintiye uğruyor. Kesintiye uğrayan bu tarihe kadar okuyucu hem devrin siyasal, toplumsal ve ekonomik gelişmelerini hem de eski ve yeni kuşağın rejim karşısındaki durumunu izliyor.

Bununla birlikte burada ilk ve ikinci zaman düzlemleri ile olarak şu noktayı da eklemek gerekiyor: Art zaman düzlemi, her ne kadar 1938 yılından hareket ediyor ve 27 Mayıs’ın kısa bir süre sonrasında kesintiye uğruyor ise de bu zaman düzlemi, sonuç olarak ana bölümlerde karşımıza çıkan zamana/hâle bağlıdır. Bu itibarla burada romanın 1938 yılından 1968 yılına kadar olan zamanı bünyesinde taşıdığını söyleyebiliriz. Ancak bunu söylerken şu noktayı da gözden ırak etmiyoruz: İlk zaman düzleminin kesintiye uğradığı nokta ile ikinci zaman düzleminin başladığı nokta arasında yaklaşık olarak sekiz yıllık bir boşluk doğuyor. Araya giren bu zamanı yazar, romanda hiçbir surette anlatmıyor. Zamanın kesintiye uğradığı noktadan direkt olarak başka noktaya atlıyor.

Ölmeye Yatmak - Mekân


Bu iki zaman düzlemi, esas olarak romanın mekân unsurunu da belirler. Bu itibarla romanın mekân unsurunu söz konusu zaman düzlemleri ekseninde ele almak yerinde olacaktır.

Ölmeye Yatmak romanının ilk zaman düzleminde okuyucu, ilk andan son ana kadar dar/kapalı bir mekânla karşı karşıya gelir. Bu mekân, adı belirtilmeyen bir otelin on altıncı katında yer alan bir otel odasıdır. Romanı okumaya başladığımız ilk satırlarda bunu açıkça görürüz: “Asansörle tam on altı kat çıktık. On altıncı katta indik. Bana odayı gösterecek oğlanın peşinden yürüyorum. Kısa bir koridor geçti. Bir odanın önünde durdu. Ben de durdum. Kapıyı açtı, içeri girdik.”(s. 5) İşte Aysel’in iç konuşmalarından tanımaya başladığımız bu oda, dar zaman düzleminin kapalı mekânıdır. Bu mekân, Aysel’in ölmeye yatmasıyla kalkması arasındaki sürede esastır; değişmez.

Aysel’in ölmeye yattığı bu otel odasını romanda bütün ayrıntılarıyla göremeyiz. Bu oda ancak ana hatlarıyla karşımıza çıkar; o kadar. Bunu, romanın muhtelif sayfalarında açıkça görürüz. Mesela romanın ilk sayfalarında yer alan şu cümleler odaya ilişkin ilk görüntüleri sunarlar: “Perdeler sıkı sıkıya kapalı. [...]. Bütün ışıkları söndürdüm.”(s.5) Bu iki cümle bize odanın perdelerle sıkı sıkıya kapalı ve karanlık olduğunu gösterir. İlerleyen sayfalarda ise bu odayı biraz daha yakından tanır gibiyiz; ancak bu tanıma yine genel esasa bağlıdır: “[K]oyu yeşil perdeli, alçak yuvarlak masalı, kareleri renk renk bir battaniyenin üstünde karman çorman durduğu bir yatağı olan, yatağın baş ucunda da bir telefonuyla tahta oturaklı bir gece lambası bulunan yarı aydınlık bir oda”(s.271) İşte romanın kapalı mekânını dikkate sunan cümleler bunlardan ibarettir. Bunların dışında fazla bir şeye tesadüf etmeyiz.

