Edebiyat Araştırmaları
Son Başlıklar
Loading...

4 Temmuz 2025 Cuma

Akıl - Duygu Düalizminde Kadın

Akıl - Duygu Düalizminde Kadın

# Akıl, insanın cinsiyet ayrımı olmaksızın sahip olduğu ve bu sayede diğer canlı türlerinden ayrıldığı en belirleyici özelliktir. Bu özellik aynı zamanda bir güç olarak belirdiği için kendisini cinsiyet mevzusunun içinde bulması kaçınılmaz olmuştur.


# İçinde yaşadığı tabiata uyum sağlamak, onun dayattığı bir takım kurallar ve ondan gelen bazı tehlikeler karşısında insan doğayla bir tür mücadele içindedir. Aklın bahsi geçen güç olma vasfı da burada ortaya çıkıyor. İnsanın tabiattan faydalanması ve ona karşı kendini emniyete alması akıl yoluyla mümkün olmuştur.

# İnsanın doğayla olan bu mücadelesi en belirgin biçimde İngiliz filozof Francis Bacon’da görülür. Novum Organum adlı eserinde bunun yolları ve izlenecek metot uzun uzun anlatılır.

# Mutlaka özetlemek gerekirse tabiatla barışık ama aklın tahakkümüne dayalı bir sistem önerir Bacon. Bu tahakkümü tesis etmenin yolu da tabiata boyun eğmekle mümkündür. Çelişki gibi görünen bu ilişki Bacon için akıllıca görünür.

# Akıl ve doğa arasındaki bu münasebette kadına bir yer tahsis etmek belirli bir şahıs ya da düşünür tarafından gerçekleştirilmiş değildir. Daha önce bahsi geçen doğa ve kadın arasında kurulmuş olan benzerlik ve bu temsilin yaygın bir kanıya dönüşmesini sağlayan üzerinde kurulmuş olduğu düşünce geleneği nedeniyle bu, kendiliğinden gerçekleşmiş olmalıdır.

# Anlaşılacağı üzere kadın, aklın tahakkümüne dayanan bu ilişkide doğayla eşleşir. Bu yönüyle de akıl ve dolayısıyla da erkek tarafından aşılması öngörülmüştür. Ancak tahakküme mahkûm olan kadın/doğa aynı zamanda erkeğin/aklın boyun eğdiği bir unsur olarak yaşamaya devam eder. Çünkü batı düşüncesinin beslendiği bir kaynak olan mitolojide kadın, erkeğe boyun eğen ama dik kafalılığı elden bırakmayan bir varlıktır.

# Erkek her ne kadar kadını aşsa da onun çekiciliği nedeniyle durmadan geri dönmek zorunda olduğu için bir türlü geride bırakamaz kadını. Erkeklerin, dişi cinsi zor kullanarak, dizginlenmesi gereken doğa tarafına atmalarından sonra, her kadında onları, dizginlenemez olan, önceki dönemin dehşeti beklemektedir. Ve bu dehşet öyle  büyük olmasaydı, erkekleri de dehşetli bir şeye çekmezdi. Yoksa orada, kendilerine dizginlenmemiş doğa olarak görünenin acımasızca ehlileştirilmesini, her kadının yalnızca erkek istencinin nesnesi olmasını ciddi ciddi isteyebilirler mi?

# Mitolojiden felsefeye geçiş döneminde, yukarıda bahsi geçen güç kullanma hali devam etmiştir.

# Platon başlangıçta cinsiyet ayrımı olmadığına işaret ederek ‘hermafrodit’ denilen bir cinsten söz eder. Bu cins erkek ve kadın cinsinin bir karışımı olarak tasvir ediliyor. Bedenlerinde hem erkek ve hem de kadın cinsel organları bulunuyordu. Dolayısıyla her iki cinsin özelliklerinin tek bir bedende vücut bulduğu söylenebilir. Ancak bu cins Tanrıları kızdırdığı için cezalandırılır ve ikiye ayrılmak suretiyle bugün bilinen iki cinse dönüşür.

# Yalnız bu iki cins arasında idealize edilen ilişki eşcinsel ilişkidir. Karşı cinse ilgi duyan kadın yahut erkek sadece neslin devamı açısından üzerinde durulmaya değer bulunur. Oysa kendi cinsine yönelenler doğaları gereği bunu yaparak diğer gereksinimlerden arınmış oluyorlardır. Çünkü Platon’a göre bu doğa onlarda özlerine, eski bir olma günlerine dönme arzusu uyandırmaktadır.

# Elbette bu durum kadınlar için de geçerlidir ancak Platon onların üstünde fazla durmaz. Erkek bu kurguda Platon’a göre gerçek bir erkek olduğunu ve sosyal hayattaki ağırlığını kadın cinsinden kaçınarak kanıtlamış oluyor. Bu durum belki de duyguyu aşan erkeksi aklın en dehşetli anlatımıdır.

# Platon canlıların yaratılışından söz ederken kadını ilginç bir şekilde anar. Tevrat’taki kadının erkekten yaratıldığına ilişkin anlatıya uygun bir anmadır bu ve kadın, hayvanlarla birlikte insandan oluşmuş gibi sunulur.

 “Bizi yaratanlar bir gün kadınlarla başka hayvanların insandan doğacağını biliyorlardı.”

# Kadını ikincil planda ele alan bu satırları başkaları takip eder ve ikincil role bir de kadının doğumunun hayırsız bir akıbetin nedeni olduğu düşüncesi eklenir:

“Dünyaya gelen insanlar arasında korkaklık gösterenler, hayatlarını kötülük etmekle geçirenler, dünyaya ikinci gelişlerinde kadın olarak doğdular. Bundan ötürü, tanrılar o zaman bizde cinsi temas isteğini uyandırdılar; bizde başka bir can, kadınlarda da başka çeşit bir can meydana getirdiler.”

# Bu anlatıda insan iki tabaka halindeymiş gibi görünür ve kadın alt tabakada yer bulur kendine. Aynı durum akıl yürütme konusunda da tezahür eder. İnsanlar duyuları vasıtasıyla bir takım bilgiler edinirler ancak bunlar algı alanına dâhildir ve aslında sanıdan ibarettirler, oysa gerçek bilgi diyalektik düşünceden gelir ve bu düşünme biçimi filozoflara hastır.

# Platon, Theaitetos adlı diyalogunda Sokrates’i meşhur maiotik (doğurtma) yöntemiyle konuşturur ve bu diyalektik düşüncenin erkeklere matuf olduğunu söyletir ona.

# Platon’a göre Sokrates’in muhatabı erkeklerdir çünkü arzu edilen düşünce biçimini canlandıracak olan akıl, erkeklerdedir.

# Sık sık birlikte kullanılan akıl-duyu ve ruh-beden düalizminde kadın hep bir dezavantajın kurbanı durumundadır. Ruhun üretimi filozofça bir erdemdir ve bunun için kadınsı olandan uzak durmak zorunluluk olarak sunulur.

# Platon’un bu realiteyi Şölen adlı diyalogunda Diotima adlı bir kadına söylettirmesi de oldukça ironiktir:

“Üreme gücüne sahip olanlar kadınlara yönelirler. Çocuk yaparak ölümsüz olmak, yaşadıklarını sonsuza aktarabilmek ve sonsuz bir zaman dilimi boyunca mutlu olmak isterler. Ayrıca ruhsal olarak üreme gücüne sahip olanlar da vardır. Bazı insanlar bedenlerinden daha çok, ruhları aracılığıyla üretirler. Ruhun üretmesi gereken şey nedir? Bunlar, düşünceler ve diğer mükemmelliklerdir.”

# Diotima bu düşüncelerini Sokrates’e ifade eder ve ilerleyen bölümde Sokrates ikna olduğunu belirtir.

# Açıktır ki insan için ideal olan düşüncedir ve erdemli insanın bu dünyada bırakacağı izler ancak düşünce yoluyla sahici bir anlam kazanır. Elbette iz bırakmanın başka yolları da vardır ancak onlar bedensel olanın alanına girer ve övülen düşünsel etkinlik erkeksi bir temsille, yerilen bedensel etkinlik ise kadınsı bir temsille canlandırılır.

# Akıl ve duygu arasındaki ilişki Aristoteles’te de devam eder. Her insanın akıl ve bedenden oluştuğunu söyleyen Aristoteles, bedenin duygusallığını aklın hâkimiyeti altına alma gerekliliğinin altını çizer.

# Bu aslında doğanın yapısına da uygundur ve eşitlik söz konusu edilmeden erkek ve dişi arasında da aynen kurulması gereken bir ilişkidir.  Bu ilişki özel anlamıyla yöneten-yönetilen ilişkisidir ve ruhu nirengi noktası alarak kurulmuştur. Bu ruh ise yöneten ile yönetilen arasındaki farkı mantıklı olan ile mantıksız olan arasındaki fark gibi net bir şekilde belirler.

# Statü gereği söz konusu ilişkide aktörler değişir ancak aynı ilke geçerlidir. Buna göre erkek ile kadın arasında geçerli olan da bundan başka bir şey değildir. Yine de kadın, erkeğin sahip olduğu ruhun düşünme yeteneğinden yoksun bırakılmamıştır, ancak bu yetenek onda işlevsel değildir.

# Aristoteles’in kadın ruhunda eksik gördüğü düşünme yeteneği, kadının duygusal olarak hükmedilmeye duyarlı olduğu ve bu nedenle erkeğin her dönemde geçerli olan düşünme yeteneği sayesinde edindiği yönetme erkine ihtiyaç duyduğu şeklinde yorumlanmıştır.  

# Aklın ruh ile duyguların da bedenle işaretlendiği düalist felsefede kadın, kimi zaman doğrudan kimi zaman da dolaylı olarak düalizmin menfi kanadında konumlandırılmıştır. Bunun yanında bir takım zorlama yorumlar da vakidir.

# Örneğin ruh ve beden ayrımında Descartes geleneksel düşünceden ödün vermemiş ve tabir yerindeyse daha muhafazakâr bir tavır takınmıştır. Ruhun alçak bölümüyle yüksek bölümü arasında yaşandığı düşünülen çatışmaları yanlış değerlendirmeye bağlayan Descartes, aslında ruhun tek ve bölünemez olduğunu iddia etmiştir. Böylelikle akla aykırı her ne varsa bedene bağlanması gerektiğine inanmıştır.

# Bu düşüncede zihin ruh ile aynılaşmış olarak karşımıza çıkar. Dolayısıyla rasyonel bilgi yolunda beden henüz yolun başında aşılmış olur. Ancak aklın salık verdikleri ile bedenin istekleri bazen kesişebilir. Bu durumda Descartes’ın önerisi “aklın öğütlediği her şeyi ihtiras ve iştihalara kapılmaksızın yerine getirmek için, sağlam ve sabit bir karar sahibi olmaktır.”

# Descartes’ın felsefesinde kadın-erkek ayrımına girmeden devam ettirdiği akıl-duygu düalizmi Kant’ta cinsiyetler arasındaki ilişkiyi de içerir. Kant’a göre doğa, erkek ile kadın arasında büyüleyici bir ayrım yapmıştır. Bu ayrım kadını güzellikle, erkeği de yücelikle temsil etme üzerinedir. Kadın cinsinin sahip olduğu anlayış güzel, erkeğinki ise derin ve yücedir. Basit ve yüzeysel eylemler kadın cinsiyle, zahmetli ve derin bir tefekküre dayalı eylemler erkek cinsiyle taşınır.  

# Eğer bir kadın erkeğin alanına girip bu zahmetli ve derin düşünceye dayalı eylemlere kalkışıyorsa Kant o kadına sakal bırakmaya çalışmasını salık verir çünkü ona göre kadının edinmeye çalıştığı derinlik havasını en iyi sakal verecektir kendisine.  

# Anlaşılacağı üzere kadın duygusal alanda kendini gerçekleştirir ve orada güce sahip olma peşinde koşar ama erkek bu arzulara ara sıra kapılsa da genel görünüm olarak yüceliğe ve bilgeliğe talip olmak zorundadır. Çünkü doğa her iki cinse aynı özellikleri bahşetmemiş ve her birine farklı bir karakter yerleştirmiştir.

# Hegel erkek ve kadın cinsini entelektüel ve duygusal olarak ayırır. Kendi ifadesiyle  iki cinsten biri kendini kendi için var  olan kişisel bağımsızlığa ve özgür evrenselliğin bilme ve istemesine, kavrayan düşüncenin öz bilincine ve nesnel son ereğin istencine bölen bir şey olarak tinsel varlık iken, öteki ise somut tekilliğin ve duygunun biçiminde tözsel olanın bilmesi ve istemesi olarak kendini birlik içinde saklayan tinsel varlıktır; birincisi dışarısı ile ilişkide güçlü ve etkin olandır; ikincisi edilgin ve öznel.

# Hegel’in genel felsefesinde de önemli yer işgal eden bu etkin ve edilgin olma hali cinsel ayrımda güçlü bir şekilde yeniden canlanır. Erkek, evrensel bir yasaymış gibi sürekli bir çabanın aktörü olarak anlatılır. Kadın ise sadece edilgin olmakla kalmaz, bu edilgenliğin içinde yine edilgen olarak bulur kendini. Yani aslında kadının edilgenliği bile müstakil bir karakter değil, erkek cinsinin temasıyla kurulan dünyada kendini bulduğu bir karakterdir.

# Schopenhauer  Aşka ve Kadınlara Dair  isimli eserinde, çoğunlukla kadınları tahkir ettiği satırlarda tercih ettiği kelimeler manidardır. Etkin ve edilgin yerine yapma ve katlanma kavramlarını kullanan Schopenhauer şöyle diyor:

“Kadınların zihinsel olsun bedensel olsun, büyük işler için yaratılmamış olduklarını anlamak için görüntülerine bakmak yeterlidir. Onlar hayatın cefasını yaptıklarıyla değil katlandıklarıyla çekerler. Borçlarını doğum sancılarıyla, doğurdukları çocuğu bakıp büyütmeleriyle, sabırlı ve neşeli bir yoldaş (refik) olmaları gereken erkeğe itaatleriyle öderler’’.