Hususiyetlerini çok az tanıdığımız bu oda ya da geniş anlamıyla bu otel nerededir? Hangi kentin hangi ilçesindedir? Romanda bu otelin Ankara’da olduğunu öğreniriz. Bunu, Aysel açıkça ortaya koyar: “Şimdi kalksam, koyu yeşil perdeleri ardına dek sıyırsam, çıplak gövdemin önüne serilmiş Başkent’i göreceğim.”(s.97) Bu cümle otelin Ankara’da olduğunu gösterir; ancak muhitini ve adını vermez. Bu belirsizlik, Aysel’in şu konuşmasında daha açık bir şekilde görülür: “Nereye bakıyor bu Brezilyalı pencere? Kaleye mi? Gençlik Parkı’na mı? Bir uçtan epoletli Çankaya’ya, öte uçtan eski, soylu ve ucuz Etlik’e mi? Cebeci Mezarlığı’na mı yoksa? Yoksa, Nil Bar’a mı? Belki de Roma Hamamı’na. Hangi otel bu?’’

Anlatımlardan da anlaşılacağı gibi bu zaman düzleminde mekân çok önemli yer işgal etmez. Buna karşı romanın ikinci zaman düzleminde ise bu yapının büyük oranda değiştiğini görürüz. Her şeyden önce bu düzlemde mekân öncekinin aksine sabit olma hususiyetini kaybeder. Buna bağlı olarak da kapalı ve açık mekânlarda sayı bakımından ciddi bir artış meydana gelir. Az önceki ayırımdan yola çıkarak bunların dökümünü şu şekilde verebiliriz. Kapalı mekânlar: “[E]ski Ermeni evinden bozma bir okul”(s.6), İstanbul Galatasaray Lisesi(s.31), “Etnoğrafya Müzesi”(s.52), “Kutlu Lokantası”(s.52), “Ankara Palas ile Kapriç Şehir Lokantası”(s.53), Hergele Meydanı’ndaki “eski ahşap otel”(s.80), “Erkek Sanat Okulu”(s.80), “Büyükada’daki Tilla Pastanesi”(s.99), “Bursa Askeri Lisesi”(s.112), “Gazi Lisesi”(s.171), Aysel’in           öğrencisi          “Engin’in odası”(s.196),         “Bursa Hüsnügüzel Kaplıcaları”(s.267) ve benzeri. Bir kısmının adlarını verdiğimiz bu mekânların birkaçı -mesela çocukların ilk öğrenimlerine başladıkları okul, Ali’nin kaldığı otel ve özellikle Engin’in odası- hariç romanda neredeyse sadece ismen geçerler. Bunların uzun boylu tasvirleri ile insanla münasebetleri hemen hemen yok gibidir.

Kapalı mekânlarda ismen müşahede ettiğimiz bu yoğunluğu, benzer şekilde açık mekânlarda da gözlemleriz. Bu mekânlar, öncekinde olduğu gibi sadece olaylara sahne olma işleviyle karşımıza çıkarlar. Bunlarda da tasvir ve benzeri hususlar, söz konusu değildir. İleride görüleceği gibi yazar açık mekânları sadece ismen anar. Bu anışta özellikle Ankara’yı semtleri, mahalleleri, meydanları, sokakları, caddeleri ile baştan sona dolaşır; hemen her noktaya girer ve çıkarız. Bu nokta, son derece dikkat çekicidir. Romanın muhtelif sayfalarından yaptığımız bu seçme, işaret ettiğimiz noktayı açıkça teyit eder: “Cebeci’de, Tıp Fakültesi Hastanesi’ne çıkan yokuşun üstü”(s.39), “Sıhhiye’de, tren üstgeçidinin altı”(s.40), “Gazi Çiftliği”(s.44), “Mezar taşçılarının orada”(s.59), “Ulus Meydanı”(s.60), “Işıklar Caddesi”, İsmetpaşa Mahallesi”(s.62), “Hergele Meydanı”(s.80), “Posta Caddesi”(s.119), İsmat İnönü Caddesi üstü”(s.135), “Yenişehir Pazarı”(s.167), Atatürk Caddesi(s.204), “Gençlik Parkı”(s.225), “Dil Tarih’in arkası”(s.236), “Hacettepe Parkı”(s.259) ve benzeri. Bu örneklemeleri burada daha da arttırmak mümkündür. Ancak örnekleri arttırmak işaret ettiğimiz gerçeği değiştirmez; aksine onu daha da güçlendirir.