# Kadınlar hakkında söylediği sözler nedeniyle Nietzsche azılı bir kadın düşmanı olarak anılır çoğunlukla ancak hemen belirtmemiz gerekir ki bu, ciddi bir yanılgıdan ötürüdür.

#  “Kadınlara mı gidiyorsun? Kırbacı unutma!” Yanılgı bu sözde gizlidir ve kırbacı elinde tutanın erkek olduğu fikrinden ötürüdür. Oysa Nietzsche, kırbacı kadının elindeki bir alet olarak tasavvur eder ve kadındaki yönetme arzusuna gönderme yapmak için kullanır. Böylesi önemli bir yanlış anlamaya değinmeden geçmek büyük bir ihmal olur.

Filozoflara Göre Kadın Aklı, Filozoflara Göre Kadınlar, Kadın Aklı Eksik Midir, Kadın ve Akıl, Kadının Aklı Nasıl Çalışır, Kadının Aklı Yarımdır Düşüncesi, Kadınların Düşünme Yeteneği.

25 Şubat 2022 Cuma

Bir Sürgün Romanı Özeti

Bir Sürgün Romanı Özeti

Bir Sürgün Romanı Özeti

# Bir Sürgün Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun romanıdır. İlk baskısı 1937’de yapılan Bir Sürgün’de olaylar,  Abdülhamit döneminde geçmektedir. Romanın başkarakteri Doktor Hikmet’dir. İstanbullu bir paşazade olan Hikmet, iyi bir eğitim almış ve batı kültürüyle yetişmiş bir doktordur.

# Hikmet İzmir’de yaşamaktadır. Genç adam istibdat rejiminden memnun değildir ve Jön Türkler’e sempati duymaktadır. Bir icraatı olmasa da kendini bir ihtilalci kabul etmektedir ve Jön Türkler’in genelde yaptığı gibi Fransa’ya kaçma planları yapmaktadır. Bir süre sonra yurdunu terk ederek Fransa’ya kaçar.
Suç ve Ceza Konusu

Suç ve Ceza Konusu

Suç ve Ceza romanı konusu, suç ve ceza ne anlatır, suç ve ceza neyi anlatır
Suç ve Ceza Dostoyevski’nin romanıdır. Dostoyevski, 1865 yılında sağlık sorunları nedeniyle yurtdışına çıkar ve Suç ve Ceza  adlı romanı üzerine çalışmaya başlar. Bu yazımızda Suç ve Ceza romanının konusuna değineceğiz. Romanın genel incelemesi için Suç ve Ceza Romanının Tahlili başlılı yazımıza bakabilirsiniz.
Suç ve Ceza romanının kahramanı olan Roskalnikov üniversiteden ayrılmış fakirlik içinde yaşayan bir gençtir. İçinde yaşadığı bu berbat durumdan kurtulmaya karar verir.   Bu karar yaşlı bir tefeci kadını öldürmek ve paralarını almaktır. Bu pa­ralarla Raskolnikov ilk olarak anne ve kızkardeşini fakirlikten kurtarmak ve iyi işlerde kullanmayı düşünür. Aslında bu suçu kuvvet sahibi olmak uğruna işlemektedir

23 Şubat 2022 Çarşamba

Edebiyat ve Felsefe İlişkisi



Tarih boyunca toplumsal bir birliktelik içerisinde yaşayan insanlar, duygu ve düşüncelerini bazen şekil ve resimlerle; bazen de sözlü olarak ifade etmeye çalışmışlardır. Yazılı döneme geçmeden önce sözlü olarak gelen anlatılar, yazılı dönemden sonra kalıcılığını yazı ile sağlayarak; geçmiş dönemlere ait bilgiler, bir sonraki kuşaklara aktarılmıştır. Toplumsal bir birlikteliğe mahkûm olan insan, kendisinden sonra gelen nesillere; sanat ve edebiyat aracılığıyla duygu ve düşünce birikimini taşımıştır. İnsanı temel alan her alandaki bilgi, birbiri ile ilişkili halde bulunmaktadır. O halde edebiyat, felsefe, tarih, sosyoloji, psikoloji gibi alanlardan elde edilen verilerle; insanın ve toplumun yaşamına dair bilgilere erişmek mümkündür.

Üvercinka Üzerine

Üvercinka, Cemal Süreya’nın şiirinin özelliklerini üzerinde taşıyan, edebî camiada ilk sınavını verdiği, gerek eleştirmen, gerek şair ve okuyuculardan tam not alan bir kitap olmuştur. Kendisinin de söylediği gibi, her şairin ilk yapıtı, bir kumaşın ilk metresi gibidir. Şair bütünüyle o ilk yapıtta, ilk dizelerde saklıdır. Gerisi boş laf. Lirizmle ve humourun, erotizmle ve toplumsallığın bir şiirde birbirini kucaklamasını göstererek, yeni şiir ve yeni insanı bize tanıtmıştır.

21 Şubat 2022 Pazartesi

Genç Kız Kalbi Romanı Özeti

Genç Kız Kalbi Romanı Özeti

# Bu içerikte Mehmet Rauf’un Genç Kız Kalbi isimli romanı özetlenmiştir. Roman özeti aktarılmadan önce roman hakkında ön bilgiler verilmiştir. Keyifli okumalar.

Genç Kız Kalbi Romanı Hakkında Bilgi

# Genç Kız Kalbi, şahısların psikolojik tahlillerine yer veren, Mehmet Rauf’un Servet-i Fünûn topluluğu dışında kaleme alıp, 1912 yılında Servet-i Fünûn topluluğunun mecmuasında tefrika edilmiş ve aynı yıl kitap halinde basılmış romanıdır. Romanın başkahramanı Pervin’in günlüklerinden oluşur.

Hocaefendi’nin Sandukası Romanının Postmodern Tahlili



Hocaefendi'nin Sandukası, alt ve üst katmanlardan oluşan yapısı ile dikkati çeker. Esas olarak günümüzde yaşanan ilerici- gerici fikir çatışmalarına göndermeler yapar. Ancak üst metin noktasında okuru çeşitli sürprizler bekler.

Hocaefendi'nin Sandukası  romanında soğuk bir kış günü Beyazıt sahaflarda üç yazar tesadüfen karşılaşır. Bu yazarlardan biri Emre Kongar, diğer ikisi de Umberto Eco ve Orhan Pamuk’tur. Dükkânın sahibi de yazarın yakın bir dostudur ve sabah kapının önüne bırakılmış bazı el yazmaları bulmuştur. Kolinin içindeki el yazmalarının bir kısmı Latince, bir kısmı da Osmanlıca’dır. Orhan Pamuk, babası tarih profesörü olduğundan Osmanlıca’yı iyi derecede bilen bir kişi olarak bu yazmaların bir kısmını edinmiş, geri kalanını Emre Kongar ve Latinceleri de Umberto Eco almıştır. İlerleyen zamanlarda bu yazmaların her biri edebiyat dünyasında ses getiren eserler olmuştur: Gülün Adı, Beyaz Kale ve Hocaefendi’nin Sandukası.

Hocaefendi'nin Sandukası romanındaki bu başarılı üstkurmaca metinle başlayan anlatı, yazarın yakın dostu bir sahaftan aldığı el yazması ile üzerine kurgulanır. Anlatı bu yazmadan bize aktarılan sürükleyici bir maceradır. Kitap Fatih Sultan Mehmet döneminin İstanbul’unda kurulan gizli bir öğrenci örgütünün hikâyesi ile saraya doktor görünümü ile giren ve padişahın güvenini kazandıktan sonra onu zehirlemeye çalışan, kullandığı zehir ilaçlarını da bir türlü açılamayan bir sandukada saklayan Giftos Karpantiye’nin serüvenini anlatmaktadır.

Hocaefendi'nin Sandukası Türk edebiyatında postmodern algının yerleşmeye başladığı dönemlerde ortaya konulmuştur. Söylemin çoğu özelliğini taşıması adına önem arz etmektedir. Bu açıdan bakacak olursak Emre Kongar’ın anlatısında ilk dikkati çeken husus üstkurmacadır.

Yukarıda da kısaca özetlediğimiz üzere, Emre Kongar’ın arkadaşının sahaf dükkânında bir el yazması bulması ve olayların buradan takip edilmesi, anlatının anlatısını vermek bağlamında bir üstkurmacadır. Üstelik bunun eserin başında “Romanın Öyküsü” başlığı ile verilmesi açıkça durumu izah etmektedir.

Hocaefendi'nin Sandukası romanında yazarın kurgusuna göre, d’Abussion de Calevela’nın mektuplarının düzenlenmiş şekli olan bu el yazması, anlatıcı tarafından günümüz Türkçesine aktarılacaktır. Konuyla ilgili olarak “Her neyse, d’Abussion de Calevela’nın raporlarını elimden geldiğince derledim, topladım, düzenledim... Ama hiçbir şey eklemedim, sadece bazı bölümleri çıkardım, o kadar. Bazı mektupların başına koyduğum kendi yorumlarımı ise metinden ayırmak için italikle belirttim ve imzamı attım.” (s. 19) diyen yazar, okuru üstkurmacanın gerçekliğine inandırır.

Hocaefendi'nin Sandukası romanında her bölümün başında yazar tarafından konulan açıklama metinleri okura birebir seslenme bağlamında üstkurmacadır. “Bu mektup-rapordaki ‘aşk büyüsünü’ bizim komşu Zehra hanım uyguladı. ‘İnanın ki yüzde yüz olumlu sonuç veriyor’ diyor. Günahı vebali söyleyenin boynuna. Ben yalnız aktarıyorum.” (s. 61) “Bu mektup-rapor teknik açıdan çok büyük önem taşıyor. d’Abussion de Calevela ilk ve son kez mektubun ortasına (hem de hiç gerekli olmadığı halde) d’A. de Cal. diye dipnot düşmüş. Herhalde Avrupa siyasetini İngiliz Efendilerine özetlerken, Raşid’in serüvenlerinden kopmadığını kanıtlamak istemiş olsa gerek. Kronolojiye meraklı olan okuyucu, isterse bu rapordan önce, otuzuncu raporun zaman içindeki devamı olan birinci mektup-raporu yeniden okuyabilir.” (s. 140) gibi örnekler bu durumu belirlememize yardımcı olmaktadır.

Hocaefendi'nin Sandukası  romanında anlatıda yer alan “Bu mektubun yerinin burası olduğunu başlığından anladım. Fakat mektubun sonunun olmayışı pek çok ayrıntıyı tarihin karanlıklarında bırakıyor. Gerisi okuyucunun hayal gücüne kalmış artık.” (s.74) gibi ifadelerle gerçek-hayal çatışması oluşturan sanatçı bazen de olayların el yazması metinde kronolojik ve gerçekçi anlatılmadığına değinerek realiteyi zorlar:

“Bu satırlardan Dilruba’nın hiç yaşlanmadığı anlaşılıyor.
Oysa ilk mektuptan bu yana 15-20 yıl geçmiş olduğu belli. Mahmud Paşa’nın sadrazamlığından, Karamanlı Mehmet Paşa’nın sadrazamlığına geçmiş olan Osmanlı’da zaman akıyor, ama Dilruba hala ‘delikanlı’. d’Abussion de Calevela’nın ‘çizgi romansal’ biçimde hiç yaşlanmayan ‘kahramanları’nın en önemli göstergesi Raşid’in dinamizmi ile Dilruba’nın zaptedilmez dişiliği.” (s. 82)

Hocaefendi’nin Sandukası romanında okuru gerçekliğe inandırabilmek için bütün imkânları seferber eden anlatıcı, metinde Fatih Sultan Mehmet’in karşısında yapılan bir tartışma ortamında aktarılan bir bilgi hakkında şu dipnotu düşer: “Sakın buradaki tartışmayı, İstanbul’un Fethi sırasında Ortodoksların ‘melekler erkek midir, dişi midir?’ münakaşasına benzetmeyin. İbn-i Rüşd ile Gazzali arasındaki fikir tartışması için bkz. İbn Rüşd’ün Metafiziği ile Gazzali Metafiziğinin Karşılaştırılması, İsmail Agâh Çarıkçı, M. E. B. 1001 Temel Eser, No: 1941, İstanbul, 1976. Bu tartışma felsefedeki ontoloji (varlık) sorununun esasına ilişkindir.” (s. 55) Aslında Kongar’ın okurla oyun oynadığı bu kısımda bahsedilen eser, Süleyman HayriBolay’ın Aristo Metafiziği ile Gazzali Metafiziğinin Karşılaştırılması (1980) adlı çalışmasıdır. Sanatçının verdiği künye bilgileri kısmen uydurmadır.

Hocaefendi’nin Sandukası romanının en önemli özelliklerinden birisi de kuşkusuz kurgusunun güçlü olmasıdır ki bu, esere önemli bir “gerçeklik” kazandırmıştır. Bu “gerçeklik”, kaynağını, anlatının analitik yönteme göre hazırlanmış olmasından almaktadır.

Hocaefendi’nin Sandukası âdeta, cevap anahtarına göre hazırlanmış test sınavı gibidir. Özellikle eserin sonuna eklenen “Tepkiler” bölümü okuru metnin gerçekliğine inandırır.