Çeşitli yönleriyle üzerinde durduğumuz açık ve kapalı mekânların geniş anlamdaki coğrafyasını ise şu şekilde sıralayabiliriz: Ankara, İstanbul, Bursa, Paris, Adapazarı. Daha önceki anlatımlardan da anlaşılacağı gibi bunlardan Ankara, esas olan mekândır. Romandaki yaşantıların büyük kısmı bu ilde cereyan eder.

Ölmeye Yatmak - Anlatıcı ve Anlatım Teknikleri


Anlatma esasına dayalı türlerden romanın en temel unsurlarından biri, hiç şüphe yok ki anlatıcı ve anlatım tekniğidir. Ölmeye Yatmak, anlatıcı ve anlatım tekniği bakımından son derece zengin bir romandır. Anlatıcı ve anlatım tekniğine ilişkin şu sıralama söz konusu hususu açıkça gösterir: Yazar anlatıcı, iç konuşma, bilinç akışı, hatıra/anı, mektup ve montaj tekniği. Baştan beri üzerinde durduğumuz tüm unsurlarının okuyucuya ulaşmasını sağlayan bu vasıtalar, romanda belli seviyelerde görev üstlenirler.

Anlatım noktasında ilk sırayı yazar anlatıcı işgal eder. Yazar anlatıcı, romanda başlıklı ara bölümlerde karşımıza çıkar ve romanın yaklaşık beşte birlik kısmını takdim eder. Bu takdimde onda genel olarak şu özellikler belirir: Görev üstlendiği kısımlarda zaman zaman geriye döner ve geçmişte yaşanan durumları aktarır. Bu noktada o, büyük oranda klasik anlatıcı figürü gibidir. İstediği an geriye döner ve gerekli olan bilgileri romanın dokusuna katar. Öğrencilerin müsamerelerinin anlatıldığı ilk kısımlardan yaptığımız şu alıntı bunu örnekler: “Aysel’e yakası kürklü bir manto bulunamamıştı. Bulunan, Ertürk’ün ninesi Zişan Hanım’ın gelinliğinden kalma, parlak siyah kadife bir mantoydu. Ama Zişan Hanım o sıralar bir yetmiş boyunda, doksan iki kilo ağırlığındaymış. İşte bu pürtüklü kadife manto, Aysel’in üstünde bütün hoşgörülere karşı direndiği için, yeniden bohçalanıp Zişan Hanım’ın sandığına kalktı.”(s.18)

Geçmişe dönerek gerekli aktarmalarda bulunan yazar anlatıcı, aynı zamanda akış hâlindeki zamana yoğun bir biçimde odaklanır ve bu düzlemde cereyan eden tüm olayları/durumları aktarır. Bu aktarmada okuyucu görmeye, işitmeye ve koklamaya ilişkin durumları ayrıntılı bir şekilde izler. Ayrı sayfalardan aldığımız şu iki parça, işaret ettiğimiz durumu örnekler:

“Perdenin gerisinde çocuklar itişip kakışıyorlardı. Toz, yağ, sirke, sidik ve bitotu karışımı bir koku. Okulun her günkü alışılmış kokusunun az daha yoğunu.” [...] “Derken, bordo keten perdenin ardında bir kıpırdanma. Sonra bir sessizlik. Bir ara Öğretmen Dündar’ın maşalanmış saçları perdenin aralığından püskürdü. Bir kolu, birini itti. Öteki kolu, aralık perdeyi birleştirdi. Yeni bir sessizlik. Perdenin alt ucu da kısa kalmıştı. Bu yüzden Öğretmen Dündar’ın ordan oraya koşan kahverengi-beyaz papuçları izlenebiliyordu. Çocukların, sarı, siyah, lastik, kösele, potin, kundura; eski-yeni; birbirini tutmaz papuçları da...”(s.6-11)