Hocaefendi'nin Sandukası tarihî bir meselenin yeniden, ironik bir şekilde ele alınmasını içeren yöntemi içerir. Bu yöntem Yazar tarafından başarı ile uygulanır. Yazar, Beyazıt Sahaflar Çarşısında Elif Kitabevi’nde rastladığı d’Abussion de Calevela’nın el yazması metnine tarihin romanını yüklerken, anlatının tarihî kısmını kendisi bir anlatıcı olarak gerçekleştirir. Eserdeki bu uygulama, okuyucunun her şeyi kendisinden önce bilen yazarı, okuduğu metnin içinde hissetmeme arzusunun bir sonucudur. Fakat yazar, okuyucunun bu isteklerine karşılık en ince noktasına kadar yine kendisinin kurguladığı başka bir yapı unsurunu geliştirir. Ve aslında anlatının dışına hiç çıkmaz, metinde her şeyi belirler. Diğer yandan bu uygulama tarih-roman ilişkileri içerisinde her zaman var olmuş tarih-roman-gerçeklik üçlemesinden kaynaklanan “Ne kadar gerçek?” gibi sorulara karşı da bir savunma biçimidir. Yazar, önceden yazılmış bir metni, üstelik de tarihle bilimsel anlamda ilgilenen kişileri eliyle sunarak aradan çekilir ve bu türden sorularla muhatap olmaz.

Hocaefendi'nin Sandukası romanında kütüphane ve bazı araştırmacı isimleri de verilerek okuyucuda gerçeklik duygusu oluşturulmuştur. Bu gerçeklik duygusunu oluşturan  Kongar, yazmanın d’Abusion de Calevela isimli bir İspanyol Yahudisinin Raşid adlı genç bir öğrencinin ağzından yazdığı bir vakayiname olduğunu tahmin eder. Fakat şüpheleri vardır. Sonra Calevela’nın İngiliz Casusu Lawrence’ın torunu olduğunu, onun başka bir anlatıcı kullanarak üstelik eserini Osmanlı alfabesiyle yazarak kendisini gizlediğini ve bütün bunların birer mektup/rapor olduğunu düşünür. Üzerinde herhangi bir tarih, numara vb. taşımayan bu mektupları kendince bir sıraya dizdiğini belirten Emre Kongar, postmodernizmin çoğulculuk ilkesine uyarak okuyucuya başka alternatifler de önerir ve onun okuma alanını genişletir.

Hocaefendi'nin Sandukası romanında Kongar, metinlerarasılık bağlamında postmodern söylemin imkânlarını kullanarak kurmuştur. Öncelikle eserde genellikle parodi ve pastiş bağlamında Keykâvus’un Kabusname (1082) adlı nasihatnamesine gönderme yapılmıştır. Ayrıca Ziya Gökalp’ın Kızıl Elma’sına da bu anlamda bir atıf yapılmıştır. Karamanlı’nın “Kızılelma’yı yüzlerce yıl öteye tehir ettik evlat.”(s. 146) deyişi buna örnek olarak verilebilir.

Hocaefendi'nin Sandukası romanının anlatısında yer alan  bir diğer ilginç gönderme de Hurufilikteki “Vahdet-i Hurûf” düşüncesine yapılmıştır. Kongar, eserde “Bak kardeşim: Allah kelimesinde kaç harf var? Beş. Bu harflerin her birini ayrı imlalarla yazarsan kaç harf meydana çıkar? On dört. Peki, Peygamber Efendimizin adı, yani Muhammed, harflerin m h mm ve d biçimde yazılmaları sonunda yine bu 14 harfe varmaz mı? Peki iki on dört birleşince kaç eder? Yirmisekiz. İşte sana kelimeyi şahadet.” (s. 42) Anlatıcının esere yansıttığı ve karşı taraf için bir sapıklık olarak addedilen mesele, Kongar’ın ifade ettiği gibi Müslümanlıkta var olan bir düşünce değildir. Hurufilerin inanışında yer alan bu mantık, esere farklı bir algılama ile yerleştirilmiştir.

Yukarıda belirtilen özelliklerin dışında pop-art (s. 65, 105), ironi (s. 32, 39, ) ve kolaj (s. 87, 119, 122) gibi postmodern söylemin diğer yönlerini de içeren Hocaefendi’nin Sandukası, her ne kadar tarihî meselelerde subjektif yorumlarıyla dikkati çekse de kurgusu yönüyle başarılı bir postmodern anlatı sayılabilir.


6 Eylül 2020 Pazar

Tasvir (Betimleme)  Tekniği Nedir?

Tasvir (Betimleme) Tekniği Nedir?

Anlatı türlerinde anlatı yerleşimleri tasvir yöntemiyle gerçekçi bir hale getirilir. Anlatıyı oluşturan zaman-mekân ve kişilerin tasvirleri yapılarak anlatı sağlam bir zemine oturtulur. Bir şeyin gerçekçi bir hale getirilmesi yani başka bir deyişle somutlaştırılması ancak onun belli başlı özelliklerinin anlatılmasıyla olur. Somutlaştırma işlemi, somutlaştırılan şeyin karakteristik çizgilerinin, renginin ve ruhunun canlandırılmasıyla yapılır. Bu işlem yapılırken uygulanan yöntem tasvirdir. Mehmet Tekin tasviri şöyle tanımlar:

“Tasvir, romanın kurmaca dünyasında yer alan kişi, zaman, olay, mekân gibi unsurları, sanatın sağladığı imkânlardan yararlanarak görünür kılmaktır. Romancı bu işlemi gerçekleştirirken, söz konusu unsurların karakteristik yönlerini görmek, bilmek, seçmek zorundadır. Tasvir etmek, bir şeyi ‘olduğu gibi’ anlatmak, çizmek değildir. Esasen bir şeyi ‘olduğu gibi’ anlatmak mümkün olamaz. Romancı, tasviri, tasvir edeceği şeyin karakteristik yönlerini dikkate alarak gerçekleştirir ve çizdiği, anlattığı şeyi ‘gerçekmiş gibi ’ hissettirir. En azından bunu başarmak zorundadır. Bu durumda ona düşen görev, iyi bir gözlemci olmak, dikkati elden bırakmamak, ayrıntıları yakalama becerisini gösterebilmektir. ”

Okuru metnin dünyasına çekmek için kişi, zaman, olay ve çevreye dönük tasvirler, Nesnel (objektif=realist) ve Öznel (sübjektif=romantik) olmak üzere iki şekilde yapılır. 
Mektup Tekniği Nedir?

Mektup Tekniği Nedir?

Bir iletişim aracı olan mektup zamanla romanlarda da kullanılmaya başlanmıştır. Anlatım tekniği olarak roman ve hikâye gibi anlatı türlerine giren mektup, duygu ve düşünceleri aktarması özelliği bakımından önemlidir. Çünkü anlatıda mektup tekniğinin uygulandığı yerlerde yazar bir kenara çekilerek sözü mektubu yazan kahramana bırakır. 

Mehmet Tekin, mektuplu romanın özellikle XVIII. yüzyıldan itibaren bir hayli ilgi gördüğünü bu tekniğin romana sokulmasıyla roman türünün gizemli bir damarı olarak hemen her romanda varlığını hissettiren ‘romanesk doku’nun daha anlamlı bir boyut kazandığını, okurun romana olan ilgisini daha çok artırdığını ifade eder. Bu şekilde birden fazla karakter devreye girerek farklı bakış açıları ortaya çıkar. Modern romanda yaygın bir şekilde kullanılan çoğul bakış açısı tekniğinin ortaya çıkmasında da mektup tekniğinin romana girmesinin büyük bir payı vardır. Tekniğin romanlarda iki kullanım şekli vardır. Bu kullanımlardan ilki, romanın müstakil ve peş peşe mektuplarla şekillenmesi, ikincisi, tekniğin romanın genelinde ve gerektiğinde kullanılmasıdır.






Kan Konuşmaz

Nazım Hikmet’in “Kan Konuşmaz” adlı yapıtı bir tarih ve aile romanı karışımıdır. Osmanlı İmparatorluğunun dağılmasından; Atatürk yönetimindeki Cumhuriyet’e kadar uzanan geniş bir zaman dilimine denli gelmekte. Paşaların, burjuva entellektüllerinin ve işçilerinin yaşamlarından okuyucuya kesitler sunmaktadır
Kitabın Özeti: Sağ gözünü bir çelik talaşıyla yitirmiş ve mekteb-i sanayiden çürüğe çıkarılmış olan tamirci Nuri Usta, annesi ile beraber mutaassıp bir yaşantısı olan ve herkesçe tanınan biridir. Nuri Usta’nın “Gavur” lakaplı olan; çok okuyan bir o kadar da düşünen “Gavur Cemal” adlı bir arkadaşı vardır. Nuri Usta “Cemal Hoca” nın düşünsel gidiş gelişleri ve sürekli değişen yapısıyla karşılaştığında Nuri Usta güçlü bir insan imgesi yaratmaktadır. “Seyfı Bey” adlı zengin bir soylu tarafından hamile bırakılan ve sonra da terk edilen “Gülizar” adlı fakir, sahipsiz genç bir kadın ile evlenir; onun çocuğunu nüfusuna kaydeder, Ömer ismi verilen çocuğunun babası olur. Bu evliliğin sebebi; Nuri Usta’nın Gülizar’a aşk ya da sevgi hissetmesi değil; hamile olan Gülizar’a toplumun kötü gözle bakmasına engel olmak ve ona sahip çıkmaktır. Nuri Usta bu davranışı ile ataerkil aile yapısına mensup annesi ve arkadaşları tarafından tepki ile karşılanmıştır. Ancak anne tarafından zamanla durum kabullenilmiş, Gülizar bir gelin, babasız çocuğu da torun olarak kabul edilmiştir. Devam eden zaman içerisinde savaş çıkmış, dükkanını kapamak zorunda kalan Nuri Usta ve ailesi açlıkla karşı karşıya kalmıştır. Tüm zorluklara karşı ailece, birlik ve beraberlik içinde, aile olmanın verdiği güçle; bu kötü günleri birlikte atlatmayı başarmışlardır. Nuri Usta Gülizar’m oğlunu okutmuş ve Ömer avukat olmuştur. Ancak bir gün öz babası Seyfı Bey Nuri Usta’ya çarpıp bacağının kesilmesine sebep olduğundan Nuri Usta’nın oğlu Ömer, Nuri Usta’yı savunmak için avukatlığını üstlenmiştir ve öz babası ile karşı karşıya gelmiştir. Burjuva bir aileden gelen Seyfı Bey öz oğlunu karşısına alır ve ona soyadını, mirasını teklif eder:

Eğer ben cezaya uğrarsam senin kanın ...nedamet ve esetle isyan etmez mi? der. Ancak Ömer babasının hiç ummadığı bir cevapla ona karşı çıkar:

Etmez... Zira beşeri alçaklıklar karşısında feryatları kanlar değil, şuurlar koparır ...Kan Konuşmaz....”

Nazım Hikmet “Kan Konuşmaz” adlı eseri ile toplumsal sorumlulukların kan bağından önce geldiğini okuyucusuna en etkili bir şekilde anlatmak istemiştir.



‘T936’da “Son Posta” gazetesinde teifika edildikten (yayımlandıktan) sonra 1965’e kadar basılmaz: 1965’te Pınar Yayınları 1975’te Günce Yayınları, 1976’da Ararat Yayınları, 1977’de Yol Yayınları’nca basıldıktan sonra araya 12 Eylül dönemi girer ve roman ancak 1990’da Adam Yayıncılıkça yeniden sunulmaya başlar; Bulgaristan’da bütün eserleri’nin 7. cildi olarak “Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim” ile bildikte sunulur''.

5 Eylül 2020 Cumartesi

Suskunlar Romanının Tahlili


Suskunlar,  ihsan Oktay Anar’ın romanıdır.

Suskunlar romanında İstanbul’un Sultan II. Ahmet (1691-1695) saltanatından sonraki dönemlerinin işlendiği, musiki üstatları,  Mevlevî dervişleri, Müslim, gayrimüslim gibi tipler yer alır. Tağut’un ölümsüzlük vaadiyle onun her istediğini yerine getiren Cüce Efendi lâkaplı Pereveli Hacı İskender’in, İstanbul’da bulunan altı musiki üstadını öldürüp, yedinci ve son üstat olarak Bâtın Hazretleri’nin neyinden “Hayat Nefesini” dinleyerek sonsuz hayata ulaşma arzusu ve bu amacına ulaşmak için bir Mevlevî dervişi olan Eflâtun ve ağabeyi Dâvut ile girdiği mücadele ele  alınmaktadır.

Sultan II. Ahmet (1691-1695) saltanatından sonraki senelerde, İstanbul’da cereyan eden olaylar, ihtiyar bir bekçinin Yenikapı Mevlevîhânesi’nde etrafına mavi ışık veya nur saçan bir hayalet görmesi ile başlar.  Daha sonra aynı hayalet Gülâbî adındaki bir Kıptî tarafından Samatya yakınlarındaki Narlıkapı İskelesi’nde de görülünce şehirde yer yerinden oynar. (s. 14)

Kostantiniye’de herkes bu hayaleti ve surların dışında, ıssız bir yerde yaşamakta olan Kanunî Âsım’ın evinde boğazlanarak öldürülmesini konuşmaktadır. Oysaki bu haince cinayeti Galata’daki meçhul bir yerden nezih ve sessiz bir mahalle olan Sofuayyaş’a yeni taşınan meşhur vâiz Pereveli Hacı İskender Efendi işlemiştir. Bu zat aynı zamanda çembalo çalmaktadır.

Onun “duygudan çok hesaba ve cambazlığa dayanan” (s. 250) besteleri ile Âsım meyhanecilerin gözdesi olur. Bu sayede iyi para kazanan Kanunî Âsım, yaptığı besteler sayesinde meşhur olduğu kölesi Alessandro Perevelli ile bir anlaşma yapmıştır. Buna göre yapacağı besteler karşılığında bir âzatnâme yazıp imzalayacak ve ona özgürlüğünü verecektir
.
Böylelikle her ikisi için de altın bir dönem başlar. Âsım artık vezirlerin paşaların evinde çalarken, Alessandro ise haftada bir beste bağladıktan sonra hemen her gün Kostantiniye’yi kolaçan eder. Bu şehirde saygın ve nüfuzlu biri olmayı arzulayan cüce bunun için Sahhâflar Çarşısı’na dadanır ve birçok dinî eser satın alır.