İşaret ettiğimiz durumu örnekleyen bu parçada da görüldüğü gibi yazar anlatıcı salonu sadece görme, işitme ve koklama duyularıyla müşahede etmiş ve bunları direkt olarak yansıtmıştır. Bu yansıtmada o, kendi duygu ve düşüncelerine yer vermemiş; yorumlara girmemiştir. Sadece olaylan/durumlan yalın bir biçimde aks ettirmiştir. Alıntıda gördüğümüz bu özelliği/tavrı yazar anlatıcı aynı zamanda romanın bütününde de büyük oranda muhafaza eder. Geneli dikkate aldığımızda o, gerçekten de çok az yerde duygu ve düşüncelerine yer verir; aktardığı olayları/durumları yorumlar. Bu, onun en belirgin özelliğidir.

Bu özelliklerin yanında yazar anlatıcı ayrıca hâl ve hareketlerini adım adım izlediği kahramanların iç dünyalarına girer ve bunların dünyalarında geçenleri takdim eder. Bunları genellikle ‘içinden düşündü’, ‘aklından geçirdi’, ‘diyecek oldu’, ‘dedi içinden’ gibi ibarelerle yapar. Mesela şu kısa alıntı bu duruma iyi bir örnektir: “Hem de, dedi içinden, Salim Efendi’yle bu sefer de Şakir’in uğraştığını, hesaplarını kontrol etsinler diye el altından hükümet adamlarına haberler saldığını, istidalar yolladığını da söyleyeceğim İlhan abiye.”(s. 123-124)

Bu romanda yazar anlatıcının yanında gördüğümüz ikinci bir vasıta iç konuşma yöntemidir. Romanda bu yöntem şu bölümlerde uygulanır: Numaralı ana bölümler ve başlıklı ara bölümler. Bu bölümleri ayrı ayrı ele alarak uygulamaları kısaca gözden geçirmek gerekirse, numaralı ana bölümlerde ilk andan son ana kadar iç konuşmalarıyla merkezde olan kişi romanın baş kahramanı Aysel’dir. Bu bölümlerde Aysel, normal iç konuşmalarda olduğu gibi bilincini/zihnini okuyucuya açar ve konuşma diline yakın bir üslupla hem hâl içindeki psikolojisini/durumunu hem de bu psikolojinin anlaşılmasına katkı sağlayan yakın geçmiş yaşantılarını sunar. Bu sunumda onun son derece yoğun bir zihni faaliyet içerisinde olduğunu; sürekli olarak kendi kendisiyle hesaplaştığını ve peşi sıra sorular sorduğunu görürüz. Numaralı bölümlerden aldığımız şu alıntı, işaret ettiğimiz kimi özellikleri örnekler mahiyettedir:

“Sanırım biraz uyudum. Titremem geçmiş. Tabanlarım yanıyor. Ne kadar uyudum acaba? Yoksa hiç uyumadım mı? Saate bakmamakta direniyorum. [...].

Peki ama, ne oldu? Öğrencim gitti. Bütün gece çalıştım. Bütün gece çalıştıktan sonra evden çıktım. Neden çıktım? Yolunda giden bir evlilik. Yıllar sonra yatakta birbirine hâlâ istekle sarılan iki kafa dengi. Evliliğin bir tanımı varsa, en yalını bu olmalı. İki kişiyle bütün bir dünya kurulamayacağını da bilen üstelik. Neden çıktım evden? Matbaada işçilik eden bir öğrencimle yattım. Ama çok önceydi bu.” (s.91)

İç konuşmayı izleyen önemli bir anlatım tekniği de hatıradır. Ölmeye Yatmak’ta kırk bir sayfa tutarında üç ayrı hatıra defteri karşımıza çıkar. Bu defterlerin üçü de bir kaymakamın oğlu olan Aydın Alpdemir adlı bir öğrenciye aittir. Bu öğrencinin defterleri romanda beş ayrı bölüm içine yerleştirilmiştir