Böylelikle fıkıh, tefsir, hadis gibi ilimlerde kendisini derinleştiren Perevelli, Kuran' ı da ezberler. Kısa süre sonra Yusuf Paşa Camisi’nde vaaz vermeye başlar.

Bu sırada Nevâ adındaki Galatalı bir güzele vurulan Kanunî Âsım, bunu dostu Alessandro Perevelli’ye anlatarak dert yanar. Derken günün birinde Âsım, ortağı ile birlikte Mısır Çarşısı civarındayken gördüğü Nevâ’yı cüceye gösterir ve o anda sabık efendisinin âşık olduğu güzele o da gönlünü kaptırır.

Âsım ise kendisine yüz vermeyen sevgilisi için bir saz semâîsi düzenlemektedir. Burada sevdiği için bestelediği mükemmel bir şarkıyı çalacaktır. Böyle bir şeye asla izin veremeyecek olan kıskanç âşık, bestesini sevdiğine sunmak için evden çıkmak üzere olan Âsım’ı öldürmeye kalkar ancak başaramaz. Âsım da ceza olarak cücenin sağ elinin işaret parmağını satırla keser. Ancak köle onu aynı gece öldürür.

Bunun üzerine kendisine ait bir iz bırakmadan oradan ayrılan Cüce Efendi yanına iki bin üç yüz ekü ile birlikte, “Âsım’ın Nevâ için tertip ettiği saz semâisinin ebced ile kaydedildiği kağıdı” (s. 255) da alır. Sevdiği kadın için Kostantiniye’den ayrılamayan muhteris âşık, geçici olarak Galata’da kimsenin kimseye karışmadığı bir yere taşınır. Oradan da Fatih Câmii cemaatinden tanıdığı bir kefil yoluyla sakin ve düzgün bir semt olan Sofuayyaş’ta bir eve yerleşir.

Fakat Galata’yı terk etmeden evvel Âsım’ın Nevâ için bestelediği saz semâisini bozmuş ve berbat etmiştir. Bestenin bulunduğu kâğıdın üzerine de domuz yağı sürerek Nevâ ile annesinin oturduğu evin kapısı altından atmıştır.

İşte Âsım’ın ruhu bu olaydan sonra ıstırap çekmeye başlar. Sık sık Balıkpazarı Kapısı’nı Arap Camii yoluna bağlayan sokakta oturan Nevâ ve annesini rahatsız etmektedir. (s. 70) Zavallı kadın da kızına sırılsıklam âşık olduğunu bildiği Veysel Efendi’nin oğlu, ûd ustası Dâvut’tan yardım isteyerek onları bu beladan kurtarmasını rica eder. Yaşlı kadın, Nevâ’nın aşkı için elinden gelen her şeyi yapacağını söyleyen Dâvut’a, kapı eşiğinde bulduğu domuz yağı kokan lanetli kâğıdı da bırakarak çeker gider.

Asım’ın hayaletinden habersiz olan Dâvut sormuş soruşturmuş, ancak bu saz semâisinde herhangi bir kusur bulamamıştır. Bu sırada “geleceğin olduğu kadar, geçmişin bilgisine de vâkıf, zehir gibi bir tarihçi” (s. 160) olan Yedikule Kâhini’nin kehaneti dillere destan olmuştur. Buna göre: Muhteşem Neyzen Bâtın Hazretleri Kostantiniye’de meçhul bir yerdedir. Bâtın’ın oğlu Zâhir de yine bu şehirde zuhur edecektir. Ayrıca Kostantiniye’de bulunan en derin, en bilge ve en usta yedi musikişinastan altısı elenecek ve içlerinden sadece birine Bâtın Hazretleri, kendi neyinden üflediği en mukaddes nağmeyi; yani “hayat veren nefesi” (s. 166) dinletecektir.

Kostantiniye bu haberle çalkalanırken bir taraftan da şehirde birbiri ardınca cinayetler işlenmeye başlamıştır. Ancak dikkat çekici olan ise öldürülenlerin hepsinin de aynen kehanette olduğu gibi birer musiki üstadı olmalarıdır.

Tağut bu cinayetleri kendisine ölümsüzlük vaat ettiği Cüce Efendi olarak bilinen Hacı İskender’e işlettirmiştir. Sırada Eflatun vardır. Hayat Nefesi’ni dinleyip ölümsüz olmak için sabırsızlanan Cüce Efendi, Eflâtun’u kardeşinin gözleri önünde göğsünden vurur. Bunun üzerine genç adam, İskender Efendi’nin üzerine atılacağı sırada canavar bir köpek ona saldırır. Aç köpekle girdiği mücadeleden kurtulan Dâvut, cücenin elinden aldığı bıçağı onun boynuna sokarak öldürür. (s. 263)

Zorlukla nefes alan kardeşini kollarının arasına alan genç adam o sırada Muhteşem Neyzen Bâtın Hazretleri’nin varlığını hisseder. Dönüp bakmaya korkan Dâvut, bir köşeye gidip “secde eder gibi çöküp iki eliyle kulaklarını sımsıkı tıka(r).” (s. 264) Bir süre sonra dönüp baktığında can çekişen kardeşini sapasağlam bir biçimde görür. Bâtın Hazretleri, yedinci ve son musiki üstadı olan kardeşi Eflâtun’a Hayat Nefesi üflemiş ve onu ölümsüz kılmıştır.

Tüm olacakları daha önce haber veren Yedikule Kâhini görebilen tek gözüyle kehânet aynasına bakar ve içinde ikinci hakikati gizleyen bu aynada Tağut’u görür. “Kişioğluna açtığı savaşta bir kez daha hezimete uğrayan bu varlık, öfkeden köpürüp kudurarak kapkara bir aleve dönüş(ür) ve karanlıklar arasında kaybolup gi(der).” (s. 266) Ayrıca kâhin aynada, Âsım’ın bestesindeki hatayı bulan Dâvut’u bir gece yarısı elinde ûdu olduğu halde, Nevâ ile annesinin oturduğu evin karşısında, o harikulade musikiyi cân-ı cânânına dinletirken görür. Bu Araban eseri çalan Dâvut ile kapının önüne çıkan Nevâ, gökyüzünde bir ışık fark eder. Bu gördükleri Âsım’ın hayaletidir. “Ruhu huzur içinde göklere yükselip yıldızlar arasında kaybol(ur).” (s. 268)

Kâhin görebilen tek gözüyle Eflâtun’un, seneler sonra dergâhtaki Suskunlar Hazîresi’ne defnedildiğini görür. Tek gözlü yaşlı kâhin son olarak aynada “uzun boylu, çekik gözlü” (s. 268) bir adam görür. Hakikati gören kâhin böylece ikinci gözünü de kaybeder ve Suskunlar arasına karışır.