Hatıra defterlerinin yanında bu romanda karşımıza çıkan başka bir anlatım tekniği de montajdır. Başkalarına ait hazır bir metni veya herhangi bir parçayı roman dokusuna kalıp hâlinde katmak şeklinde tanımlanan bu teknik, Türk ve dünya romanlarında sıkça karşımıza çıkmaktadır. Adalet Ağaoğlu, Ölmeye Yatmak’ta “roman kahramanı Doçent Aysel’in çocukluk ve gençlik yıllarını Cumhuriyetin ilk kuşağının çocukluk ve gençlik yılları olarak işlerken o dönemi canlandırmak için montaj tekniğinden ustaca yararlanır.”  Roman kahramanlarının geçtikleri süreci tarihsel boyutlarıyla inandırıcı bir biçimde vermek amacında olan yazar, yoğun olarak Ulus gazetesine dayanır ve bu gazeteden direkt veya dolaylı alıntılar yapar. Romanın yaklaşık otuz sayfalık kısmını oluşturan bu alıntıların ilki, işaret edildiği gibi direkttir. Haber, ilan, reklam ve benzeri metin parçası herhangi bir müdahaleye uğramadan olduğu gibi montajlanır. Mesela Kızılay Cemiyeti’nin şu ilanı, işaret ettiğimiz hususu örnekler mahiyettedir: “Cemiyetimiz tarafından harp, kıtlık, muhaceret ve emsali ahvalde zuhuru muhtemel olan hastalıklarla yapılacak mücadelelerde ve bilhassa seferberlik esnasında hastanelerde Kızılay hemşirelerine yardımcı sıfatıyla çalıştırılmak üzere Ankara Numune Hastanesi’nde kurs açılacaktır.”(s.73)

Ölmeye Yatmak’ta ayrıca mektup tekniğinin de önemli bir yere sahip olduğunu görüyoruz. Bunun kanıtı numaralı ana bölümler içindeki başlıklı ara bölümlere yerleştirilen - IlI/bir adet, IV/iki adet, Vl/bir adet, VlII/bir adet, IX/altı adet, XI/bir adet- mektuplardır. Bu bölümlerde sırasıyla Semiha, Aysel, Behire, Ertürk, Emin Efendi, Namık ve Aydın tarafından kaleme alınmış/veya aldırılmış on iki mektupla karşılaşırız. Bunlardan on tanesi arkadaşlık; iki tanesi ise iş ilişkileri ekseninde yazılmıştır. Arkadaşlık ilişkileri ekseninde yazılmış olanlar, bir zamanlar aynı okulda öğrenim görmüş, birbirleriyle belli seviyelerde münasebetleri olmuş öğrencilerden Semiha, Aysel, Behire, Ertürk, Namık ve Aydın'a; iş ilişkileri ekseninde yazılmış olanlar ise aynı zamanda hemşehri olan Emin Efendi ile Salim Efendi'ye aittirler. Söz konusu kişilere ait olan bu mektuplar romanda yirmi iki sayfalık bir alanı kaplarlar ki, bu da yukarıda belirttiğimiz hususu teyit eder.

Bütün bu anlatımlarda da görüldüğü gibi bu romanda yazar geleneksel metinlerde karşımıza çıkan yazar anlatıcının yanında çok çeşitli anlatım tekniklerine de başvurmuş ve bunlardan belirli ölçülerde yararlanmıştır. Bunda ana gaye hiç şüphe yok ki bireyi ve onun merkezde olduğu bir süreci en inandırıcı biçimi ile dikkatlere sunabilmektir. Bunu gerçekleştirmek arzusunda olan yazar, romanda bilinçli olarak hem yazar anlatıcıya hem de diğer anlatım tekniklerine başvurur ve böylece bir süreci farklı merceklerden aks ettirir.


Featured

[Featured][recentbylabel2]

Featured

[Featured][recentbylabel2]
Notification
This is just an example, you can fill it later with your own note.
Done