Suskunlar romanında postmodern yaklaşım yönüyle dikkati çeken birçok unsur vardır. Bunlardan ilki üstkurmacadır. Bu anlamda eserin genelinde anlatım yönüyle varlığını hissettiren yazar, Suskunlar’ın sonunda ortaya çıkmaktadır. “Kâhin, görebilen tek gözüyle aynaya baktı ve uzun boylu, çekik gözlü o adamı gördü.” (s. 268) cümlesindeki “uzun boylu ve çekik gözlü” olarak tarif edilen kişi bizzat yazarın kendisidir. Anar bu tavrı ile kendisini kurmaca dünyanın etkin bir figürü haline getirmiş, aynı zamanda da postmodernist söylemle paralel olarak kurgu ile gerçek arasındaki ilişkiyi sorunsallaştırmıştır.

 Suskunlar romanındaki fantastik ortam ve reel kaybı metnin tamamında yoğun bir şekilde vardır. Upir (s. 41), gûlyabanî, karakoncolos (s. 11-12) ve hayaletler (s. 13), “yatırlarından kalkan mübârek evliyâlar, lahitlerini terk eden lânetli ölüler ve nâmübârek yaratıklar” (s. 12), “ifritler ve kızıl cehennem ölüleri” (s. 41), periler ve cadılar (s. 150), Zâhir’in söylediği şarkıları dinleyen ölümcül hastaların şifa bulması ve eline aldığı bir ekmeği taşa çevirmesi (s. 173-174), Tağut’un içinde bir yılanın bulunması (s. 187), can çekişen Eflâtun’un Hayat Nefesi ile birlikte sapasağlam bir şekilde ayağa kalkması (s. 264) ve Yedikule Kâhini’nin kehânet aynasında geleceği görebilmesi (s. 266-268) dikkat çekici bazı fantastik kişi ve olaylardır.

Suskunlar, tarihî, dinî ve felsefi yönüyle de oldukça zengindir. Zira yazar Suskunlar’da musiki, felsefe, dinler tarihi ve hadis gibi disiplinlerden yoğun bir biçimde istifade ederken Kur‘ân, Tevrat ve Incil’den pek çok ayeti doğrudan ya da sezdirme yoluyla metnine katmıştır.

Bunlardan en dikkat çekici olanı, sanatçının eserin başında epigraf olarak kullandığı Mevlâna’nın Mesnevî’sinde geçen “Kulak eğer gerçeği anlarsa gözdür.” (s. 7) ibaresidir. “Ben sizin bilmediklerinizi de bilirim.” (s. 165) ifadesi ile Kur‘ân’daki “Sizin bilemeyeceğinizi herhalde ben bilirim.” (Bakara, 30) cümlesini anımsatmaktadır. Ayrıca “Hakk Teâlâ, Nisâ sûresinin yüz on yedinci âyet-i kerîmesinde ne buyuruyor. Bu âyetin meâl-i âlîsine göre, Allah’ın gösterdiği doğru yol dışında başka bir yolu belleyen kişi cehennemliktir. “ (s. 177) ifadesini de bu teknik kapsamında düşünebiliriz.

Bununla birlikte “Mâdem ki mübarek birisini taşı ekmek yap da görelim” (s. 174) cümlesi, İncil’deki “O zaman Ayartıcı yaklaşıp ‘Tanrı’nın oğluysan söyle şu taşlara ekmek olsun” (Karaca, 2008: 105) ifadesini anımsatmaktadır. Dolayısı ile burada da sezdirme yolu ile montaj yapıldığını söyleyebiliriz. Ayrıca eserdeki “Sultân-ı Enbiyâ Efendimiz, ‘Ümmetinden bazı kişilerin şüphesiz, içkiyi adını değiştirerek içeceklerini, başları üzerinde çalgı âletleri çalınacağını, şarkıcı kadınların şarkı söyleyeceklerini, Allah’ın da onları yerin dibine batıracağını...’ söylemişti.” (s. 179) ifadelerinden kastedilen hadis şudur:
“Ümmetimden birtakım topluluklar türeyeceklerdir ki
bunlar zinayı, ipeği, içkiyi ve çalgı aletlerini helâl sayacaklardır.
Yine birtakım topluluklar dağın kenarına konaklayacaklar. Sabahlan çoban yanlarına sürülerini getirir bu sırada ihtiyacından dolayı kendilerine bir fakir gelir de onlar: ‘Yarın gel!’ derler. Ama Allah o gece dağı onların üzerine geçirip yok eder. Diğerlerini de kıyamete kadar maymunlara ve domuzlara çevirir.”

Görüldüğü üzere burada da sezdirme yoluyla montaj tekniği kullanılmıştır. Bununla birlikte Şeyh İbrahim Efendi’nin Dâvut’a yazdığı mektubu da bu kapsamda değerlendirebiliriz. (s. 240-243)

Suskunlar romanında  parodi unsurları da postmodern yaklaşımın en önemli kullanım alanlarındandır. Örneğin, Zâhir Çemberlitaş Hamamı’nda Tellâk Yahya tarafından bir güzel yıkanır. Bu esnada her nasılsa içeri giren bir güvercinin kanat sesleri duyulur. (s. 167-168) Bu durum İncil’de şu şekilde aktarılmaktadır:

“O günlerde Celile’nin Nasıra Kenti’nden çıkıp gelen İsa, Yahya tarafından Şeria Irmağı’nda vaftiz edildi. Tam sudan çıkarken, göklerin yarıldığını ve Ruh’un güvercin gibi üzerine indiğini gördü.

Görüldüğü üzere burada Zâhir ile Hz. İsa arasında parodik bir ilişki söz konusudur. Ayrıca Zâhir’in ardından “ûd, kanûn, kemençe, def, rebâb, tömbek, tambur, kudüm, çeng, bendir, miskal ve santur çalan on iki kişi” (s. 175) gitmektedir. Bu on iki musikişinas Hz. İsa’nın on iki havarisini karşılamaktadır.

Suskunlar romanında tarihi ve dini bir olay parodik bir düzleme taşınmıştır.  Hz. İsa son yemeğinde on iki havarisi ile birlikteyken “Size doğrusunu söyleyeyim, sizden biri bana ihanet edecek” der, ardından da önündeki ekmeği bölüp öğrencilerine verirken; “Alın yiyin, bu benim bedenimdir” der, sonra bir kâse alarak; “Hepiniz bundan için, çünkü bu benim kanımdır...” der. Suskunlar’da ise Zâhir ve öğrencileri sofraya otururlar. Daha sonra Zâhir öğrencilerine Hz. İsa gibi “Beni iyi dinleyin. (...) Şu kanarya nasıl şakıyorsa, sizlerden biri de onun gibi ötüp beni gammazlayacak!” (s. 231) der. Bu sırada rakısını maşrapaya dolduran Zâhir, önündeki kavunu öğrencilerine bölüştürür ve “Alın bu kavunu yiyin! O benim etimdir! Rakıyı da için! O benim kanımdır!” (s.232) der. Dolayısı ile yazar bu gibi tarihî ve dinî bir olayı parodik bir düzleme taşıyarak eseri metinlerarası ilişki yönüyle sıkı bir biçimde örmüştür, diyebiliriz.


Edebiyat

[Edebiyat][recentbylabel2=edebiyat]

araştırma

[Featured][araştırma]
Notification
This is just an example, you can fill it later with your own note.
Done